O’NA İTAAT HAKK’A İTAAT

Âyet-i kerîmede buyurulur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim RasûlullĂ‚h’a itaat ederse AllĂ‚h’a itaat etmiş olur…” (en-NisĂ‚, 80)

Rasûl’e itaat, AllĂ‚h’a itaattir.

Cunku O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- her şeyde usve-i hasenedir. AllĂ‚h’ın rĂ‚zı olacağı; en guzel kulluğu, en muazzam ahlĂ‚kı, en mustesnĂ‚ muĂ‚melĂ‚tı sergilemek, yaşayarak yaşatarak oğretmek uzere, butun kĂ‚inĂ‚ta muallim olarak gonderilmiştir.

Aile hayatında, iş hayatında, cemiyette, kumandanlıkta; ferde, cemiyete, asırlara ornek…
KelĂ‚mda mûcize Kur’Ă‚n-ı Kerim olduğu gibi, insanda da hĂ‚rika O’dur. Usve-i hasene, en guzel ornek!..
En ideal aile hayatının sırrını oğrenmek isteyen; O’nun kurduğu, cihanın en mesut ailesine bakmalıdır.

İdeal toplumu arayanlar icin O’nun asrı, yani asr-ı saĂ‚det en guzel ornektir.
Yediden yetmişe her insan; O’nun hayatına bakarak problemlerini halledebilir, telĂ‚fi edebilir.

Rabbimiz; «لاَ اِلٰهَ» diyerek İslĂ‚m’a girerken kalpten nefsĂ‚nî arzuları bertarĂ‚f etmemizi arzu ediyor.

«اِلَّا اللّٰه» diyerek de rûhĂ‚nî istîdatları inkişĂ‚f ettirmemizi istiyor. Boylece kalp, CenĂ‚b-ı Hakk’ın tecellî mekĂ‚nı olacak.

Bu da «مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ»’ı tasdik etmekle, -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kalpten tanımakla olacak. O’nun şahsiyetine hayran olmakla, sunnetine tĂ‚bî olmakla muyesser olacak.

Allah katında kıymet kazanmak istiyorsak, O cevheri yureğimizde taşımalı, O’nun ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanıp istikameti uzere yaşamaya gayret etmeliyiz. Zira Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmaktadır. (BuhĂ‚rî, Edeb, 96)

Bu beraberliğin hakikati ise; hĂ‚l beraberliği, amel beraberliği, ahlĂ‚k beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhĂ‚sıl istikamet beraberliğidir.

GONLUMUZ DE O’NUN MUHABBETİYLE DOLMALI

Bir teşbihle ifade edersek, gul ağacından murad, ne kok, ne govde, ne diken, ne yaprak; sadece guldur. Butun cicekler icinde en zarifi ise yine guldur. Yaprak icin o gul ile beraberlik ne buyuk bir şereftir. Govde icin o gule hizmet ne buyuk nimettir. HattĂ‚ ayağı dibindeki toprak icin o gulun şebnemleriyle ıslanmak, onun ıtırıyla bezenmek ne buyuk bir bahtiyarlıktır.
Şeyh SĂ‚dî, GulistĂ‚n’ında bu bahtiyarlığı şu temsil ile anlatır:
Bir gun hamamda dostlardan biri bana guzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parcası verdi.
Kile sordum:

“–A mubĂ‚rek, sen misk misin, anber misin? Senin gonul cekici guzel kokunla mest oldum.”

Kil bana şoyle cevap verdi:

“–Ben bir gulun toprağıydım. O gulun yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim uzerime ağlayarak damlardı. Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelĂ‚de bir «kil»im. Bu koku onundur…”

Fuzûlî, Gul-i GulzĂ‚r-ı Nubuvvet Efendimiz’in eşsizliğini şoyle ifade eder:

Suya virsun bĂ‚ğbĂ‚n gulzĂ‚rı zahmet cekmesun,
Bir gul acılmaz yuzun tek virse bin gulzĂ‚re su…

“Bahcıvan, gul bahcesini sulamak icin (boş yere) zahmet cekmesin! (Zira), bin tane gul bahcesi sulasa, (YĂ‚ RasûlĂ‚llah, yine de) Sen’in yuzun gibi bir gul (hicbir zaman) acılmaz!..”
MevlÂn Hazretleri buyurur:

“Ey gafil! Musa ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et. AsĂ‚ nasıl ejderhĂ‚ oldu ve hurma kutuğu nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?”

