BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:
“Nefsimi ilĂ‚hî vuslata yolculuk yapmaya dĂ‚vet ettim. Bu zor yolculuk hususunda nefsim direndi ve bana gucluk cıkardı. Ben de onu bıkarıp (nefsin suflî arzularını bertaraf edip) CenĂ‚b-ı Hakk’ın huzûruna yalnız başıma yoneldim!”[1]
[Âyet-i kerîmede:
“…Nefs, aşırı şekilde kotuluğu emreder…” (Yûsuf, 53) buyrulmaktadır. MĂ‚nevî terbiye ile olgunlaşmamış, ham ve nĂ‚dan bir nefs; hicbir zaman Hakkʼa yakınlığı istemez. Kulu Rabbine sevdirip yaklaştıracak sĂ‚lih amellerden, hizmet ve gayretlerden dĂ‚imĂ‚ uzak durur. SefĂ‚letini saĂ‚det zanneder. Gununu gun etmek ve uc gunluk fĂ‚nî hayatını keyfince yaşamak arzusuyla, ebedî hayatını ateşe atmaya rĂ‚zı olur.
Bu sebeple, Hakkʼa vuslat yolunda kula en buyuk engel, yine kendi nefsidir. Onun, bitmek tukenmek bilmeyen suflî arzularıdır.
Nitekim bir gun BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleriʼne:
“‒Hakkʼa giden yol nasıldır? Oʼna nasıl ulaşılır?” diye sorulunca, Hazret şu cevabı verir:
“‒Sen yoldan kalktığın vakit, Hakkʼa vĂ‚sıl olursun.”[2]
Yani bu yolda kendine en buyuk ayak bağı olan nefsinin aşırı isteklerine direnebilirsen, onun tembelliğini, ihmĂ‚lkĂ‚rlığını, zevk u sefĂ‚ya duşkunluğunu ve gafletini bertaraf edebilirsen, ilĂ‚hî hikmet ve hakîkatlere vĂ‚kıf olmaya başlarsın. Suflî arzuların kasvetinden rûhunu kurtardığın vakit; Hakkʼa yakınlığın feyz ve rûhĂ‚niyetinden hisseler alır, mĂ‚rifetullah ufkunda mesafe kat edersin…
Bunun icindir ki tasavvuf, nefsĂ‚niyeti bertaraf etme yoludur. Cunku nefsĂ‚niyet, her zaman ve her yerde kulun karşısına cıkar. Onu Hak yolundan alıkoymak icin turlu tuzaklar kurar.
Bu tuzaklardan korunmanın yegĂ‚ne cĂ‚resi ise, “takvĂ‚” zırhına burunmektir. Yani nefsinin suflî arzularını bertaraf ederek Hakkʼa yakınlığın gonul feyziyle yaşamaktır. Kendini haramlardan, şuphelilerden, bĂ‚tıldan, şerlerden muhafaza etmektir.
Buna muvaffak olduğunda ise, yine nefsine bir pay cıkarmayıp, butun nîmet ve mazhariyetleri CenĂ‚b-ı Hakkʼın bir lûtfu bilmektir. Hicbir zaman; “Ben başardım, ben kazandım.” diyerek, kazancını ziyan etmemektir. BilĂ‚kis; “Senʼin lûtfundur yĂ‚ Rabbi!” hissiyĂ‚tı icinde bulunmaktır.]
BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:
“Kul, nefsinin kusurunu gorup halktan medet ummadığı vakit, Hak onu himmeti (mĂ‚nevî nasîbi, gayreti, duĂ‚ ve ilticĂ‚sı) kadar ve nefsinden uzaklaşması nisbetinde kendine yaklaştırır.”[3]
[Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Dunyaya gonul bağlama ki Hak seni sevsin; insanların eline bakma ki halk seni sevsin.” (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 1)
“…Mu’minin izzeti, insanlardan mustağnî kalmasındadır!»” (HĂ‚kim, IV, 360-361/7921)
Hakkʼa yakınlığın en muhim adımları; insanların elindeki imkĂ‚nlara tamah etmemek, onlardan mustağnî kalabilmek, nefsin hırs ve hasedini bertaraf edebilmektir. Bunun icin de gonlun, AllĂ‚hʼa ve Ă‚hirete îmĂ‚nın gereği olan “kanaat”le zenginleşip, ilĂ‚hî takdîre “rızĂ‚” ile seviye kazanması îcĂ‚b eder.
