ŞAHSİYETİN TESCİLİ

Bu cihan; milyarlarca yıldız arasından, insan icin bir imtihan mekĂ‚nı olarak hazırlandı. İnsanın CenĂ‚b-ı Hakk’a yaklaşabilmesi icin zerreden kurreye her şey bu dunyada sergilendi. Yani Rabbimiz, bu cihanı insan icin Ă‚detĂ‚ bir endam aynası olarak halk etti. İnsanın ne ihtiyacı varsa, orada vĂ‚r etti ve o aynada ilĂ‚hî azameti teşhir eyledi. Tefekkur bir îmĂ‚n anahtarı oldu.

İmtihanın hedefini de Rabbimiz şoyle bildirdi:

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ

“O ki, hanginizin daha guzel davranacağını imtihan icin olumu ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mulk, 2)

CenĂ‚b-ı Hak, insanlığın;

Ahsen (en guzel) davranışlar sergileyecek bir gonul kıvamında;

Ekmel (en olgun, en mukemmel) ibĂ‚det, muĂ‚melĂ‚t ve muĂ‚şerette bulunabilecek bir şahsiyette;

Ecmel (gonle huzur ve ferahlık verecek) davranışlar sergileyecek bir karakterde olmasını arzuluyor. Bu vasıflara ulaşabilenleri cennetine davet ediyor.

Bunun icin;

İnsanlığa fiilen, lisĂ‚nen ve hĂ‚len rehberlik edecek peygamberler lutfetti. EnbiyĂ‚yı, mĂ‚zîleri tertemiz olan sĂ‚lih insanlar arasından secti. Gecmişleriyle tenkit edilebilecek; “Sen de vaktiyle şu şu nefsĂ‚nî gunahları işlemiştin!” itirazlarına muhatap olabilecek dengesiz şahsiyetlerden peygamber secmedi.

Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Peygamberlerin Sultanı… O’nun karakter ve şahsiyeti de en zirve…

O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ; cĂ‚hiliyye devrinde dahî tertemiz ve nezih kalmış, sĂ‚dık ve iffetli, hemşehrileri tarafından kendisine «el-Emîn» sıfatı verilen, en mukemmel ve en mustesnĂ‚ şahsiyet.

Peygamber Efendimiz ilk kez İslĂ‚m’a davet etmek uzere akrabalarına hitĂ‚b ederken; evvelĂ‚ kendi şahsiyetini tescil ettirmek icin Ebû Kubeys Dağı’nı gostermiş şoyle sormuştu:

“–Size; «Şu dağın arkasında duşman var; buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kastedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?”

Akrabaları, hemşehrileri dediler ki:

“–İnanırız. O dağın arkasını gormesek de, Sen Muhammedu’l-Emîn olduğun icin verdiğin haberin doğruluğundan asla şuphe etmeyiz! İcimizde en doğru insan Sen’sin. Sen’in her dediğin doğrudur.”

Peygamber Efendimiz; onlardan bu tasdiki aldıktan, şahsiyetini herkese tescil ettirdikten sonra İslĂ‚m dînini tebliğ vazifesine başlamıştır. Bundan sonra muhatapları O’nu; ancak garezleri, hasetleri, inatları ve korluklerinden dolayı yalanlamış oldular.

Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadece mubĂ‚rek yuzu dahî, etrafına itimat ve huzur telkin ederdi. Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiklerinde; yahudi Ă‚limlerinden eski adı Husayn olan Abdullah bin SelĂ‚m, Allah Rasûlu’nu merak ederek yanına varmış, vech-i mubĂ‚reklerine bakınca da;

“Bu yuz asla yalan soylemez!” diyerek musluman olmuştu. (Tirmizî, KıyĂ‚me, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Zira sûret, sîretin en net aynasıdır.

KĂ‚mil bir mu’min de; temiz bir vicdana sahip olduğuna dair, butun mu’minlerden Ă‚detĂ‚ birer husn-i hĂ‚l kĂ‚ğıdı alabilecek bir gonul kıvĂ‚mına sahip olmalıdır.