“Hazret-i MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- , kendisinden ayrı duştuğu icin inleyen HannĂ‚ne1 direğini okşadı. Sen, ey insan, bir ağactan da aşağı değilsin. HannĂ‚ne direği ol da sen de ayrılıktan inle…”

İnle, cunku O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de senin icin; «Ummetî!.. Ummetî!..» diye CenĂ‚b-ı Hakk’a yalvarmakta…

Ahsen-i takvîm olan insanın, Varlık Nûru’nun kıymetini idrĂ‚k etmesi, O’nu idrĂ‚k ederek, O’na yakınlık icin inlemesi ve yanması elbette, sĂ‚ir mahlûkattan farklı ve mustesnĂ‚ olmalıdır. Bunu ifade icin Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’dan ilhamla denilmiştir ki:

“Odun yanar kul olur, gonul yanar kul olur.”

HayĂ‚tiyetini kaybetmiş, olu bir kutukten bir şey beklenmez. Gafil insan icin cehennem vardır. Fakat gonlu diri, gozleri mĂ‚nĂ‚ ve hakikatlere acık, kulağı hakka ve hayra Ă‚mĂ‚de bir mu’min, idrĂ‚k ettiği hakikatlerle hamlıktan kurtulur, pişmeye başlar. Sonunda yanar. Elbette onun yanışı, bir odunun yanıp kul oluşu, hic oluşu gibi bir yanış değildir. «نِعْمَ الْعَبْدُ» medhine mazhar bir kul hĂ‚line getiren bir yanıştır. Sevdiğinde fĂ‚nî eden bir yanış ve kavruluştur. Neticesi cennettir. Tıpkı pervĂ‚nenin yanışı gibi:

PERVÂNE GİBİ

Buyuk şair ve mutefekkir Muhammed İkbal; uzakta ve karanlıkta kalanlarla, nûra koşan, aşk ile yanıp nûr olanları şoyle bir temsil ile anlatır:
Bir gece, kutuphanemde bir guvenin, pervĂ‚neye şoyle dediğini duydum:

“–İbn-i SînĂ‚’nın kitapları icine yerleştim. FĂ‚rĂ‚bî’nin eserlerini gordum. (Felsefenin bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Fakat) bu hayatın mĂ‚nĂ‚sını bir turlu anlayamadım. KĂ‚buslu cıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir guneşim yok ki, gunlerimi aydınlatsın…”

Guvenin bu feryĂ‚dına mukabil, pervĂ‚ne; guveye, yanık kanatlarını gosterdi:
“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk icin kanatlarımı yaktım.” Sonra da şoyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, cırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yani pervĂ‚ne; guveye, yanık kanatlarını gostererek hĂ‚l lisĂ‚nı ile;
“Sen bu felsefenin cıkmaz sokaklarında helĂ‚k olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mĂ‚nĂ‚ deryĂ‚sından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

Bu temsilde; yaşanmayan, amelsiz, kuru ilim sahibi, ihlĂ‚s ve takvĂ‚dan mahrum olarak kara kitaplara yaslanmış bilgicler guveye benzetilir. TakvĂ‚, haşyet ve muhabbetle yanan Ă‚şık gonuller, ilmiyle Ă‚mil yanık gonullu Ă‚rifler ise, pervĂ‚neye teşbih edilir.

O pervĂ‚nelerin, Allah Rasûlu’nden ayrı duşme korkusuyla inleyenlerin en guzel misĂ‚li Hazret-i SevbĂ‚n idi.
SevbĂ‚n -radıyallĂ‚hu anh- bir gun Efendimiz’in yanına geldi. Efendimiz onu cok mağmum, mahzun ve kederli gordu.