Fakat muʼminin bu mustağnî tavrı, sadece maddî imkĂ‚nlara mahsus kalmamalıdır. Zira insan, bu hayatta maddî nîmetler gibi, hattĂ‚ onlardan daha ziyĂ‚de, toplum nezdinde kabul gormeye, insanlar tarafından beğenilip takdir edilmeye de ihtiyac duyar.
İşte bu hususta ifrata kacan ham nefisler ise, Allah icin yapılması gereken ibadet ve amelleri bile, fĂ‚nîlerin gozunde değer kazanmanın bir vĂ‚sıtası hĂ‚line getirirler. Bu ise, kalpteki ihlĂ‚sı zedelediğinden, amellerin ecrini zĂ‚yî eder.
Zira bir hadîs-i şerîfte de bildirildiği uzere; kıyĂ‚met gunu ilk olarak aleyhinde hukmedilen kişiler, -zĂ‚hiren- şehid, Ă‚lim ve infĂ‚k ehli bir zengindir. Fakat bu kimseler, amellerine Allah rızĂ‚sının dışında, insanlar tarafından beğenilip takdir edilme niyetini de karıştırdıkları icin, yani riyĂ‚da bulundukları icin, CenĂ‚b-ı Hak onların bu amellerini reddedecektir.[4]
Bunun icindir ki muʼminin izzet ve şerefi, amellerini halka değil, Hakkʼa beğendirme gayretinde olmasına bağlıdır. Gercek bir muʼmin; kendisi hakkında insanların değil, Allah TeĂ‚lĂ‚ʼnın ne buyurduğuna ehemmiyet veren kimsedir.
Zira insanlara gosterişte bulunmak sûretiyle Hakkʼın değil de halkın ne dediğine ehemmiyet vermek; ibadet ve amellerini AllĂ‚hʼa takdim etmek yerine, onları fĂ‚nîlere pazarlamak hukmundedir. Bu ise Allah icin yapılması gereken amellere fĂ‚nîleri de ortak etmektir. HĂ‚lbuki tevhîd akîdesinin hicbir şekilde ortaklığa tahammulu yoktur.
Nitekim Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almaz*lar. (Namazlarıyla) gosteriş yaparlar!” (el-MĂ‚ûn, 4-6) buyurmaktadır.
Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de ashĂ‚bına:
“Dikkat edin; hakkınızda DeccĂ‚l’den daha cok korktuğum şeyin ne olduğunu soyleyeyim mi?” diye sormuş, sahĂ‚bîler de:
“–Buyur yĂ‚ RasûlĂ‚llah!” deyince:
“–Korktuğum bu şey, gizli şirktir. MeselĂ‚ namaza duran birini duşunun. Bu kimse, bir başkası tarafından gozetlendiğini fark ettiği icin namazını ozenerek kılıyor.” buyurmuştur. (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 21)
Yine bu gerceğe binĂ‚en, Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şu îkazda bulunur:
“Allah aşkı icin calış! Allah aşkı icin hizmette bulun! Halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fĂ‚nî dunya pazarında sana bol bol kazandıracak bir muşteri olarak, Allah kĂ‚fî değil mi? Allahʼtan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki!?
O hĂ‚lde gozunu ve gonlunu insanlardan gelecek teşekkurlere, iltifatlara değil, Allahʼtan gelecek mazhariyete dondur!..”
İmĂ‚m ŞĂ‚fiî Hazretleri de:
“İnsanların hepsini hoşnud etmen mumkun değildir. Sen, Allah ile aranı duzeltmeye bak! Bunu gercekleştirdikten sonra insanlara aldırma!..” nasihatinde bulunur.