Şu Ă‚yet-i kerîme, AllĂ‚h’a davet eden kişinin taşıması gereken vasıfları ne guzel tarif eder:

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

“(İnsanları) AllĂ‚h’a davet eden, sĂ‚lih ameller işleyen ve; «Ben muslumanlardanım.» diyen (İslĂ‚m’ın karakter ve şahsiyetini tevzî eden)den daha guzel sozlu kim olabilir?” (Fussilet, 33)

AllĂ‚h’a davet eden kişinin; amelleri, davranışları, ibĂ‚detleri, muĂ‚melĂ‚tı, yani her fiili sĂ‚lih olacak, yani AllĂ‚h’ın rızĂ‚sına muvĂ‚fık, insanlara faydalı ve fesattan uzak olacak.

O kişi; lisĂ‚nıyla ve lisĂ‚n-ı hĂ‚liyle, yani her hĂ‚liyle, tabiri cĂ‚izse goğsunu gere gere;

«Ben muslumanlardım!» diyebilecek. Yani;

«Ben; İslĂ‚m’ı ve muslumanları en guzel olculerde temsil ediyorum. Sizleri davet ettiğim İslĂ‚mî olculeri, kendim yaşıyorum. Ozum ve sozum, hĂ‚lim ve kālim birdir, hakikat uzeredir.» diyebilecek.

Yine hicbir endişe hissetmeden, musluman olduğunu, AllĂ‚h’a teslim olduğunu yuksek sesle ifade edebilecek bir vakar ve izzet sahibi olacak.

Boylece dĂ‚imĂ‚ şahsiyet ve karakter tevzî edecek.

Bunu da hayatın med ve cezirlerinde muvĂ‚zeneyi kaybetmeden, eğilmeden, bukulmeden yapabilecek.

TIPKI HUBEYB GİBİ…

Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- , İslĂ‚m’ı oğretmek uzere etraftaki kabîlelere muallimler gonderirdi. Adal ve Kāre kabîleleri de Allah Rasûlu’nden muallim istemişlerdi. Bu kabîleler icin on kişilik bir heyet yola cıktı. Fakat kafile tuzağa duşuruldu. Muallimlerin sekizi şehid, ikisi de esir edildi.

«Recî Vak‘ası» adıyla tarihe gecen bu elîm hĂ‚disede, esirler yani Hubeyb ve Zeyd -radıyallĂ‚hu anhuma- cok ağır işkencelerle şehid edildiler. Buna rağmen en kucuk bir taviz vermediler.

O sırada ehl-i kufur arasında ve Kureyş’in reisi olan Ebû Sufyan, Hubeyb -radıyallĂ‚hu anh- ’ın Peygamber Efendimiz’e bağlılığının derecesini gormek istercesine bir sual sordu:

“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?”

Hazret-i Hubeyb; zĂ‚hiren zengin ve guclu gorunse de, kalbi kufur ve zulumle perişan bir vîrĂ‚ne hĂ‚linde olan Ebû Sufyan’a acıyarak baktı ve şu samimî sozleri soyledi:

“–Benim, coluk-cocuğumun arasında olup, Peygamberim’in burada olmasını istemek şoyle dursun; benim olumden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gonlum rĂ‚zı olmaz!”

Bu eşsiz muhabbet ve şahsiyet manzarası karşısında Ebû Sufyan, kıskanclık ve hayranlık arasında şu itirafta bulunmak zorunda kaldı:

“–Hayret doğrusu! Ben, dunyada Muhammed’in ashĂ‚bının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha gormedim.” (VĂ‚kıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

AshĂ‚b-ı kiram; îmanda, tevhidde tavizsizdi. AllĂ‚h’a îman ve RasûlullĂ‚h’a yakınlık; onların dunyaya bakışını değiştirmişti. Tefekkurleri derinleşmiş, vicdanları rakikleşmiş, merhamet ve şefkat zirveleşmiş, her şeyde Ă‚hireti dunyaya tercih şuuru idrak hĂ‚lini almıştı.

Canlarıyla, mallarıyla, ilimleriyle, irfanlarıyla her şeyleriyle Allah yolunda hizmet ve cihad gayreti icindeydiler. Bu uğurda hicbir fedĂ‚kĂ‚rlıktan vazgecmiyorlardı. Cunku Peygamber Efendimiz’den bunun tĂ‚limini almışlardı.

