BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:

“Kendisine kerĂ‚metler verilmiş, hattĂ‚ havada bağdaş kurup oturan birini gorseniz bile, hemen ona aldanmayın! İlĂ‚hî emir ve nehiylere riĂ‚yet ediyor mu, ilĂ‚hî hudutları muhafaza ediyor mu, şer’î hukumleri hakkıyla edĂ‚ ediyor mu, ona bakınız!”[1]

[Muʼminin en buyuk kerĂ‚meti; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) Ă‚yet-i kerîmesine itaat ederek, Allah rızĂ‚sı istikĂ‚metinde bir hayat yaşamasıdır. Yani hayatının her safhasını, ilĂ‚hî emir ve nehiylere gore tanzim edebilmesidir. Zira Hakkʼın rızĂ‚sı, takvĂ‚ uzere bir kulluğa bağlıdır. Bu hususta noksanlıkları bulunmasına rağmen, kulun kendini kerĂ‚met ehli, istikĂ‚met sahibi veya muttakî bir musluman olarak gormesi, ancak derin gafletinin bir ifĂ‚desidir.

Zira İslĂ‚m, bizim sadece ibadetlerimizi değil, hayatımızın her sahasını tanzim etmektedir. Yani sırf namaz, oruc, zekĂ‚t, hac ile Hakkʼa kulluğumuz kemĂ‚le ermez. TicĂ‚rî hayatta, Ă‚ilevî hayatta, cocuklarımıza yaptırdığımız tahsil hayatında, komşuluk munĂ‚sebetlerimizde, topluma karşı sorumluluklarımızda da, musluman şahsiyet ve karakterinin gerekli kıldığı vazifeleri yerine getirmeliyiz.

MeselĂ‚, evlĂ‚dının iyi bir dunyevî istikbĂ‚li olsun diye, mĂ‚nevî hassĂ‚siyetlerin gozetilmediği, karışık, yani ihtilĂ‚tlı ortamlarda, dîninden ve ahlĂ‚kından tĂ‚vizler vermek pahasına tahsil yaptırmak, takvĂ‚ hassasiyetine sahip hicbir anne-babanın tercihi olamaz. Zira bu nevî mĂ‚neviyatsız eğitimler, hem evlĂ‚tların, hem de sorumlulukları nisbetinde anne-babaların, gercek istikbĂ‚lleri olan ebedî hayatlarını tehlikeye atar.

Yarın ilĂ‚hî hesap gununde insanı en cok muşkul durumda bırakacak hususlardan biri de, evlĂ‚tların anne-babalarından dĂ‚vĂ‚cı olmalarıdır. Onların Ă‚deta;

“‒YĂ‚ Rabbi! Annem-babam beni KurʼĂ‚n ve Sunnet terbiyesi altında yetiştirmediler. Beni uhrevî hakîkatlerden mahrum bıraktılar. İcine duştuğum yanlışların en buyuk sebebi, onların bu ihmalleridir.” diyerek şikĂ‚yet edecek olmalarıdır.

Nitekim Ă‚yet-i kerîmelerde;

“İşte o gun kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve cocuklarından kacar!” (Abese, 34-36) buyrulmaktadır. Bu ise, kıyĂ‚met gununde insanların, Ă‚ile fertlerine karşı sorumluluklarının hesabı sebebiyle duyacakları, derin endişe hĂ‚lini tasvir etmektedir.

VelhĂ‚sıl evlĂ‚tlarımıza dunyevî istikbĂ‚l kazandırmak icin mĂ‚neviyatsız eğitim yollarını gostermek, hem onların hem de kendimizin Ă‚hiretini ebedî bir felĂ‚kete ceviren hazin aldanışlardır.

Anne-babalara ilĂ‚hî bir emĂ‚net ve imtihan vesîlesi olarak lûtfedilen evlĂ‚tlar, Cennetʼe lĂ‚yık bir sĂ‚fiyetle dunyaya gelirler. Fakat anne-babalar, cocuklarının mĂ‚nevî terbiyelerini ihmĂ‚l ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere ucururlar.

Bu bakımdan, cocuklarımızı ne kadar KurʼĂ‚n Kurslarından, İmam Hatip Okullarından, takvĂ‚ ehli Ă‚lim zĂ‚tların ilim ve irfĂ‚nından istifĂ‚de ettirebildiğimiz hususunda, hĂ‚limizi sık sık gozden gecirmeliyiz.