Bundan dolayıdır ki Ă‚rif kullar, Allah icin yaptıkları amellerini, hicbir dunyevî menfaate değişmezler. Onlar, ne fĂ‚nîlerin ovgusune kavuşmak arzusuyla, ne de fĂ‚nîlerin gozunden duşmek korkusuyla amel ederler. Onların butun kulluk, ibadet, hayır ve hizmetleri, yalnızca Allah rızĂ‚sı icindir.
RivĂ‚yete gore Hazret-i FĂ‚tıma ve Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- bir gun, kendileri de ac olmalarına rağmen, ellerindeki yiyeceğin ucte birini kapılarına gelen yoksula, ucte birini yetime ve kalanını da bir esire ikram etmişlerdi. Diğer bir rivĂ‚yete gore ise, uc gun ust uste iftarlıklarını yoksula, yetime ve esire ikram edip kendileri su ile iftar etmişlerdi. Onlara infĂ‚k ederken de -Ă‚yet-i kerîmede bildirildiği uzere-;
“‒Biz size sadece Allah rızĂ‚sı icin yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkur beklemiyoruz.” (el-İnsĂ‚n, 9) demişlerdi. Boylece hem o muhtacları minnet altında kalmaktan kurtarmış, hem de amellerinin ihlĂ‚sını muhafazaya îtinĂ‚ gostermişlerdi.
İşte gercek bir muʼmin; “amelimin ecri kaybolmasın” duşuncesiyle, fĂ‚nî iltifatlara dahî muhatap olmaktan sakınan kimsedir. Butun insanların ovgusune nĂ‚il olsa bile, buna değil, Hak katında ne kadar kıymetinin bulunduğuna ehemmiyet veren kimsedir.
Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh- birinin medh u senĂ‚sına muhatap olunca, derhĂ‚l CenĂ‚b-ı Hakkʼa ilticĂ‚ ederek:
“AllĂ‚h’ım! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. AllĂ‚h’ım! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatĂ‚larımı mağfiret eyle! Soyledikleri sozler sebebiyle de beni hesaba cekme!” niyĂ‚zında bulunurdu.[5]
Yine Allah yolunda gayret eden bir muʼmin, -butun insanlar kendisini hor gorse bile- buna aldırmayan, yalnız CenĂ‚b-ı Hakkʼın katında zelil duruma duşme korkusuyla kalbi titreyen kimsedir.
Nitekim Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz de tebliğine ilk başladığında, gullerle, tebessumlerle değil; bilĂ‚kis, dikenlerle, hakĂ‚retlerle karşılandı. EzĂ‚ ve cefĂ‚ların en ağırına mĂ‚ruz kaldı. KĂ‚beʼde namaz kılarken uzerine deve işkembesi atıldı. Uhud Harbiʼnde mubĂ‚rek dişi kırıldı. Pek cok guzîde sahĂ‚bîsi şehîd oldu. TĂ‚ifʼte taş yağmuruna tutuldu. Fakat O Rahmet Peygamberi, bunun gibi hicbir ezĂ‚ ve cefĂ‚ya aldırış etmedi. Rabbinin emrettiği yolda, sabırla yurumeye devam etti. TĂ‚katinin tukendiği anda dahî, fĂ‚nîlerden medet ummadı.
TĂ‚ifʼte gorduğu ağır zulum karşısında mubĂ‚rek ellerini dergĂ‚h-ı ilĂ‚hîye acarak:
“AllĂ‚h’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, cĂ‚resizliğimi, halk nazarında hor ve hakir gorulmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, cektiğim mihnet ve belĂ‚lara aldırmam!..” niyĂ‚zında bulundu. (İbn-i HişĂ‚m, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Neticede, gonuller fethedilip insanlar fevc fevc İslĂ‚mʼa girmeye başladığında, O yine gul yuzunu dunyaya değil, Ă‚hirete cevirdi. İnsanların ve dunyanın iltifatını değil; Rabbinin rızĂ‚, muhabbet ve yakınlığını tercih etti.