“–SevbĂ‚n, nedir derdin?” buyurdu.
SevbĂ‚n icli icli anlattı:

“–Anam, babam ve bu cĂ‚nım Sana fedĂ‚ olsun yĂ‚ RasûlĂ‚llah! Sohbetinde hĂ‚lden hĂ‚le geciyorum. Eve gidiyorum hasret kalıyorum. Nûrundan ayrı gecirdiğim her an bana ayrı bir hicran… Dunyada boyle olunca Ă‚hirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz, peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede savrulacağım belli değil! Ustelik cennete giremezsem, sizi gormekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hĂ‚l beni yakıp kavuruyor ey AllĂ‚h’ın Rasûlu!”

Efendimiz bir muddet sukût etti. Ondan sonra;
“Ey SevbĂ‚n, kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (BuhĂ‚rî, Edeb, 96; Muslim, Birr, 165)
SevbĂ‚n’ın belki bu dunyada bir dikili ağacı bile yoktu. Fakat o, dunyanın en zengin insanıydı, cunku Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in muhabbetine rĂ‚m ve beraberlik sırrına mazhar olmuştu.
Bir ormanı dışarıdan seyredince sadece bir resim tablosu olarak bir guzellik arz eder. Yaklaşınca her bir ağacın, her bir ciceğin, her bir meyvenin guzellikleri temĂ‚şĂ‚ edilir. Seyredilmekle de kalmaz; rĂ‚yihaları koklanmaya, kuş cıvıltıları işitilmeye, meyveleri tadılmaya başlar. Yani ormanla temsil edilen hakikat bizzat, hakka’l-yakîn yaşanır.

İşte ashĂ‚b-ı kiram; Peygamber Efendimiz’i uzaktan seyretmedi, yakından tanıdı. O’nunla maiyyet/beraberlik sırrına erdi. Her biri kendi istîdĂ‚dınca O’nun nûruyla boyandı, ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klandı. SevbĂ‚n gibi Rasûlullah Ă‚şıkları, O’na yaklaşmak uğrunda her fedĂ‚kĂ‚rlığa gonullu, her meşakkate rĂ‚zı idiler.
Muteakip nesillerde de O’nun Ă‚şıkları, O’nun kardeşleri arasına iltihĂ‚k edebilme cırpınışında her fedĂ‚kĂ‚rlığa gonulden koştular.

RASÛLULLAH AŞKIYLA

Bursa kadısı Mahmud Efendi, butun dunya makam ve debdebesini geride bırakarak UftĂ‚de kapısında hizmetkĂ‚r oldu. Allah ve Rasûlu’ne yaklaşma yolunda kendisine ayak bağı olan nefsĂ‚nî problemlerini yenmek icin; ustĂ‚dının emriyle sırtında kaftanıyla, Bursa sokaklarında ciğer sattı. DergĂ‚hta tuvalet temizledi. Hicliğe erişti, fakat nihayetinde; dilinden hikmetler dokulen ve cihan padişahlarının da onun onunde hurmetle eğildiği Aziz Mahmud HudĂ‚yî Hazretleri oldu.

HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî, zĂ‚hirî ilimlerde zirve idi. Ona «Şemsu’ş-Şumûs: Guneşler Guneşi» diyorlardı. Fakat o da asıl tahsilin Allah ve Rasûlu’nu yakından tanımak olduğuna dair bir işaretle binlerce kilometre yol aşıp Hindistan’a gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergĂ‚hına vardı. Geldiği haber verilince Abdullah Dehlevî -kuddise sirruh- onu karşılamadı;

“Tuvaletleri temizlemeye başlasın!” diye haber gonderdi. MevlĂ‚nĂ‚ HĂ‚lid, ilmiyle gururlanmadan hemen hizmete koyuldu. Kuyudan su cekerek, omzunda yaralar bırakan tahta terazilerde kovalarla taşıyarak aylarca hizmet etti. Ancak bu hizmetlerden sonra, ustĂ‚dı onunla bizzat alĂ‚kadar olarak, kısa surede onu yetiştirdi ve seyr u sulûkunu tamamlamış ve vazifelendirilmiş olarak memleketine gonderdi. Yolcu ederken de şehrin dışına kadar kilometrelerce mesafede, onun yanından yurudu ve;

“Sadrımda ne varsa aldı, goturdu.” dedi.

