Peygamber Efendimiz doğmadan once bircok ilĂ‚hî tecellî zuhûr etmişti. Butun kĂ‚inĂ‚t Ă‚deta O’na hasret cekmekteydi. Cunku O, yaratılışın sebebi idi.

EvvelĂ‚ AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, daha onceki peygamberlerden, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e îmĂ‚n edip yardımcı olmaları husûsunda ahd ve mîsĂ‚k almıştır. Bu O’nun zuhûrunun en buyuk mujdelerinden biridir. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

وَإِذْ أَخَذَ اللهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ

“Hani bir vakit AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ peygamberlerden ahit almıştı: «–And olsun ki size kitap ve hikmet verdim; sizde olanı tasdîk eden bir peygamber gelecek, O’na mutlakĂ‚ inanacaksınız ve O’na mutlakĂ‚ yardım edeceksiniz, ikrĂ‚r edip bu ahdi kabûl ettiniz mi?» demişti. «–İkrĂ‚r ettik» demişlerdi de: «–ŞĂ‚hit olun, Ben de sizinle berĂ‚ber şahitlerdenim.» demişti.” (Âl-i İmrĂ‚n, 81)

Hazret-i İbrĂ‚hîm ile oğlu Hazret-i İsmĂ‚îl, KĂ‚be’nin inşĂ‚sını tamamladıktan sonra ellerini kaldırıp Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- icin şoyle duĂ‚ etmişlerdi:

رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الحَكِيمُ

“Ey Rabbimiz! Onlara, iclerinden Sen’in Ă‚yetlerini kendilerine okuyacak, kitap ve hikmeti oğretecek ve onları(n nefislerini) tezkiye edecek (kotulukten arındırıp kemĂ‚le erdirecek) bir peygamber gonder! Cunku azîz olan ve her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (el-Bakara, 129)

Hazret-i ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- da peygamberliğini İsrĂ‚îloğulları’na bildirirken Varlık Nûru’nu mujdeliyordu:

وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ اللهِ إِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ

“Meryem oğlu ÎsĂ‚: «Ey İsrĂ‚îloğulları! Doğrusu ben, benden once gelmiş olan TevrĂ‚t’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi mujdeleyen, AllĂ‚h’ın size gonderilmiş bir peygamberiyim!» demişti…” (es-Saff, 6)

Annesi Hazret-i Âmine, Varlık Nûru’na hĂ‚mile olduğunun ilk gunlerinde bir ruyĂ‚ gordu. RuyĂ‚da kendisine:

“Ey Âmine! Sen bu ummetin efendisine hĂ‚milesin! DunyĂ‚yı şereflendirdiği zaman: «Her hasetcinin şerrinden O’nu tek olan AllĂ‚h’a havĂ‚le ederim!» diye duĂ‚ et ve O’na «Muhammed» ismini ver!” diye seslenildiğini işitti.[1]

Bunun icindir ki, AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuşlardır:

“Ben, ceddim İbrĂ‚hîm’in duĂ‚sı, kardeşim ÎsĂ‚’nın mujdesi ve annemin ruyĂ‚sıyım.” (HĂ‚kim, II, 453; Ahmed, IV, 127-128)

Bununla birlikte AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in isim ve sıfatları, TevrĂ‚t ve İncîl’de yazılı olup yahûdî ve hristiyan Ă‚limleri bu hususta tam bir bilgiye sĂ‚hiptiler. Nitekim bunların insaf ehli olanları hakkında Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de şoyle buyrulur:

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ اْلأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ

“Onlar ki, yanlarındaki TevrĂ‚t ve İncîl’de (isim ve sıfatlarını) yazılı buldukları O Rasûl’e, O ummî peygambere tĂ‚bî olurlar…” (el-A’rĂ‚f, 157)

HattĂ‚ ehl-i kitĂ‚b Ă‚limleri, Peygamber Efendimiz’i, oz evlĂ‚tlarını tanıdıkları gibi tanırlardı:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O’nu kendi evlĂ‚tlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen şuphesiz onlardan bir fırka, bile bile gerceği gizlerler.” (el-Bakara, 146)