Hakikaten Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz; meşakkatler, alaylar, eziyetler, işkenceler, tehditler, boykotlar ve sûikastlerle gecen 13 senelik Mekke doneminde; hicbir zaman bezginlik, yorgunluk, bıkkınlık ve Ă‚cizlik gostermedi. MuĂ‚rızlarının taviz beklentilerine de tehditlerine de cevabı şu metĂ‚net ve salĂ‚bet icinde idi:

“VallĂ‚hi, AllĂ‚h’ın dînini tebliğden vazgecmem icin, Guneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dĂ‚vĂ‚dan vazgecmem! Ya yuce Allah, onu butun cihana yayar, (boylece) vazifem biter; ya da bu yolda olur giderim!” (İbnu’l-Esîr, el-KĂ‚mil fi’t-TĂ‚rîh, II, 64)

O’nun sergilediği izzet ve şahsiyet, ashĂ‚bına da in‘ikĂ‚s etti.

FEDÂKÂRLIK RÛHU

Mus‘ab gibi nice genc; Mekke sokaklarının alkışlarını, suslu elbiseleri, ailelerinin servetini yureklerinin tersiyle ittiler. Dunya gozlerinde kuculdu, Ă‚hiret ise yegĂ‚ne ufuk oldu. Her nefes Allah Rasûlu’ne hayran oldular. O’nun yolunda en kucuk bir fedĂ‚kĂ‚rlığı bile canlarına nimet olarak bildiler. -radıyallĂ‚hu anhum-

HabbĂ‚blar, BilĂ‚ller en ağır işkencelere aldırmadılar. YĂ‚sirler, Sumeyyeler canlarını verdiler, tevhîdi bırakmadılar. -radıyallĂ‚hu anhum-

Peygamberimiz’in krallara gonderdiği İslĂ‚m’a davet mektuplarını; cellĂ‚tların keskin kılıclarının onunde, sevinc ve huzur icinde okumak onlara tarifsiz bir haz veriyordu. Olumu goze aldılar. Nitekim elcilerden HĂ‚ris bin Umeyr el-Ezdî -radıyallĂ‚hu anh-, GassĂ‚nî emiri tarafından şehid edildi.

Hazret-i Hatice VĂ‚lidemiz ve Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, varlarını yoklarını kardeşleri icin harcadılar. Varlık Nûru’na pervĂ‚ne oldular.

CĂ‚fer-i TayyĂ‚rlar O’nun bir emriyle gittikleri Habeşistan’da 14 sene gurbet hayatı yaşadılar. Oraya şahsiyet ve karakterleriyle îman mayası ve aşısı oldular.

Kur’Ă‚n’a koştular, Kur’Ă‚n kulturuyle yaşadılar. Sunnet’e ittibĂ‚ ettiler. Başka hicbir şeye iltifat etmediler.

O samimiyet ve ihlĂ‚s ile Allah TeĂ‚lĂ‚’nın rızĂ‚sına, hoşnutluğuna erdiler. Maddî ve mĂ‚nevî ikramlara mazhar oldular. Mûcizelere ve kerĂ‚metlere şahit oldular. Onlardan bir misal:

MUHAFIZ ARILAR

Recî Vak‘ası’nda; Kur’Ă‚n talebelerinin başkanı olan Âsım bin SĂ‚bit, kĂ‚fir oklarıyla yaralanıp, şehid olacağını anlayınca CenĂ‚b-ı Hakk’a şoyle niyaz etti:

“−AllĂ‚h’ım! Ben gunun başında Sen’in dînini korudum; Sen de gunun sonunda benim cesedimi koru!”

Boyle duĂ‚ etmesinin hikmeti şu idi: Bedr’in intikamını almak isteyen Kureyşliler; vahşîlikleri sebebiyle, Âsım’ın cesedinden, oldurulduğunu ispatlayacak bir parca istiyorlardı. Bunun icin adamlar gonderdiler.