Esas tahsil Allah Rasûlu’nu yakından tanıyabilmek.

Yakından tanıyanlar Ă‚bĂ‚d olur, uzaktan bakanlar ise berbĂ‚d olur, kahrolur gider.

Peygamberimiz’e ittibĂ‚, AllĂ‚h’ın muhabbet ve mağfiretine vesile olur. Allah ve Rasûlu’ne muhabbet, rakik gonullu, derûnî hissiyatlı, istîdatlı Ă‚şıkları bir vecd ve istiğrĂ‚k hĂ‚line sevk etmiştir. Onların icli bir numûnesi olan Fuzûlî; gozlerinden akan yaşlarda, nehirlerin cağıldayışında, gokte ve yerde, her şeyde Allah Rasûlu’ne muhabbetli bir akış gorur. KĂ‚inatta nereye baksa, neyi gorse her şey ona Allah Rasûlu’nu hatırlatmaktadır. Cağıldayarak akan bir dere onun gonlune şoyle dedirmektedir:

HĂ‚k-i pĂ‚yine yetem der omrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer Ă‚vĂ‚re su…

“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mubĂ‚rek toprağına ulaşayım diye; sular, hic durmadan omurler boyu başlarını taştan taşa vurarak Ă‚vĂ‚re ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”

Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin aşkı ise gonulde aşk ateşinin hararetiyle tezĂ‚hur eder. O oyle bir yanış hĂ‚lindedir ki, guneşin hararetinin butun dunyayı sardığı gibi, aşk-ı Muhammedî de onun butun dunyasını doldurmuştur. Her ne yone baksa ateştir:

TecellĂ‚-yı cemĂ‚linden habîbim nev-bahĂ‚r Ă‚teş!
Gul Ă‚teş, bulbul Ă‚teş, sumbul Ă‚teş, hĂ‚k u hĂ‚r Ă‚teş!

“Habîbim, Sen’in guzelliğinin tecellî ederek ortaya cıkmasından dolayı, Sana Ă‚şık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gul ateş, bulbul ateş, sumbul ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi icinde!..”

O’nun Ă‚şıklarında bu muhabbet ve ittibĂ‚ın tezĂ‚hurleri de farklı farklıdır.

Yine O HidĂ‚yet Guneşi’ne Ă‚şık, nurlu bir hilĂ‚l olan Hak dostu Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri de, Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- 63 yaşında ebediyete irtihĂ‚l ettikleri icin bu yaştan sonraki omrunde yeryuzunde dolaşmaya vedĂ‚ etmiş, vefĂ‚t edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Buyuk hadis Ă‚limi İmĂ‚m-ı Nevevî Hazretleri; Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair malûmat tespit edemediğinden, ne yapacağını bilemedi, karpuz yemedi. O’na ittibĂ‚ edemeyeceği icin karpuz ona tatlı gelmedi. Cunku onun lezzet aldığı tek şey Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’e her hĂ‚linde tĂ‚bî olmaktı.

Bunlar zihnin değil, kalbin tahsilidir. Gonlun tĂ‚limidir. Bunları bir başkasının taklit etmeye kalkması, uygun değildir. Bunlar gonulden taşarak, samimiyetle yaşanmış hususî hĂ‚llerdir.

Onların muhabbetleri, fedĂ‚kĂ‚rlık ile tezĂ‚hur etti. FedĂ‚kĂ‚rlıkları da zaferlere vesile oldu.

Vehb bin Kebşe -radıyallĂ‚hu anh- ; Cin’e giderken yorulmadı, uşenmedi… İbn-i Abbas’ın kardeşi; Semerkant’a gitti, o da aynı şekilde hicbir bezginlik gostermedi. Allah Rasûlu’nun muhabbeti ve O’nun bir mujdesine nĂ‚il olma heyecanı; HĂ‚lid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-EnsĂ‚rî’ye seksen yaşında, yollara duşup İstanbul fethi icin seferlere katılma enerjisi oldu.
Onlar cellĂ‚tlardan, duşmanlardan ve eşkıyĂ‚dan korkmadı.