Nitekim yahûdîlerin en buyuk Ă‚limlerinden iken musluman olan AbdullĂ‚h bin SelĂ‚m -radıyallĂ‚hu anh-:[2]

“−Ben, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’i, kendi oğlumdan daha iyi tanırım!” dediği zaman Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-:

“−Ey İbn-i SelĂ‚m! Bu nasıl olur?” diye sordu. O ise:

“−Ben Muhammed -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’ın gercekten AllĂ‚h’ın Rasûlu olduğuna yakînen şehĂ‚det ederim. Kendisinin peygamber olduğunda hic şuphe etmem! Cunku, O’nun AllĂ‚h tarafından gonderilen Peygamber olduğu, na’t ve vasıfları, kitabımızda bulunmaktadır…” dedi.

Bunun uzerine Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-:

“−Ey İbn-i SelĂ‚m! AllĂ‚h seni hakîkate muvĂ‚fık kılmıştır!” dedi ve onu alnından optu. (VĂ‚hidî, s. 47; RĂ‚zî, Tefsîr, IV, 116)

Âyet-i kerîmede, TevrĂ‚t ve İncîl’de Peygamber Efendimiz ve ashĂ‚bının vasıf, hĂ‚l ve şanlarının şoyle beyĂ‚n edildiği bildirilmektedir:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي اْلإِنجِْيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا

“Muhammed, AllĂ‚h’ın Rasûlu’dur. Onun berĂ‚berinde bulunanlar, inkĂ‚rcılara karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rukûa varırken, secde ederken gorursun. AllĂ‚h’tan lutuf ve rızĂ‚ isterler. Onların alĂ‚meti, yuzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. İşte bu, onların TevrĂ‚t’ta anlatılan vasıflarıdır. İncîl’de ise şoyle vasıflandırılmışlardı: Filizini cıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, govdesi uzerine dikilmiş, ciftcilerin hoşuna giden ekin gibidirler. AllĂ‚h boylece bunları coğaltıp kuvvetlendirmekle inkĂ‚rcıları ofkelendirir. AllĂ‚h, îmĂ‚n edip sĂ‚lih amel işleyenlere, mağfiret ve buyuk bir ecir va’detmiştir.” (el-Feth, 29)

AbdullĂ‚h bin AbbĂ‚s -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚-, birgun KĂ‚’b el-AhbĂ‚r’a:[3]

“−TevrĂ‚t’ta RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in vasıfları nasıl anlatılır?” diye sorduğu zaman, Hazret-i KĂ‚’b -rahimehullĂ‚h-, bu suĂ‚le şoyle karşılık vermiştir:

“−O’nun vasıfları hakkında TevrĂ‚t’ta şunlar yazılıdır:

Muhammed bin AbdullĂ‚h, Mekke’de doğacak, TĂ‚be’ye (Medîne’ye) hicret edecek, Şam’a hĂ‚kim olacaktır. Kendisi ne kotu soz soyler ne de carşılarda yuksek sesle konuşur. Kotuluğe kotulukle karşılık vermez, bilĂ‚kis affeder ve bağışlar. Ummeti de bollukta, darlıkta ve her yerde AllĂ‚h’a hamd eder, O’nu yuceltirler. Bellerine izĂ‚r bağlarlar. Kollarını yıkarlar (abdest alırlar). Savaşta saf oldukları gibi namazlarında da saf tutarlar. Mescidlerinden arı uğultusu gibi (Kur’Ă‚n ve zikir) sesleri gelir. Ezan sesleri Ă‚fĂ‚kı doldurur.” (DĂ‚rimî, Mukaddime, 2)

AtĂ‚ bin YesĂ‚r -rahimehullĂ‚h- anlatıyor:

“AbdullĂ‚h bin Amr -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚-’ya[4] rastladım ve:

«−RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in TevrĂ‚t’ta zikredilen vasıflarını bana soyler misin?» dedim. Bunun uzerine:

«−PekĂ‚lĂ‚! AllĂ‚h’a yemin olsun, o Kur’Ă‚n’da gecen bĂ‚zı sıfatlarıyla TevrĂ‚t’ta da mevsuftur. (Orada): “Ey Peygamber! Biz Sen’i insanlara şĂ‚hit, mujdeci, uyarıcı ve ummîler icin koruyucu olarak gonderdik. Sen Ben’im kulum ve Rasûlumsun. Ben Sen’i Mutevekkil diye isimlendirdim… AllĂ‚h, bozulmuş dîni insanların “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llĂ‚h” demesiyle duzeltmeden ve o dinle kor gozleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri acmadan O’nun rûhunu kabzetmez.” buyrulur.» dedi.” (BuhĂ‚rî, Buyû, 50; Tefsîr, 48/ 3)

RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’i butun vasıflarıyla bilen yahûdîler, kendisinin geleceği vakti beklemekteydiler. Nitekim Medîneli putperest Evs ve Hazrec kabîleleri ile yahûdiler ne zaman birbirlerine duşup araları acılsa, yahûdîler:

“−Şu sıralarda bir peygamber gonderilmek uzeredir. O’nun gelmesi pek yakındır. O peygamber gelince, biz O’na tĂ‚bî olacak, İrem ve Âd kavimleri gibi sizi oldurup kokunuzu kazıyacağız!” derlerdi. (İbn-i Esîr, el-KĂ‚mil, II, 95-96)

Peygamber Efendimiz’in zevcesi Safiye bint-i Huyey-radıyallĂ‚hu anhĂ‚-’nın naklettiğine gore, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- hicret esnĂ‚sında Kuba koyune geldiğinde, babası yahûdî Huyey bin Ahtab ile amcası Ebû YĂ‚sir hemen oraya gitmişler, guneş batarken de cok bitkin ve uzgun bir hĂ‚lde eve donmuşlerdi. Ebû YĂ‚sir, kardeşine:

“−Bu zĂ‚t, geleceği beklenilen Peygamber midir?” diye sordu. Huyey:

“−Evet, vallĂ‚hi odur!” dedi. Ebû YĂ‚sir:

“−Bunun o Peygamber olduğundan emin misin? İyice tespit ettin mi?” diye sordu. Huyey:

“−Evet!” karşılığını verdi.

“–O hĂ‚lde, O’na karşı kalbinde ne var?” diye sorunca da Huyey:

“−VallĂ‚hi hayatta olduğum muddetce O’na hep duşmanlık besleyeceğim!” dedi. (Ebû Nuaym, DelĂ‚il, I, 77-78)

Yahûdîler, gelmesini bekledikleri son peygamberin, kendi ırklarından, yĂ‚ni İsrĂ‚îloğulları’ndan olmasını arzu etmekte idiler. AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ise İsmĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m-’ın nesebinden gelen Araplardan olduğu icin yahûdîler hased ederek O’na îmĂ‚n etmemişlerdir.[5]

Bu hakîkati, İbn-i AbbĂ‚s -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚-’nın şu rivĂ‚yeti de ortaya koymaktadır:

Hayber yahûdîleri ile Gatafan arasında savaş vardı ve yahûdîler her karşılaşmada mağlûb oluyorlardı. Sonunda:

“Ey AllĂ‚h’ımız! Âhir zamanda gondermeyi va’dettiğin o ummî peygamber hakkı icin Sen’den bizi muzaffer kılmanı diliyoruz!” duĂ‚sıyla Hakk’a yalvarmayı kararlaştırdılar. Gatafan’la karşılaşınca da bu duĂ‚yı yaptılar. Boylece Peygamber Efendimiz ile tevessulde bulundular. Savaşın netîcesinde Gatafanlıları bozguna uğrattılar. Fakat AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, yahûdîlerin duĂ‚larında vesîle edindikleri Hazret-i Muhammed -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’i peygamber olarak gonderince O’nun peygamberliğini inkĂ‚r ettiler. Bunun uzerine AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚:

وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللهِ عَلَى الْكَافِرِينَ

“…Daha once (o peygamberin adını kullanarak, O’nun hakkı icin diyerek) kĂ‚firlere karşı zafer isteyip durdukları hĂ‚lde, o tanıyıp bekledikleri (Peygamber) kendilerine gelince, bu sefer O’nu inkĂ‚r ettiler. İşte AllĂ‚h’ın lĂ‚neti[6] boyle kĂ‚firlerin uzerinedir.” (el-Bakara, 89) Ă‚yetini inzĂ‚l buyurdu. (Kurtubî, II, 27; VĂ‚hidî, s. 31)

Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’in zuhûrunu mujdeleyen şu hĂ‚dise de oldukca cĂ‚lib-i dikkattir:

Seyf bin Zî Yezen, KisrĂ‚ tarafından Yemen hukumdarlığına tĂ‚yin edilince her taraftan Arap heyetleri gelip kendisini tebrik ettiler. Mekke’den gelen on kişilik heyetin başında da Peygamberimiz’in dedesi Abdulmuttalib bulunuyordu. HukumdĂ‚ra:

“−Ey hukumdar! Bizler, AllĂ‚h’ın dokunulmaz kıldığı Harem’inin halkı ve BeytullĂ‚h’ın hĂ‚dimleriyiz. Hukumdarlığını tebrik etmek niyetiyle geldik!” dedi.

Yemen hukumdĂ‚rı onları guzel bir şekilde karşıladı ve uzun bir muddet misĂ‚fir etti. Birgun Abdulmuttalib’i yanına cağırarak ona şoyle dedi:

“−Ey Abdulmuttalib! Ben sana bir sır emĂ‚net edeceğim ki, o sırrı başkası olsaydı acmazdım. Fakat ben onun mĂ‚denini sende gordum. Bunun icin onu sana acıklayacağım. AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ izin verinceye kadar bu sır sende mahfuz kalsın. Şuphesiz ki AllĂ‚h emrini yerine getirir. Kendimize tahsîs edip başkasına kapalı tuttuğumuz Kitap’ta oyle muhim bir haber vardır ki hayĂ‚tın şerefi, olumun fazîleti ondadır; butun insanları, heyet arkadaşlarını, bilhassa seni cok yakından ilgilendirmektedir!” dedi.

Abdulmuttalib:

“−Ey hukumdar! Butun gocebe halkı sana fedĂ‚ olsun! Nedir o buyuk ve şanlı haber?” diye sordu.

Hukumdar:

“–TihĂ‚me bolgesinde bir cocuk doğacak. AlĂ‚met olarak, O’nun iki kurek kemiği arasında bir ben bulunacak. KıyĂ‚met gunune kadar, O’nda imamlık (riyĂ‚set), sizde de seyyidlik olacak.” dedi.

Seyf bin Zî Yezen şoyle devĂ‚m etti:

“−Bu zaman, O’nun doğacağı zamandır. HattĂ‚, belki de doğmuştur. Onun ismi Muhammed’dir. Babası ve annesi olmuş olacak. Kendisinin bakımını, dedesi ve amcası uzerlerine alacak. AllĂ‚h O’nu apacık teblîğatta bulunan bir peygamber olarak gonderecek. Bizden bir kısım insanları O’na EnsĂ‚r (yardımcılar) yapacak. Onlarla, dostlarını azîz, duşmanlarını da zelil kılacak. O, yeryuzunun en kıymetli bolgelerini fethedecek. O’nun doğumu ile, mecûsîlerin taptıkları ateş sonecek. Bir olan RahmĂ‚n’a ibĂ‚det edilecek. Kufur ve taşkınlıklar yasaklanacak, putlar kırılacak, şeytan taşlanacak. O’nun sozu hak ile bĂ‚tılın arasını ayıracak, hukmu adĂ‚letten ibĂ‚ret olacak. O, dĂ‚imĂ‚ iyiliği emredip tatbîk edecek, kotulukten de nehyedecek ve onu ortadan kaldıracak.” dedi.

Abdulmuttalib:

“−Omrun uzun, şan ve şerefin yuce, saltanatın dĂ‚im olsun! Bu bahsettiğin benim neslimdir. AcabĂ‚ hukumdar bu hususta biraz daha îzĂ‚hat vererek beni sevindirme lutfunda bulunabilir mi?” dedi.