Gunumuzde takvĂ‚ olculerinden en cok tĂ‚viz verilen hususlardan bir diğeri de, duğun-sunnet gibi merĂ‚simlerde sergilenen gayr-i İslĂ‚mî tavırlardır.

EvlĂ‚tlarımızın yeni bir hayata adım attığı bu gibi cemiyetler; KurʼĂ‚n-ı Kerîm tilĂ‚vetleriyle, duĂ‚larla, mĂ‚nevî sohbetlerle, ağzı duĂ‚lı fakirlerin de cağrıldığı ziyafetlerle ihyĂ‚ edilmelidir.

Zira sunnetlerde yavrularımız, sahip oldukları İslĂ‚m kimliğini pekiştirmekte, duğunlerde ise yeni bir dunya evine adım atmaktadırlar. Hayatın bu kadar muhim donum noktaları, CenĂ‚b-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek merasimlerle karşılanmalıdır; ilĂ‚hî gazabı celbedecek nefsĂ‚nî taşkınlıklarla değil…

Maalesef gunumuzde, mahremiyet hassasiyetinin zaafa uğradığı, daha ziyade varlıklı kimselerin cağrılıp fakir-fukarĂ‚nın unutulduğu, Ă‚deta israf cılgınlığına ve guc gosterisine donuşen ve bir kıyafet defilesini andıran merasimlere sıkca rastlanmaktadır. Bunlar ise ilĂ‚hî rahmeti uzaklaştırıp gazabı uzerine ceken manzaralardır.

Huzursuzlukların ve boşanmaların her gecen gun arttığı bir devirde yaşıyoruz. Zira mĂ‚nevî hassĂ‚siyetlerden uzaklaşmak; CenĂ‚b-ı Hakkʼın rahmet, inĂ‚yet ve lûtfundan mahrûmiyeti de beraberinde getiriyor.

CenĂ‚b-ı Hak; fertte, Ă‚ilede ve toplumda gercek huzur ve saĂ‚detin recetelerinden birini, Ă‚yet-i kerîmede şoyle tĂ‚rif ediyor:

“Şuphesiz ki, AllĂ‚hʼın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah icin) gizli ve acık infĂ‚k edenler, aslĂ‚ zarara uğramayacak bir kazanc umabilirler.” (FĂ‚tır, 29)

Âyette bildirilen “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” yani “aslĂ‚ zarara uğramayacak kazanc”ın ilk maddesi; “KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼin tilĂ‚vet edilmesi”dir.

Yani KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼi oğrenmek, oğretmek ve bu yolda emek sarf ederek, KurʼĂ‚n hizmetlerine destek olmaktır.

Nitekim Peygamber Efendimizʼin aclıktan karnına taş bağlayıp iki buklum hĂ‚ldeyken bile terk etmediği en muhim hizmetlerinden biri; KurʼĂ‚n talebeleri olan “AshĂ‚b-ı Suffe”yi yetiştirmek olmuştur. O Rahmet Peygamberi, TĂ‚ifʼte kendisini taşlayanlara bile bedduĂ‚ etmemiştir. Uhud’da mubĂ‚rek dişi kırılıp, gul yuzunden kan sızarken bĂ‚zı sahĂ‚bîler:

“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! O kĂ‚firler icin bedduĂ‚ etseniz!” dediklerinde:

“–Allah TeĂ‚lĂ‚ beni, insanları cokca ayıplayan ve onlara lĂ‚net eden biri olarak gondermedi! CenĂ‚b-ı Hak beni, herkes icin cok cok duĂ‚ etmek ve insanlara rahmet olmak icin gonderdi…” buyurmuştur.[2]

Fakat o Rahmet Peygamberi, KurʼĂ‚n muallimlerini şehîd eden bedbaht muşriklere, tam bir ay boyunca sabah namazından sonra bedduĂ‚ etmiştir.[3] Efendimizʼin bu hĂ‚li, muʼminler olarak KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼe gostermemiz gereken hassasiyetin bĂ‚riz bir misĂ‚lidir.

Yine Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ehl-i KurʼĂ‚nʼı dĂ‚imĂ‚ ustun tutmuş, bunu ummetine de tavsiye buyurmuştur.[4]

Unutmayalım ki Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz, bizlere her yonuyle olduğu gibi, bilhassa KurʼĂ‚n hizmetlerindeki bu fedakĂ‚r gayretiyle de ornektir.