Ummet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinden giderek; ilĂ‚hî emirlerin îfĂ‚sı hususunda, kınayanın kınamasına aldırmamalıyız. Amellerimize, fĂ‚nî menfaat duşuncelerinin golgesini dahî duşurmemeye gayret edip “hasbeten lillĂ‚h” yani sadece ve sadece Allah icin kullukta bulunmalıyız.]
BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:
“Otuz senedir devam ettiğim bir Ă‚detim vardır:
Ne zaman CenĂ‚b-ı Hakk’ı zikretmek istesem, O’nun zikrini tĂ‚zîm icin, ağzımı ve dilimi iyice yıkarım.”[6]
[Nasıl ki, yuksek mevkîde bulunan bir buyuğu ziyaret ederken, ustumuze başımıza ceki-duzen verip hĂ‚l ve tavırlarımıza buyuk bir îtinĂ‚ ve ihtimam gosteriyorsak; Âlemlerin Rabbiʼyle olan munĂ‚sebetlerimizde de son derece dikkatli ve edepli olmalıyız. Kimin huzuruna cıkacağımızın idrĂ‚ki icinde bulunmalıyız.
Nitekim Ă‚yet-i kerîmede:
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde guzel elbiselerinizi giyiniz!..” (el-A‘rĂ‚f, 31) buyrulmaktadır.
Hadîs-i şerîflerde de, namazdan once misvak kullanmak, guzel koku surmek, Cuma namazından once gusletmek tavsiye edilmektedir.
Namaz oncesinde, ilĂ‚hî huzûra duracağımız icin, evvelĂ‚ abdestle bir temizlik ve hazırlık yaptığımız gibi, yine CenĂ‚b-ı Hakʼla beraberlik demek olan zikre de maddî-mĂ‚nevî temizlikle hazırlanmamız îcĂ‚b eder. Zira bu temizlik, AllĂ‚hʼa olan tĂ‚zim duygumuzun bir gostergesidir.
Amelleri makbul kılan da onların kemiyetinden ziyĂ‚de keyfiyetidir. Yani cokluğundan ziyĂ‚de, ne kadar ihlĂ‚s, huşû, edep, hurmet ve tĂ‚zîm ile îfĂ‚ edildiğidir.
Nakledildiğine gore İbrahim bin Edhem Hazretleri, bir gun, sızmış hĂ‚ldeki bir ayyaşın pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu nicin yaptığını soranlara da:
“–Eğer yuce AllĂ‚h’ı zikretmek icin yaratılan dili ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hurmetsizlik olurdu…” demişti.
Sarhoş ayıldığında ona:
“–Horasan zĂ‚hidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcub olan ayyaşın gonlu de uyandı ve:
“−Oyleyse ben artık tevbe ettim…” dedi.
Bu tevbeye vesîle olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne, ruyasında Hak katından şoyle nidĂ‚ edildi:
“–Sen Biz’im icin onun ağzını yıkadın; Biz de senin icin onun kalbini yıkadık!..”
Bu itibarla, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleriʼnin de guzel Ă‚deti olan zikirden evvel ağzı yıkamanın, bir maddî bir de mĂ‚nevî şekli vardır:
Maddî şekli; abdest almak veya abdestli iken suyla ağzı yıkamaktır.
MĂ‚nevî şekli ise; Rabbimizʼin rĂ‚zı olmadığı, hattĂ‚ gazaplandığı kirlerden de ağzımızı ve gonlumuzu arındırmaktır. Bunların başında ise, yalan, gıybet, iftira, dedikodu, hayĂ‚sızca konuşmalar ve boş sozler gelir.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanoğlunun konuşmaları lehine değil, aleyhinedir. Ancak iyiliği emretmek veya kotulukten men etmek icin yaptığı konuşmalar bunun dışındadır.” (İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 12)
“…Cok konuşmaktan sakın! Soylenen şey zikrullĂ‚h olmadıkca kalbi oldurur. Fakat AllĂ‚h’ı cokca zikret. İşte bu, kalbi diriltir.” (Ali el-Muttakî, no: 1896)
Dikkat edilirse, boş ve faydasız sozler bile kişinin mĂ‚neviyĂ‚tına zarar verdiğine gore; yalan, iftira, dedikodu, gıybet gibi cirkin sozlerin, muʼminin ic dunyasında ne buyuk bir mĂ‚nevî tahribĂ‚ta sebebiyet vereceğini duşunmek gerekir.