Seyf:

“−Ortulere burunmuş BeytullĂ‚h’a, mûcizelere ve semĂ‚vî kitaplara yemin olsun ki ey Abdulmuttalib! Hic yalan yok, muhakkak ki sen O’nun atasısın!” deyince, Abdulmuttalib sevincinden yere kapandı.

Hukumdar:

“−Başını yerden kaldır! Kalbin ferah, omrun uzun, şĂ‚nın yuce olsun! Sana anlattığım alĂ‚metlerden gorduğun bir şey var mı?” dedi.

Abdulmuttalib:

“−Evet ey hukumdar! Benim cok sevgili, uzerine titrediğim bir oğlum vardı. Onu kavminin şereflilerinden birinin kızı olan Âmine ile evlendirmiştim. Âmine bir cocuk dunyĂ‚ya getirdi. O’nun ismini Muhammed koydum. İki kureğinin arasında da bir ben vardır. Anlattığın alĂ‚metlerin hepsi de kendisinde mevcuttur. O’nun babası ve annesi de vefĂ‚t etti. Kendisinin bakımını ben ve amcası uzerimize aldık.” dedi.

Bunun uzerine hukumdar Seyf:

“–Oğlunu iyi koru! Yahûdîlere karşı dikkatli ol! Cunku yahûdîler O’na duşmandırlar. Fakat AllĂ‚h bu hususta onlara fırsat vermeyecektir. Bu dediklerimi arkadaşlarına sakın soyleme! Size nasîb olan ustunluğu kıskanıp torununun başına gĂ‚ileler acmayacaklarından emin değilim. Eğer, O’nun peygamber olarak gonderilmesinden once olmeyeceğimi bilseydim, suvĂ‚rilerim ve piyĂ‚delerimle birlikte gider, Yesrib’i (Medîne’yi) hicret yurdu, devletime başkent yapardım. Ne olurdu, O’nu Ă‚fet ve belĂ‚lardan ben koruyaydım! Bir sene sonra onun hakkında bana haber getir!” dedi.

Ne yazık ki Seyf bin Zî Yezen bir sene gecmeden olduruldu.[7] (İbn-i Kesîr, el-BidĂ‚ye, III, 26-28; Diyarbekrî, I, 239-241)

Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’e, torununun istikbĂ‚li hakkında verilen diğer bir mujde de şoyledir:

RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- birgun cocuklarla oyuna dalarak Redm mahallesine kadar gitmişlerdi. Orada Mudlicoğulları’ndan bir cemaat, Peygamber Efendimiz’i yanlarına cağırarak ayaklarına baktılar ve ayak izini incelediler. O sırada Abdulmuttalib geldi. Onunla kucaklaşıp:

“−Bu cocuk senin neslinden midir?” diye sordular. Abdulmuttalib:

“−Oğlumdur.” dedi.

Mudlicoğulları:

“−O’nu iyi muhĂ‚faza et! Cunku biz MakĂ‚m-ı İbrĂ‚hîm’deki ayak izine bu cocuğunkinden daha cok benzeyen bir ayak izi gormedik.” dediler.

Abdulmuttalib, oğlu Ebû TĂ‚lib’e:

“−Bak! Bunlar ne soyluyorlar, dinle!” dedi. Bunun icin Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in amcası Ebû TĂ‚lib, yeğenini titizlikle korurdu.[8]

Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- dunyĂ‚yı şereflendirmeden once butun Ă‚lem, mĂ‚nevî yonden muthiş bir karanlık icinde idi. İnsanlar, son derece bedbaht bir cehĂ‚let bataklığında boğulmaktaydılar. İnsanlık, şeref ve haysiyetini yitirmişti. İnsanların vahşet ve zulmunden, hayvanlar bile iyice bunalmıştı. Hayat yaşanmaz hĂ‚le gelmişti. Âlem mahzûn, varlıklar mağmûm, gonuller muzdaripti. Zayıf ve gucsuzler gulmeyi unutmuştu. Yaşama hakkı guclulere Ă‚itti. Mehmed Âkif’in ifĂ‚desi ile:

Sırtlanları gecmişti beşer yırtıcılıkta;