Onların bir tek korkusu; Allah ve Rasûlu’nun sevgisinden ve O’nu tanımaktan mahrum olmaktı. Onlar icin dunyada en buyuk kayıp bu idi. Dunyanın bir metĂ‚ını, makamını ve servetini kaybetmek değildi.

O’NU İDRÂK ETMEK!

Yaman Dede; Galata MevlevîhĂ‚ne’sine giderken yolda duvara yaslanmış, mecalsiz ve tĂ‚katsiz bir vaziyette iken kendisine bir talebesi denk gelir. Der ki:
“‒Hocam, herhĂ‚lde hastasınız. Sizi doktora goturmemi ister misiniz?”
Yaman Dede, derin bakışlarını talebesine cevirir:
“‒Hayır evlĂ‚dım, hasta değilim. Sadece hatrıma Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- geldi. O’nun muazzam ve mûtenĂ‚ hĂ‚l ve şahsiyetini duşundukce, dehşete gelip kendimi kaybediyorum, O’nu idrak husûsunda tĂ‚katim kesiliyor.

Ayakta duracak mecĂ‚lim kalmıyor. HĂ‚lsiz ve perişan duşuyorum.”
Onun yazdığı na‘t-ı şerif de bu hissiyĂ‚tı ne guzel ifade eder:
Susuz kalsam, yanan collerde cÂn versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummĂ‚nlarda nem duymam,
Alevler yağsa goklerden ve ben masseylesem duymam,
CemĂ‚linle ferahnĂ‚k et ki yandım yĂ‚ RasûlĂ‚llah!..

Efendimiz’i hatırlamak, buyuk fetihlerin kuvvet ve heyecanı da oluyordu. O’nun emĂ‚neti olan İslĂ‚m birliğini muhafaza nĂ‚mına şark seferine cıkan Yavuz Sultan Selim Han; ust uste tecellî eden buyuk futuhatlardan sonra donerken, İstanbul halkının kendisini buyuk bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun uzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Camlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nefsine mağlûp olmamak icin takvĂ‚ ve mahviyet libĂ‚sına burunup lalası Hasan Can’a;

“–Hava kararsın, herkes evlerine donsun de ondan sonra İstanbul’a girelim. FĂ‚nîlerin alkışları, zafer tĂ‚kları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.

Akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve Ă‚lĂ‚yişsiz bir şekilde şehre girdi.
Bu derviş yurekli sultan, bir Allah dostuna rĂ‚m olmanın kıymet ve değerini ifade sadedinde şoyle demiştir:

PĂ‚dişĂ‚h-ı Ă‚lem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cumleden Ă‚lĂ‚ imiş.

Hakikaten onun icin sultanlık, takdirin omuzlarına yuklediği bir vazife idi.
Nitekim;

Trakya seferine cıktığında Yavuz’un sırtında şirpence adlı tehlikeli bir cıban cıkar. Yara iyice derinleşince Hasan Can; durumun nezĂ‚ketini gozyaşları icinde, şoyle ifade eder:

“–Padişahım, şimdi Allah ile beraber olmak zamanıdır.”

Yavuz ise şu mĂ‚nidar cevabı verir:

“–Ya bunca zamandan beri bizi kiminle bilirdin?”

Daha sonra Yavuz, nediminden kendisine bir YĂ‚sîn-i şerif okumasını talep eder ve son nefesini huzur icinde verir.
Sıradan insanından kadı ve hukumdarına, bu zirve insanları kim yetiştirdi? Bu mukemmel şahsiyetler, hangi mektebin mezunudur?

MUSTESNÂ TALEBELER

Bir coban ki, kendisine gayr-i meşrû bir dunya metĂ‚ı teklif edildiğinde, Allah korkusuyla titreyerek, parmağını semĂ‚ya kaldırıp der ki:

“‒Allah gormuyor mu? Allah nerede?”