Bundan dolayıdır ki yine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“AllĂ‚h’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n eden kişi, ya hayır soylesin ya da sussun!” buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, Edeb, 31, 85; Muslim, Îman, 74)
VelhĂ‚sıl, zikrin lezzetine nĂ‚il olabilmek icin, kalbi ve dili, tevbe ve istiğfĂ‚r ile temizleyip onu kotu sozlerden her dĂ‚im muhafaza etmek îcĂ‚b eder. Bu takvĂ‚ hassĂ‚siyetine ulaşan bir gonul, zĂ‚ten dĂ‚imî zikir hĂ‚line kavuşmuş olur.]
BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri buyurur:
“Dunyanın ne kıymeti var ki, ona karşı zĂ‚hid davranmaktan bahsedilsin!”[7]
[Muʼmin, dunyaya bakış tarzını, KurʼĂ‚n ve Sunnet olculeriyle tanzim ettiği takdirde, ona karşı zĂ‚hid davranması, yani ondan kalben uzaklaşması, gayet tabiîdir. Kalben dunyadan uzaklaşanlar nazarında, dunya iyice kuculup ehemmiyetini yitirir.
Zira Allah katında dunyanın, bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmadığını bilen, Ă‚hiretin sonsuzluğu karşısında dunya hayatının deryadan bir damla hukmunde bulunduğunu idrĂ‚k eden bir muʼminin, fĂ‚nî dunya nîmetleri icin KĂ‚inĂ‚tın HĂ‚lıkʼını gazaplandırması, gelgec zevkler uğruna ebedî saĂ‚detini tehlikeye atması soz konusu olamaz.
Goren gozler icin bu cihandaki umûmî manzara, fĂ‚nîliktir. Ebedî saĂ‚dete nĂ‚il olmak isteyen kimse, fĂ‚nî cĂ‚zibelere aldanmaz.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, dunyanın fĂ‚nî cĂ‚zibelerine aldananlara şoyle hitĂ‚b eder:
“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar gorup imrenen! Kalk helĂ‚ya git de, onların Ă‚kıbetini orada gor!”
“Pisliğe de ki: Senin o guzelliğin, tabak icindeki lezzet, letĂ‚fet ve guzel kokun nerede?”
“CevĂ‚ben sana der ki: O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa duşunce; gonca eridi, soldu ve curûfa dondu.”
İşte bizler de gunun birinde eriyip solacak, curûfa donecek dunya nîmetleriyle imtihan edilmekte olan Ă‚hiret yolcularıyız. O hĂ‚lde bizim icin, dunya misafirhanesinde yerli edĂ‚sıyla oturmak ve bu misafirhanenin nefsĂ‚nî tezyinĂ‚tıyla haddinden fazla meşgul olmak kadar buyuk bir aldanış tasavvur olunamaz.
İmĂ‚m ŞĂ‚fiî Hazretleri boyle bir aldanışa dûcĂ‚r olmaktan sakınmamız icin şu nasihatlerde bulunur:
“Kervanların yolculuk esnĂ‚sında ev inşĂ‚ etmeleri akıl kĂ‚rı değildir!
Serabın kendisini gorene hıyĂ‚net etmesi ve kendisine bel bağlayanların umudunu boşa cıkarması gibi; dunyevî arzu ve emeller de nicelerini perişan etmiştir…
AllĂ‚h’ın akıllı kulları şunlardır ki; dunyanın boş hevĂ‚ ve heveslerine aldanmazlar.