Gucsuz mu bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Kur’Ă‚n-ı Kerîm, bu gerceği şoyle beyan buyurur:

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ

“İnsanların kendi işledikleri yuzunden karada ve denizde fesat zuhûr etti…” (er-Rûm, 41)

Ulvî teşrîf yaklaştıkca herkes, hattĂ‚ her şey, daha bir iştiyak ve hasret icerisinde O yuce nûrun imdĂ‚da yetişip kendilerini karanlıktan kurtarmasını bekliyor, O Ă‚b-ı hayĂ‚tın kendilerine ikrĂ‚m ve ihsĂ‚n buyrulmasını arzu ediyordu. Butun insanlık O’na teşne ve O’nu muntazırdı. Bunun mujde ve işĂ‚retlerini almışlar ve zaman zaman da almaktaydılar.

Suleyman Celebi Mevlid-i Şerîf’inde, guneşin bile Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e Ă‚şık olup O’nun etrĂ‚fında pervĂ‚neler misĂ‚li donduğunu dile getirerek, ulvî teşrîfin mujdesini Hazret-i Âmine’nin gonul dilinden şoyle mısrĂ‚lara doker:

Dedi gordum ol Habîb’in Ă‚nesi

Bir aceb nûr kim guneş pervĂ‚nesi

İndiler gokten melekler sĂ‚f sĂ‚f

KĂ‚be gibi kıldılar beytim tavĂ‚f

Dediler oğlun gibi hicbir oğul

Yaradılalı cihĂ‚n gelmiş değil

Bu gelen ilm-i ledun sultĂ‚nıdır

Bu gelen tevhîd u irfĂ‚n kĂ‚nıdır…






[1] Bkz. İbn-i HişĂ‚m, I, 170.

[2] AbdullĂ‚h bin SelĂ‚m -radıyallĂ‚hu anh-’ın kunyesi Ebû Yûsuf olup Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-’ın neslindendir. Asıl adı Husayn iken Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, onun adını AbdullĂ‚h olarak değiştirdi. Benî KaynukĂ‚ yahûdîlerinin Ă‚limlerinden idi. Efendimiz Mekke’den Medîne’ye hicret ettiğinde Kuba’ya varınca, AbdullĂ‚h yanına gelmiş ve kendisine bĂ‚zı suĂ‚ller sormuştu. Peygamber Efendimiz’in o suĂ‚llere verdiği karşılıklar uzerine, bu cevapları ancak bir peygamberin verebileceğini soyleyerek İslĂ‚m’a girdi. Sonra da butun ev halkının ve bĂ‚zı akrabĂ‚larının İslĂ‚m’a girmelerine vesîle oldu. Peygamber Efendimiz’in cennetle mujdelediği AbdullĂ‚h -radıyallĂ‚hu anh-, sahĂ‚be arasında saygı duyulan biri idi. AhkĂ‚f Sûresi’nin 10’uncu ve Ra’d Sûresinin 43’uncu Ă‚yetlerinin kendisi hakkında nĂ‚zil olduğu soylenir. 25 hadîs-i şerîf rivĂ‚yet etmiş ve MuĂ‚viye’nin hilĂ‚feti zamĂ‚nında hicrî 43 / mîlĂ‚dî 663 senesinde Medîne’de vefĂ‚t etmiştir.

[3] KĂ‚’b el-AhbĂ‚r -rahimehullĂ‚h-, tĂ‚biînden olup Benî İsrĂ‚il’e dĂ‚ir rivĂ‚yetleriyle meşhurdur. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh- doneminde musluman olup hicrî 32 senesinde vefĂ‚t etmiştir.