Fakat Allah TeĂ‚lĂ‚, Âsım -radıyallĂ‚hu anh-’ı korumak icin bir arı surusu gonderdi. Bu arı bulutu, Âsım’ın cesedini kapladı. Kureyş’in adamları, onun nĂ‚‘şından hicbir şey koparmaya muvaffak olamadılar. (BuhĂ‚rî, CihĂ‚d, 170; MeğĂ‚zî, 10, 28; VĂ‚kıdî, I, 354-363)

Duşman, akşama kadar arıların dağılmasını bekledi. Arılar dağıldı bu sefer de Ă‚nîden muthiş bir yağmur bastırdı. Seller aktı ve Âsım’ın cesedi bu esnĂ‚da gozlerinden kayboldu. Rabbi, Âsım’ın cesedini kĂ‚fir tasallutundan korumuştu. Bu hĂ‚diseden sonra Âsım; «Arıların Koruduğu Şehid» diye anıldı. (İbn-i HişĂ‚m, III, 163)

CenĂ‚b-ı Hakk’ın muhafazası; İslĂ‚m şahsiyet ve vakarı sergilendiği muddetce, devam etti. Nusret, dĂ‚imĂ‚ mu’minlerden yana oldu. Şu Ă‚yet-i kerîme tecellî etti:

وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا

“Allah, kĂ‚firler icin mu’minler aleyhine asla bir yol (bir galip gelme fırsatı) vermeyecektir.” (en-NisĂ‚, 141)

Îman celĂ‚detinin ve AllĂ‚h’ın yardımının en bĂ‚riz şekilde tecellî ettiği mekĂ‚nlardan biri, Canakkale harpleri oldu. O gun Turk ordusunun hicbir fizikî gucu kalmamıştı. Fakat metafizik, fizikî gucleri bertarĂ‚f etti. Maddî guclerine istinĂ‚d eden mağrur duşmanlar mağlûp oldu. Îman dolu sîneler kazandı. Onları yetiştiren, «Şehidimin alĂ‚metidir.» deyip kınaladığı ana kuzularını cephelere gonderen anneler kazandı.

Ancak bu zafer de, asr-ı saĂ‚detteki zaferler gibi fedĂ‚kĂ‚rlıklarla kazanıldı.

Asr-ı saĂ‚dette muhĂ‚cirler; mallarını, mulklerini bırakıp hicret ettiler. Bir tarafta dunya menfaatleri, diğer tarafta Allah ve Rasûlu vardı. Onlar her şeyden vazgecip AllĂ‚h’a sığındılar.

Onlar milyarlarca insan icinde herhangi bir insan gibi kalabilirlerdi. Fakat gosterdikleri mu’min şahsiyeti ve fedĂ‚kĂ‚rlık, onları gonullere nakşetti.

MeselÂ;

ZU’L-BİCÂDEYN

Babası olduğunde ona hic mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp buyutmuş ve mal sahibi yapmıştı.

Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiği zaman Abdullah musluman olmak ve O’nun yanına koşmak istemişse de, muşrik amcası buna mĂ‚ni oldu. Peygamber Efendimiz; Mekke’yi fethedip Medine’ye donduğu zaman artık sabrı tukenen Abdullah, amcasına;

“–Ey amca! Musluman olmanı hep bekledim durdum. Senin hĂ‚lĂ‚ Muhammed -aleyhisselĂ‚m-’ı arzu ettiğini goremiyorum! Bari benim musluman olmama izin ver!” dedi.

Amcası malıyla tehdit ederek şoyle dedi:

“–Eğer sen Muhammed’e tĂ‚bî olursan, uzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!”

Abdullah -radıyallĂ‚hu anh- tereddut bile etmedi:

“–Ben, vallĂ‚hi Muhammed -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e tĂ‚bî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallĂ‚hu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parcaya ayırdı. Abdullah; onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medine’ye varıp Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e kavuşmak istiyordu. Onundeki her turlu engel, gozunde bir hic hĂ‚line gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara duştu.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından; eli-ayağı parcalanmış, aclık ve susuzluktan tĂ‚kati kesilmiş, perişan bir hĂ‚lde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had safhadaydı. Fakat bir an, uzerindeki kaba cullarla Allah Rasûlu’nun huzûruna cıkamayacağını duşundu. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecanıyla kendinden gecen genc sahĂ‚bî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırdı. Cemaate goz gezdirip evine doneceği sırada AbdullĂ‚h’ı gordu. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- , o mubĂ‚rek sahĂ‚bîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Eski isminin Abduluzza olduğunu oğrenince;

“–Sen, Abdullah Zu’l-BicĂ‚deyn’sin! (Cifte cul/kilim sahibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.

Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ashĂ‚bı icinde en cok suffe ashĂ‚bıyla ilgilenirdi. Cunku onları; hĂ‚l ve ahlĂ‚klarıyla olduğu gibi, icinde yetiştikleri Kur’Ă‚n kulturuyle de İslĂ‚m’ı butun dunyaya neşredecek kıvamda yetiştirmekteydi.

Abdullah -radıyallĂ‚hu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’Ă‚n-ı Kerim oğreniyordu. Bir muddet sonra Kur’Ă‚n-ı Kerim’den bircok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- , onun hakkında;

“O, AllĂ‚h’a ve AllĂ‚h’ın Rasûlu’ne hicret ederek cıkıp gelmiştir! O, «evvĂ‚h»lardandır, yani AllĂ‚h’a cokca yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Cunku o, Kur’Ă‚n okurken AllĂ‚h’ı cokca zikreder ve yanık terennumlerle icli duĂ‚lar ederdi.

Tebuk Seferi’nde Efendimiz’in haber verdiği şekilde hummĂ‚dan vefat ederek şehid oldu, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından kabre konulma şerefine nĂ‚il oldu.

Bizlere onun bu hĂ‚tırasını anlatan Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallĂ‚hu anh- der ki:

“Bu manzara karşısında icim dolu dolu oldu. Zu’l-BicĂ‚deyn’e gıpta ettim. O an;

«Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifĂ‚t-ı Peygamberî ile gomulen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (Bkz. İbn-i HişĂ‚m, IV, 183)

Zu’l-BicĂ‚deyn, bir garip sahĂ‚bî idi. Fakat fedĂ‚kĂ‚rlığı 1.400 seneden beri gonullerde devam ediyor. Kendisinden sonra gelen buyuk kitlelere hĂ‚liyle sohbet veriyor, onları irşĂ‚d ediyor.

Cunku

Tenlerin hayĂ‚tiyeti bir «zıll-i zeval», kaybolan bir golge. Karakter ve şahsiyetler ise fĂ‚ni hayatta sonra unutulmaz. KıyĂ‚mete kadar gonullerdeki tahtı devam eder.

Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh- buyurdu ki:

“Oyle kĂ‚mil bir hayat yaşa ki, insanlar dunyadayken seni ozlesinler. VefĂ‚tından sonra da sana hasret kalsınlar!”

Onlar bu şekilde yaşayan ve gıpta edilen oyle numûne-i imtisal şahsiyetler ki;

Her biri;

Canıyla karakter ve şahsiyet…

Malıyla karakter ve şahsiyet…

EvlĂ‚dını Allah yolunda yetiştirmesiyle karakter ve şahsiyet…

EvlĂ‚t yetiştirmekteki şahsiyete en guzel misal Abdulkādir GeylĂ‚nî -kuddise sirruh- Hazretleri ve onun muhtereme annesidir.

EŞKIYÂYI ISLAH EDEN DOĞRULUK

Abdulkādir GeylĂ‚nî Hazretleri’nin babası, kendisi kucukken olmuştu. Annesiyle yalnız kalmışlardı. İlme cok iştiyĂ‚kı vardı. Bu sebeple devrin ilim şehri olan Bağdat’a gidip tahsil gormek istiyordu. Yalvara yalvara annesini rĂ‚zı etti. Annesi, babasından kalan 40 altını elbisesinin altına dikip;

“Bunlar babandan kaldı, ilim icin harca. Aman evlĂ‚dım asla yalan soyleme!” dedi ve onu uğurladı.

Abdulkādir GeylĂ‚nî Hazretleri’nin bulunduğu kervanın, yolunu eşkıyĂ‚ kesti. Herkesin nesi varsa aldıktan sonra ona da;

“–Senin bir şeyin var mı?” diye sordular. O da;

“–Evet var. Elbisemin altında dikili 40 altınım var.” dedi. Once ciddiye almadılar. Fakat sonra baktılar ki doğru. Hayretle;

“–Nicin haber verdin? Sen soylemeseydin biz seni cocuk olduğun icin aramayacaktık bile!” dediler.