Âyet-i kerîmede buyrulan “aslĂ‚ zarar etmeyecek ticĂ‚ret”in ikinci maddesi ise; “Namazın ikāme edilmesi”dir.

Yani namazı bir vazife savar gibi gelişiguzel kılıvermek değil, bilĂ‚kis onu kalp ve beden Ă‚hengiyle, huşû icinde edĂ‚ etmektir. KĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da ikāme edilen bir namazda; bedenin kıblesi KĂ‚be iken, kalbin kıblesi de Âlemlerin Rabbiʼdir. Yine makbul bir namaz, kulu mîrĂ‚c ufkuna yukselten, secdeleriyle Rabbe yakınlık iklîmine goturen, muhteşem bir ibadettir. CenĂ‚b-ı Hak da insan anatomisini, secdeye en musĂ‚it şekilde yaratmıştır ki, kul cokca secde ederek Rabbine yaklaşabilsin.

Âyet-i kerîmede zikredilen “zarar etmeyecek ticĂ‚ret”in son maddesi ise; “AllĂ‚hʼın lûtfettiği nîmetlerden, gizli ve Ă‚şikĂ‚r infĂ‚k etmek”tir.

Yani Allahʼtan geleni, yine Oʼnun rızĂ‚sı yolunda comertce sarf edebilmektir. İhlĂ‚sı muhafaza icin; infĂ‚kı, mumkun olduğunca gizli yapmak tercih edilmelidir. Fakat Ă‚şikĂ‚r olarak infĂ‚k etmek zarûreti hĂ‚sıl olduğunda da kalbi, riyĂ‚ ve gosterişten korumak îcĂ‚b eder.]

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:

“Sûfî; Kur’Ă‚n-ı Kerîm’i bir eline, Sunnet-i Seniyye’yi diğer eline alan; bir gozuyle Cennetʼe, obur gozuyle Cehennemʼe bakan; dunyayı alt tarafına, Ă‚hireti de ustune dolayarak ihrĂ‚ma giren ve ikisinin arasından; «Lebbeyk AllĂ‚humme lebbeyk! / Buyur AllĂ‚h’ım! Emrine teslim ve hazırım!» diye MevlĂ‚ʼsına koşan kişidir.”[5]

[Dunyadan ukbĂ‚ya yolculuğumuzda en buyuk rehberlerimiz; KurʼĂ‚n-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyyeʼdir. Hayat yolculuğunu rızĂ‚-yı ilĂ‚hî hedefinden sapmadan tamamlayabilmek icin, KurʼĂ‚n ve Sunnetʼin tĂ‚limatlarına titizlikle uymamız zarûrîdir.

KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼe karşı vazifelerimizde, şu uc hususa bilhassa dikkat etmemiz lĂ‚zımdır:

Birincisi; duzgun bir kıraatimizin olması. (Zira kıraatsiz bir namaz olmaz.)

İkincisi; KurʼĂ‚nʼın bildirdiği hudutlara, emir ve nehiylere riĂ‚yet.

Ucuncusu ise KurʼĂ‚n ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanmaktır.

Muʼmin, hayatının her safhasında kendisini KurʼĂ‚n olculeriyle mîzĂ‚n etmeli; “Allah benim bu hĂ‚limden rĂ‚zı mı?” suĂ‚linin tefekkuruyle, hĂ‚l ve davranışlarına istikĂ‚met vermelidir.

KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼin en buyuk tefsîri ise, 23 senelik nebevî hayatı ile Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Nitekim CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle buyurmaktadır:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse AllĂ‚hʼa itaat etmiş olur…” (en-NisĂ‚, 80)

“O (Rasûl), hevĂ‚sına (nefsinin arzusuna) gore konuşmaz. O (bildirdikleri), vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

“(Rasûlum!) Onu Rûhuʼl-Emîn (CebrĂ‚il), uyarıcılardan olasın diye, apacık Arap diliyle, Senʼin kalbine indirmiştir.” (eş-ŞuarĂ‚, 193-135)

Dolayısıyla Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi tanımadan, Oʼnun gonul dokusundan hisse almadan, sunnetleriyle yaşamadan; ne KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼi tam olarak idrĂ‚k edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur.