[4] AbdullĂ‚h bin Amr bin Âs -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚-, babası Amr ile birlikte hicretin yedinci yılında Medîne’ye hicret etti. Eski kulture vĂ‚kıf, okur-yazar bir sahĂ‚bî idi. RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’den duyduğu hadîsleri yazardı. Bu konuda Rasûl-i Ekrem’den husûsî izin almıştı. AbdullĂ‚h, geniş hadîs ve fıkıh bilgisi sebebiyle sahĂ‚be arasında “AbĂ‚dile” diye meşhur olan dort AbdullĂ‚h’tan biridir. Babası Hazret-i Amr ile birlikte Şam’ın fethinde ve Yermuk harbinde bulundu ve bu savaşta babasının sancaktarlığını yaptı. Mısır’ın fethi uzerine babası ile birlikte Mısır’a yerleşip orada yaşadı. Babasından once musluman olan AbdullĂ‚h, 72 yaşında iken Mısır’da vefĂ‚t etti. Kabri, KĂ‚hire’deki Amr bin Âs CĂ‚mii’ndedir.

[5] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 155.

[6] Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de ve ileride goreceğimiz gibi RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in hadîslerinde umumiyetle şahıs belirtilmeksizin birtakım gunahkĂ‚rlara toptan lĂ‚net edilmektedir. Buralarda ahlĂ‚kî, itikĂ‚dî ve iktisĂ‚dî acılardan buyuk sapmaları temsil eden anlayış, davranış ve uygulamalar lĂ‚netlenmiştir. “Ben lĂ‚netci olarak değil, ancak rahmet olarak gonderildim” (Muslim, Birr, 87) buyurduğu hĂ‚lde AllĂ‚h Rasûlu’nun, bĂ‚zı hareketleri yapanlara lĂ‚net etmesi, bu davranışların İslĂ‚m ictimĂ‚î yapısı ve hayĂ‚tı acısından cok ciddî ve menfî tesirlere sĂ‚hip olduğunu gostermektedir.

[7] TevrĂ‚t ve İncîl’de Hazret-i Peygamber’in geleceğinin ve belli vasıflarının beyan edilmiş olması, onların aslında ilĂ‚hî menşeli olduklarına ve tahrîf edilmiş olsalar da bugunku muhtevĂ‚larında aslından bĂ‚zı parcalar mevcut olduğuna bir delildir. Bundan dolayıdır ki muslumanlar TevrĂ‚t ve İncîl’i hukumden kaldırılmış bir kanun gibi telĂ‚kkî etmekle berĂ‚ber, onlara karşı hurmetsizlikte bulunmazlar.

TevrĂ‚t ve İncîl’de olduğu gibi Zerduştluk, Hinduizm ve Budizm gibi doğu dinlerinin mukaddes kabûl ettikleri kitaplarında da RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in geleceği mujdelenmiştir. Zerduşt’un mukaddes kitabı olarak bilinen Zend Avesta’da Hazret-i Peygamber’in ismi “Soeshyant” olarak zikredilir ki “Âlemlere Rahmet” mĂ‚nĂ‚sına gelmektedir. Butun insanların peygamberi olacağı bildirilmekle birlikte diğer pek cok vasıfları da zikredilir. Hinduizm’in mukaddes kitabı Vedalar, Upanişadlar ve Puranalar’da HĂ‚temu’l-EnbiyĂ‚’nın, sakalı sunnet kılacağı, domuz etini yasaklayacağı gibi pek cok sıfatı zikredilir. Yine Buda’nın kitaplarında da AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in risĂ‚letini mujdeleyen ve vasıflarından bahseden pek cok bolum mevcuttur. (Bkz. Remzi Kaya, İlĂ‚hî Kitaplarda Hazret-i Muhammed, s. 221-239; A. H. Viyarthi – U. Ali, Doğu Kutsal Metinlerinde Hazret-i Muhammed, İstanbul, 1997; İbrĂ‚him CĂ‚nan, XIV, 79-81)

Yeryuzundeki ilk dînin hak dîn olduğu, insanlığa binlerce peygamber gonderildiği, ancak insanların zaman zaman doğru yoldan ayrıldıkları goz onunde bulundurulursa, Zerduştluk, Hinduizm, Budizm ve benzeri bĂ‚tıl dinlerde, son peygamberin mujdelenmesi gibi bĂ‚zı hakîkatlerin mevcut olmasına şaşmamak gerekir.

[8] Bkz. Ebû Nuaym, DelĂ‚il, I, 165; İbn-i Sa’d, I, 118.




Osman Nûri Topbaş

__________________