Abdulkādir GeylĂ‚nî Hazretleri;

“–Ben evden ayrılırken anneme asla yalan soylemeyeceğime dair soz vermiştim. Kırk altın icin sozumu hic bozar mıyım?!.” dedi.

Bunun uzerine, cok duygulanan eşkıyĂ‚ reisi;

“–Bu kucuk cocuk, gunah olacak diye, annesinin sozunu yerine getiriyor. HĂ‚lbuki biz devamlı olarak Rabbimiz’in emrine karşı geliyoruz. Gelin tevbe edelim. Şimdiye kadar eşkıyĂ‚lıkta sizin reisinizdim. Bundan sonra da doğru yola gelmenizde oncunuz olayım.” dedi. Hepsi de tevbe edip hidĂ‚yete erdiler.

İşte mustesnĂ‚ bir şahsiyetin hidĂ‚yete vesile oluşuna bir misal.

CenĂ‚b-ı Hak, o buyuk şahsiyetleri unutturmuyor. Ummet-i Muhammed, Abdulkādir GeylĂ‚nî Hazretleri’nden mustefîd oldu. HĂ‚lĂ‚ irşĂ‚dı devam etmekte…

BahĂ‚eddin Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri de; intisĂ‚bının ilk yıllarında, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etti ve hattĂ‚ insanların gececeği yolları temizleyerek tam yedi sene kĂ‚bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşadı. Arkasından gelen silsileye en guzel şekilde numûne oldu.

İslĂ‚m, kendisine tĂ‚bî olan mu’mine, yuksek bir karakter ve şahsiyet kazandırır. Cunku musluman icin, Kur’Ă‚n-ı Kerim, Rabbin kullarına mektubu ve en guzel rehber, Allah Rasûlu en guzel usve, yani canlı bir Kur’Ă‚n-ı Kerim.

Gonlunun toprağına îman tohumunu ekip onu yeşertenler, gonullerini Kur’Ă‚n ve RasûlullĂ‚h’a rĂ‚m edenler, rahmet-i ilĂ‚hiyyenin mubarek, berrak ve şeffaf yağmurları gibidir ki, baharların yeşermesi gibi hidĂ‚yetlere vesile olurlar.

Muhteşem bir misal;

ABDULLAH İBN-İ MES‘ÛD -radıyallĂ‚hu anh-

Deve ve koyun cobanlığı yapan, vucutca zayıf ve ufak tefek, sevimli yuzlu bir sahĂ‚bî idi. Fakat gonlunu Hakk’ın Habîbi’ne oyle bir actı ki, musluman olduğu andan itibaren HidĂ‚yet Nûru’ndan hic ayrılmadı. O ilim ve irfan menbaından kana kana istifade etti. FedĂ‚kĂ‚rca O’na hizmete koştu. Efendimiz;

“Kim okur?” deyince; o koştu ve ilk defa muşriklere karşı, Mescid-i Haram’da cehrî olarak Kur’Ă‚n okudu, Allah yolunda fecî şekilde darp edildi. Fakat bu fedĂ‚kĂ‚rlıkları, İslĂ‚m’ın izzetini bu şekilde korkusuzca sergileyişleri sayesinde, kalbi oyle bir kıvam kazandı ki, yediği lokmaların zikrini işitmeye başlamıştı.

Muşrikler gozunde İbn-i Mes‘ûd -radıyallĂ‚hu anh- bir hicti. Bedir’de bir ara Peygamber Efendimiz;

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdu. Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallĂ‚hu anh- aramaya gitti ve onu yere serilmiş hĂ‚lde buldu. HĂ‚disenin devamını kendisi şoyle anlatır:

Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım;

“–Ey AllĂ‚h’ın duşmanı! Allah seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?” dedim. (O kibir kumkuması son nefeslerinde bile kufr-i inĂ‚dîsi ve şeytan gururundan sıyrılamadı ve şoyle dedi):

“–Allah beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin oldurduğu adamlar icinde benden daha ustun kim var? Ey koyun cobanı! Sen cetin ve erişilmesi cok guc olan bir yere cıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugun devran kimindir?”