Muʼminin kemĂ‚le ermesi, ancak farzlara ilĂ‚veten sunnetlere de riĂ‚yet etmesiyle mumkundur. Zira Abdullah bin Deylemî g buyuruyor ki:

“…Dînin kaybolmasının başlangıcı, Sunnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif cozulup nihĂ‚yetinde kopması gibi, din de sunnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (DĂ‚rimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla bugun ummet-i Muhammed olarak, Peygamber Efendimizʼi ve dolayısıyla Sunnetʼi hafife alan, hattĂ‚ dışlayan “din projeleri”ne karşı son derece dikkatli ve uyanık olmalıyız. Zira sunnetleri gozden duşurmeye calışan din Ă‚limi etiketli bĂ‚zı din tahrifcilerinin, bir adım sonraki hedefinin farzlar olacağı muhakkaktır.

Dolayısıyla bu Ă‚hir zamanda sunnetlere daha bir gayretle sarılmamız elzemdir. Zira hadîs-i şerîflerde buyrulduğu uzere:

“Oyle bir zaman gelecek ki o vakit şu uc şeyden daha kıymetli bir şey olmayacak:

HelĂ‚l para, cĂ‚n u gonulden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir Sunnet-i Seniyye.” (Heysemî, I, 172)

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız muddetce aslĂ‚ dalĂ‚lete duşmezsiniz:

AllĂ‚h’ın kitĂ‚bı ve Rasûlu’nun sunneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

KurʼĂ‚n ve Sunnetʼin feyzinden uzaklaşıldıkca, kalplerdeki îman nûru zayıflar, -Allah korusun- bir mum ışığı gibi, kucuk bir ruzgĂ‚rla sonuverir.

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri de butun Hak dostları gibi, Sunnet-i Seniyye’yi buyuk bir şevk ile îfĂ‚ya gayret ederdi. Ondan zerre kadar tĂ‚viz vermezdi. Her hĂ‚lini Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hĂ‚liyle mîzĂ‚n ederdi. Nitekim onun muhim nasihatlerinden biri de şoyledir:

“Kim Kur’Ă‚n-ı Kerîmʼin kıraatini ve zuhd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenĂ‚zelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiĂ‚ ederse, o ancak bir gĂ‚fildir.”[6]

Yani KurʼĂ‚n-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyyeʼnin feyz ve rûhĂ‚niyetinden uzak bir hayatta hayır yoktur. Bu nevî bir hayata dalmış olanların dillerinden tasavvufî hikmet ifĂ‚deleri dokulse bile, onların peşinden gitmemek îcĂ‚b eder. Zira dilin kemiği yoktur. Papağan bile bazı sozleri ezberleyip soyleyebilir. Fakat Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ʼnın buyurduğu gibi:

“Amel edilmeyen hikmetli soz, odunc alınmış suslu elbise gibidir!..”

Yani yaşanmayan, irfĂ‚na donuşmeyen, şahsiyet ve karakterin bir parcası hĂ‚line gelmeyen bilgiler, Peygamber Efendimizʼin ifĂ‚desiyle; “kendisinden AllĂ‚hʼa sığınılması îcĂ‚b eden faydasız ilim”[7] cumlesindendir.

Dolayısıyla, gucumuz nisbetinde Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi ornek alma gayreti icinde olmalıyız. Hayatımızın her safhasında ve karşılaştığımız her hĂ‚disede, hĂ‚l ve davranışlarımızı dĂ‚imĂ‚ nebevî ahlĂ‚k olculeriyle mîzĂ‚n etmeliyiz. Duşunmeliyiz ki:

“Acaba Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu an yanımızda olsaydı, o gul yuzuyle bizim hĂ‚limize tebessum eder miydi? Yoksa mubĂ‚rek yuzunun rengi değişir, ciceklerden zarif gonlu incinir, nurlu alnındaki damarı kabarır, «Bana ne oluyor ki sizi şoyle şoyle goruyorum…» şeklinde, ince sitemlerine mi muhĂ‚tap olurduk?..”

İşte bu nevî duşuncelerle, hayatlarını Âlemler SultĂ‚nı -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe muhabbetin, bağlılığın, itaatin tecellîgĂ‚hı kılabilen ummet-i Muhammedʼe ne mutlu!..]