Diğer taraftan da, dunyanın ve Ă‚hiretin belĂ‚ ve imtihanlarından korkarlar. Dunyaya ibretle nazar ederler ve bilirler ki, ondan bir fĂ‚nîye ne yĂ‚r olur ne de vatan!..”
Dunyaya karşı zĂ‚hid olmak; onun sevgisini kalbe sokmamaktır. Kalbi, dunya nîmetlerinin kasası yapmamaktır. Yoksa dunyadan el etek cekerek, kendisinin ve mesʼûl olduğu kimselerin maîşetini temin gayretinden vazgecmek değildir.
MevlÂn Hazretleri der ki:
“Şunu bilesin ki dunya; para, pul, karşı cins, giyim-kuşam, ticĂ‚ret değil; Allah’tan gĂ‚fil olmaktır…”
Yani gonuller Allah ile olduğu takdirde, dunya ile meşgûliyetin bir zararı yoktur.
Nitekim sahĂ‚be-i kirĂ‚m arasında Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Osman, Abdurrahman bin Avf gibi zengin sahĂ‚bîler de bulunmaktaydı. Fakat onlar, gĂ‚yet sĂ‚de ve mutevĂ‚zı yaşamayı, gonullu olarak tercih ediyor, dunya servetini dĂ‚imĂ‚ kalplerinin dışında taşıyorlardı. Asgarî ihtiyaclarının dışındakileri, Allah ve Rasûluʼnun emrine Ă‚mĂ‚de kılıyorlardı. Yine bu kazandıklarını, AllĂ‚hʼın rızĂ‚sını tahsil maksadıyla harcayıp ebedî saĂ‚det sermĂ‚yesi hĂ‚line getiriyorlardı.
Zira onlar, şu Ă‚yet-i kerîmenin şuur ve idrĂ‚ki icinde yaşıyorlardı:
“AllĂ‚hʼın sana verdiğinden (Oʼnun yolunda harcayarak) Ă‚hiret yurdunu iste; ama dunyadan da nasibini unutma. AllĂ‚hʼın sana ihsĂ‚n ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsĂ‚n et…” (el-Kasas, 77)
İşte gercek bir muʼmin, her ne kadar dunya hizmet ve vazifeleriyle meşgul olsa da, dĂ‚imĂ‚ Ă‚hiret yolcusu olduğunun şuuruyla, Rabbine selîm bir kalp goturebilmenin derdinde olan kimsedir.
Bu hakîkatlerden uzak bir şekilde, butun calışması, kazancı, derdi ve tasası, nefsĂ‚nî ve dunyevî gĂ‚yelerden ibĂ‚ret olan gĂ‚fillerin ise;
“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Calışmış, (ama boşuna) yorulmuşlardır.” (el-ĞĂ‚şiye, 3) Ă‚yet-i kerîmesi muktezĂ‚sınca, Ă‚hirette ellerine azap dolu bir nedĂ‚metten başka bir şey gecmeyecektir.]
Rabbimiz, Yuce ZĂ‚tʼının ve sevdiklerinin muhabbetini, gonullerimizin tukenmez hazinesi kılsın. Sevip rĂ‚zı olduğu kullarının gonul dokusundan hisseler almayı cumlemize nasîb eylesin. Biz Ă‚ciz kullarını, mağfiret, merhamet, muhabbet ve rızĂ‚sından mahrum etmesin…
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Ebû Nuaym, Hilye, X, 36.
[2] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, sf. 186, TDV Yayınları, Ankara 1994.
[3] Prof. Dr. Suleyman Uludağ, BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî, sf. 188, TDV Yayınları, Ankara 1994.
[4] Bkz. Muslim, İmĂ‚re, 152.
[5] Suyûtî, TĂ‚rîhu’l-HulefĂ‚, s. 104.
[6] Ebû Nuaym, Hilye, X, 35.
[7] AbbĂ‚s, Ebû Yezîd, s. 90.
Altınoluk Dergisi
2015 – Mayıs, Sayı: 351, Sayfa: 032
__________________