“–Allah ve Rasûlu’nundur!” dedim. Onu kendi kılıcıyla oldurdukten sonra Rasûlullah -aleyhisselĂ‚m-’ın yanına vardım:

“–Ebû Cehil’i oldurdum!” dedim. AllĂ‚h’a hamd u senĂ‚ etti ve;

“–O, bu ummetin Firavun’u idi.” buyurdu. (BuhĂ‚rî, MeğĂ‚zî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i HişĂ‚m, II, 277; VĂ‚kıdî, I, 89-90)

Ebû Cehil’in; “Sen bir cobansın.” diye tahkir ettiği İbn-i Mes‘ûd; Kur’Ă‚n ve Rasûlullah mektebinde oyle inkişĂ‚f etmişti ki, Peygamberimiz’in irtihĂ‚linden sonra Kûfe Kadısı oldu. Orada kurduğu Kûfe Hukuk Ekolu’nden İmĂ‚m-ı Âzamlar yetişti. O İmĂ‚m-ı Âzam ki; dunya hukuk tarihinde eşi ve benzeri bulunmadığı gibi, ona emsal diye gosterilmeye kalkılan Solon ve HammurĂ‚bi ancak ona cıraklık edebilirler.

İslĂ‚m hukuk metodolojisinin meşhur sîmĂ‚larından KarĂ‚fî de der ki:

“Allah Rasûlu’nun hicbir mûcizesi olmasa, yetiştirdiği sahĂ‚besi (ile kurduğu fazîletler medeniyeti bile; ) O’nun (ne buyuk bir) peygamber olduğunun şahidi olarak yeterdi.”

HAKİKÎ TERAKKÎ

İşte İslĂ‚m; mensubuna boyle bir kıvam, boyle bir şahsiyet ve karakter, boyle bir izzet ve vakar kazandırmakta.

Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in tedris ve terbiyesi sayesinde; mĂ‚zîsi îtibarıyla hicbir şey olmayan insanlardan, her şey olan, dunyaya yon veren insanlar zuhûr etti. Olulerden diriler cıktı, komurden elmas elde edildi.

Bugun de muslumanlar şahsiyet ve vakarı İslĂ‚m’dan tahsil etmelidir. Demirin terakkîsiyle; teknolojik ustunlukle insanlığa zulmeden, hakikî, insanî medeniyet nĂ‚mına dunyaya kan, acı ve gozyaşından başka bir şey vermeyen ehl-i kufur ve dalĂ‚letten şeref ve haysiyet beklemek bir muslumana asla yakışmaz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Mu’minleri bırakıp da kĂ‚firleri dost edinenler, onların yanında izzet (guc ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki butun izzet yalnızca AllĂ‚h’a aittir.” (en-NisĂ‚, 139)

Hakikaten ashĂ‚b-ı kiram, İslĂ‚m ile izzet buldu.

Kabîle savaşlarından oteye gecememiş kişiler, iklimleri fethederek; adĂ‚let, hak ve hukuku tevzî eden rehberler oldu. Bizans ve SĂ‚sĂ‚nî, devrin iki super gucu iken, İslĂ‚m orduları; birini ortadan kaldırdı, zulmun yuz karası olan Doğu Roma İmparatorluğu’nu da tesirsiz hĂ‚le getirdi.

Ummî, cĂ‚hil, hatta yarı vahşî bir kavmin nesli, dunyanın en sağlam ilim ve arşiv kontrol sistemi olan hadis ricĂ‚l ve sened ilmini tesis etti. Diğer taraftan da fazîletler medeniyeti inşĂ‚ etti.

İlim, irfan, edebiyat, sanat ve mimarîde yani medeniyetin tezĂ‚huru olan her sahada, muslumanlar, kendi şahsiyetlerini aksettiren en mukemmel zirveleri yakaladı.

Fakat asıl buyuk inkişaf gonul dunyasında idi.

SahĂ‚be, nubuvvet pınarından nĂ‚il olduğu yoğun in‘ikĂ‚slar neticesinde Hakk’a akrabiyet, yani kalben Hakk’a yakınlığı tahsil etti. Onların nazarında hak ve hayır butun guzelliği ile; şer ve bĂ‚tıl da butun cirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in‘ikĂ‚s ettirdiler.

Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- kendisi hakkı tevzîde en guzel numûne oldu. VefĂ‚tına yakın gunlerde de kendi şahsına izĂ‚fe ederek;

“AshĂ‚bım; kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” (Bkz. Ahmed, III, 400) sozleriyle emsalsiz bir hak-hukuk ve servet beyannĂ‚mesinde bulundu.

Bu hakkāniyet olculerini Efendimiz’den tahsil eden ashĂ‚b-ı kiram da; cihana yayılarak hakkı tevzî etti, adĂ‚letli, merhametli bir İslĂ‚m şahsiyetini temsil ettiler. Bu gonul kıvĂ‚mına ulaşmış kişiler, sadece hĂ‚lleriyle dahî İslĂ‚m’ı temsil ve tebliğ ettiler.

MÂNEVÎ FUTUHAT

Ucuncu Osmanlı Padişahı I. Murad Han, Kosova’yı fethedince oraya Anadolu’nun temiz insanlarını yerleştirdi. Bu, bir İslĂ‚m iskĂ‚n siyaseti oldu. Anadolu’dan gelen musluman ailelerin yaşayışıyla, sergiledikleri mustesnĂ‚ şahsiyet ve tertemiz karakterle, Arnavutların % 95’i musluman oldu.

İstanbul’un Fethi’nden on sene sonra, 1463’te Bosna fethedildi. Fatih Sultan Mehmed Han da oralara Anadolu’nun temiz insanlarını goturup yerleştirdi. Butun Boşnaklar, boylece musluman oldular. Yine Fatih’in, İşkodra bolgesine getirdiği guzel numûne insanlarla, mĂ‚nevî futuhat devam etti. O coğrafyada da cok halk musluman oldu.

Osmanlı’da dĂ‚imĂ‚, zulmu ve mĂ‚nileri bertarĂ‚f eden zĂ‚hirî fethin ardından, mĂ‚nevî futuhĂ‚tı; İslĂ‚m’ın guler yuzunu sergileyen, İslĂ‚m’ı her hĂ‚lleriyle yaşayan muslumanlar, dervişler, tuccarlar gercekleştirirdi.

O muslumanlar, her şeyleriyle, Hakk’ın şahidi oldular. Kendilerini seyredenlere hayranlıkla; “Bu ne guzel din!” dedirdiler. Asıl fetih bu idi. Gonul fethi idi. Nitekim 18. asırdan itibaren, Osmanlı’nın gucu Balkanları korumaya yetmedi. Balkan Harpleri ile bolgedeki hĂ‚kimiyeti tamamen sona erdi. Oralarda hıristiyan ve komunist idareler nice zulumler ve baskılar uyguladılar. Fakat bugun, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya başta olmak uzere butun Balkanlarda yuz binlerce musluman, İslĂ‚mî huviyetlerini devam ettiriyorlar.

Bugun milyonlarca muslumanın yaşadığı Endonezya gibi okyanus otesindeki ulkeler, gonul futuhĂ‚tı dışında hicbir askerî sefer ile fethedilmedi. Oraya durust, haram-helĂ‚l hassĂ‚siyetiyle iş yapan musluman tuccarlar gittiler. Oranın idarecileri ve halkı;

“Bu ne guzel din!” diyerek halka halka musluman oldular.

VelhĂ‚sıl;

Gercek bir musluman, şahsiyetiyle İslĂ‚m’ın guler yuzunu ve rûhĂ‚nî dokusunu fiilen sergilemelidir.

Bir muslumanın en buyuk tebliği; lisĂ‚nıyla beraber hĂ‚liyle, kulturuyle ve edebiyledir. “Bunlar ne guzel insan!” kıvĂ‚mında şahsiyetine hayran bırakabilmesiyledir.

Rabbimiz; şahsiyet ve karakterimizi, ahlĂ‚kımızı ve gonul dunyamızı, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ve O’nun guzîde ashĂ‚bının mustesnĂ‚ hĂ‚linden nasiplendirsin.

Rabbimiz bizleri; «Daha guzel sozlu kim var?» diye methettiği; İslĂ‚m izzet ve vakarını taşıyan, gonlunden rahmet taşıran, AllĂ‚h’a davet eden, sĂ‚lih amel sahibi muslumanlar zumresine ilhak buyursun.

Âmîn!..




Osman Nuri Topbaş//Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134

__________________