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:

“Tasavvuf; nefsĂ‚nî arzulardan temizlenmek, kalbi CenĂ‚b-ı Hakk’a rĂ‚m etmek, butun guzel vasıflarla ahlĂ‚klanmak ve dĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h’ın rızĂ‚sı istikĂ‚metinde olabilmektir.”[8]

[Muʼmin, her hususta Rabbinin rızĂ‚sını on plĂ‚nda tutabilen kimsedir. Hakkʼın rızĂ‚sı ile nefsinin arzuları karşı karşıya geldiğinde, nefsinin gizli muhalefetine boyun eğmeyen, irĂ‚deli kimsedir. Bu sarsılmaz irĂ‚denin kazanılması icin de nefsi riyĂ‚zat ve mucĂ‚hede gibi terbiye metodlarıyla ham vasıflardan kurtararak mĂ‚nen olgunlaştırmak zarûrîdir.

CenĂ‚b-ı Hak ehemmiyetine binĂ‚en KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼde arka arkaya tam yedi kez yemin ettikten sonra buyurur ki:

“Nefsini kotuluklerden arındıran (maddî ve mĂ‚nevî kirlerden temizleyen) mutlakĂ‚ kurtuluşa ermiş; onu kotuluklere gomen de elbette husrĂ‚na uğramıştır.” (eş-Şems, 9-10)

Yani kulu Rabbinden uzaklaştıran butun kotu huyları, nefsĂ‚nî zaaf ve ihtirasları, ic dunyamızdan da temizlemek mecburiyetindeyiz. Zira ilĂ‚hî imtihan hikmetine binĂ‚en, haramlarda dĂ‚imĂ‚ nefsĂ‚nî bir cĂ‚zibe vardır. Nefsimizi tezkiye edemezsek, onu kotu huylarından arındıramazsak, onu cezbeden gunah tuzaklarına karşı bir îman mukĂ‚vemeti gosteremeyiz. HĂ‚lbuki ilĂ‚hî rahmet ve ihsanlar, dĂ‚imĂ‚ nefsin ihtiraslarına mukĂ‚vemeti gerektiren imtihanların ardında gizlidir.

Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyanları, bu hakîkati ne guzel îzah etmektedir:

“Allah TeĂ‚lĂ‚ Cennetʼi yaratınca CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-ʼa:

«‒Git de ona bir bak!» buyurdu. Bunun uzerine (CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-) gidip ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetine andolsun ki onu (Cennetʼin o ihtişĂ‚mını) işitip de ora*ya girmeyen bir kimse kalmaz.» dedi.

Sonra Allah onu(n etrafını nefse ağır gelen) zorluklarla kuşattı ve:

«‒Ey CebrĂ‚il, git ona (bir daha) bak.» dedi.

(CebrĂ‚*il -aleyhisselĂ‚m-) gidip ona (bir daha) baktıktan sonra geldi ve:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı icin (soyluyorum ki) ben oraya (artık) hic kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım.» dedi.

Sonra Allah, Cehennemʼi yaratınca:

«‒Ey CebrĂ‚il git de ona (bir) bak.» buyurdu. Bunun uzerine (CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-) gidip (bir de) ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı icin (soyluyorum ki), onu (Cehennemʼin yakıcı azĂ‚bını) işiten hic kimse oraya girmez.» dedi.

Bunun uzerine (yuce Allah) ora(nın etrafını nefse hoş gelen) şehvetlerle kuşattı. Sonra da:

«‒Ey CebrĂ‚il! Git de ona (bir daha) bak.» buyurdu.

Bunun uzerine (CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-) gidip oraya (bir daha) baktı, sonra gelip:

«‒Ey Rabbim! İzzetin hakkı icin (soyluyorum ki) ben (orayı tekrar gorunce) bir kimse dahî kalmadan herkesin oraya girmesinden korkmaya başladım.» dedi.” (BuhĂ‚rî, Rikāk, 28; Muslim, Cennet, 1; Tirmizî, Sıfatuʼl-Cennet, 21)

Demek ki Cennet; mĂ‚nevî terbiye ile olgunlaşmamış, nĂ‚dan ve ham bir nefse son derece ağır gelen zorluklarla kuşatılmıştır. Cennetʼe girebilmek icin nefsin arzularına direnerek Hakkʼa ve hakîkate rĂ‚m olmak, bu yoldaki butun meşakkatlere sabırla tahammul etmek gerekmektedir.

Ote yandan Cehennemʼin, nefsin hoşlandığı şehevî arzularla cevrili olması da, ilĂ‚hî azaptan kurtulmak icin yine nefsi tezkiye etmenin zarûretini ifĂ‚de etmektedir.

CenĂ‚b-ı Hak, bu hususta bizlere misal olması icin, KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼde Yusuf -aleyhisselĂ‚m-ʼın ZuleyhĂ‚ ile olan imtihanını haber vermektedir:

Nefs-i emmĂ‚reyi temsil eden Zuleyha, gonlunu kaptırdığı Yusuf -aleyhisselĂ‚m-ʼa nefsĂ‚nî arzuları cezbedecek butun şartları Ă‚deta bir tuzak gibi kurup hazırladı. ZuleyhĂ‚, ham nefislerin en cok zebûnu olduğu “servet, şehvet ve şohret”in zirvesindeydi. Ayrıca gunahlar, gizli-saklı ortamlarda daha kolay işlendiğinden, Zuleyha da Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-ʼı once odasına cağırdı, kapıyı kilitledi, sonra da “هَيْتَ لَكَ : gelsene bana, alsana beni”[9] dedi.

Bu imtihanda Yusuf -aleyhisselĂ‚m-ʼı kurtaran; “ مَعَاذَ اللّٰهِ : (HĂ‚şĂ‚! Bundan) AllĂ‚hʼa sığınırım!”[10] demesi oldu. Zira nice guclu irĂ‚delerin eridiği oyle zor bir anda nefsin şerrinden AllĂ‚hʼa sığınabilmek, ancak nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi neticesinde ulaşılan yuksek bir îman ufkudur. Hazret-i Yûsufʼun sergilediği bu ihlĂ‚s ve takvĂ‚ hĂ‚li uzerine, CenĂ‚b-ı Hakkʼın yardımı yetişti. Nitekim Rabbimiz bunu şoyle haber veriyor:

“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhĂ‚nını (işaret, îkaz ve yardımını) gormeseydi, o da kadına meyletmişti. İşte boylece Biz, kotuluk ve fuhşu ondan uzaklaştırmak icin (delilimizi gosterdik). Şuphesiz o, ihlĂ‚slı kullarımızdandı.” (Yûsuf, 24)

Nitekim Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde, hicbir golgenin bulunmadığı kıyĂ‚metin o cetin gununde, CenĂ‚b-ı Hakkʼın yedi sınıf insanı Arş-ı ÂlĂ‚ʼnın golgesinde barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin de;

“Guzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «‒Ben Allahʼtan korkarım.» diyerek reddeden genc…” olduğunu ifĂ‚de buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 36)

VelhĂ‚sıl; dışı meşakkatlerle cevrili, ici muhteşem guzelliklerle dolu Cennetʼe dĂ‚vet edilebilmek icin, nefsin suflî arzularını bertaraf etmeye mecburuz. Zira o letĂ‚fet diyĂ‚rına, nefsĂ‚nî arzuların kesĂ‚fetiyle girilemez.

Yine, dışı şehevî arzularla cevrili, iciyse can yakıcı azaplarla dolu olan Cehennemʼe duşmemek icin de, nefsimizin bitmek bilmeyen ihtiraslarına karşı, son nefese kadar sulhu olmayan bir cenk hĂ‚linde bulunmak durumundayız.]

CenĂ‚b-ı Hak cumlemizi, hayatımızın her Ă‚nında nefs-i emmĂ‚renin şerrinden muhafaza buyursun. İhlĂ‚sını koruduğu bahtiyar kulları arasına, biz Ă‚ciz kullarını da lûtf u keremiyle dĂ‚hil eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar

[1] Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, RisĂ‚le, s. 58.

[2] Beyhakî, Şuab, II, 164/1447. Krş. Muslim, Birr, 87; Tirmizî, DeavĂ‚t, 118.

[3] Bkz. BuhĂ‚rî, CihĂ‚d 9, 19, MeğĂ‚zî 28; Muslim, MesĂ‚cid, 297.

[4] Bkz. VĂ‚kıdî, III, 1003.

[5] Sehlegî, en-Nûr, s. 124; AbbĂ‚s, Ebû Yezîd, s. 71.

[6] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnu’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, s. 151.

[7] Bkz. Muslim, Zikir, 73.

[8] Sehlegî, en-Nûr, s. 138.

[9] Bkz. Yûsuf, 23.

[10] Bkz. Yûsuf, 23.



Altınoluk Dergisi
2015 – Nisan, Sayı: 350, Sayfa: 032

__________________