Yine bir hizmetkĂ‚r ki, gunluk yegĂ‚ne yiyeceğini ac bir kopeğe verir ve niye boyle yaptığını soran kişiye der ki:

“‒Onu da beni de yaratan, aynı Allah! O burada garip. Belli ki uzaktan gelmiş. Ac kalmasına gonlum rĂ‚zı olmadı.”

Duşunelim:
Bu kimseler hangi fakultede tahsil yaptı. Hangi mastır yahut doktora programından mezun oldu?

Onlar, Allah Rasûlu’ne muhabbet ve O’nunla kalben beraberlik tahsiliyle bu kıvĂ‚mı kazandılar.

Gururu, bencilliği, cimriliği ve cehĂ‚leti ayaklarının altına alıp, tevĂ‚zuyu, fedĂ‚kĂ‚rlığı ve comertliği tĂ‚c ettiler.
İşte asıl tahsil…

Kendimizi SevbĂ‚n -radıyallĂ‚hu anh- ve bu buyuk peygamber Ă‚şıkları ile mukayese ettiğimiz zaman, acaba bu sevginin neresindeyiz? Âhirette O’ndan ayrı duşmek korkusu bizi ne kadar endişelendiriyor?
Bugun Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın mahşerde O da bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gonlumuz O’nu gorecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar. O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla Ă‚bĂ‚d eder.

Kısacası, biz O’na tĂ‚bî olalım ki, O da bize;

“Peygamber de sizin uzerinize şahit olsun!” (el-Bakara, 143) buyurulduğu uzere, şahit ve şefaatci olsun.

Dunyaya Efendimiz’den tahsil gormeye geldik. Bu sebeple, Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in ilk emri;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ ى خَلَقَ
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!» (el-Alak, 1) fermanı olmuştur.

Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bu ilĂ‚hî emre muhatap olduğunda, HirĂ‚ Mağarası’nda tefekkur ve tezekkur icin inzivĂ‚ hĂ‚lindeydi. Yani peygamberlik oncesinde, cĂ‚hiliyye zulum ve zulumĂ‚tı icinde bîzĂ‚r olan kalb-i Muhammedî; yanına az bir azık alarak uzlete cekiliyor, KĂ‚be’yi seyrederek uzun ve derin tefekkurlerle ferahlıyordu.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emriyle ilk vazife, tefekkur olarak beyan buyurulmuş oldu. Cunku tefekkur; îmĂ‚na, ibĂ‚dete, ahlĂ‚ka ve her şeye vesile…

TEFEKKUR, ÎMAN ANAHTARI

Tefekkurumuz icin uc yardımcı var:

Mu’min; birbirini tefsir ve şerh eden uc ayrı hĂ‚rika tecellîden istifĂ‚de eder:

İnsanın kendi mĂ‚hiyeti, ozu, cevheri…
KelĂ‚mullah, Kur’Ă‚n-ı Kerim Ă‚yetleri…
Bir kĂ‚inat kitĂ‚bı olan cihan dershĂ‚nesi…

İnsanoğluna akıl, bu ilĂ‚hî sır ve hikmetleri temĂ‚şĂ‚ ve tefekkur edebilmesi icin verilmiştir.

EsĂ‚sında butun Ă‚lem, esmĂ‚ terkiplerinin tecellîlerinden ibĂ‚rettir. Bu mĂ‚nĂ‚da cihan, onu ayna yapacak olan kimyevî terkibi / sırrı cekilmemiş bir cam levha hĂ‚lindedir. O levhaya ayna vasfı kazandıracak bir ilĂ‚hî terkib / «sır» olarak yaratılan insan onu tamamlar ve tefekkur nazarıyla bakıldığında Ă‚lem, insana bir endam aynası olur. İnsan, onda kendinin hicliğini ve yaratılış cevherini gorur ve bilir. Bu tefekkurle;

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

Hazret-i Âdem’e CenĂ‚b-ı Hak «butun esmĂ‚»yı oğretmiştir. İnsanoğlu, Rabbinin kendisine lutfettiği bu ilim ve husûsiyetlerle; yeryuzunde Hakk’ın şahidi olacak, kĂ‚inat kitĂ‚bının ve Kur’Ă‚n-ı Hakîm’in rehberliğinde, kendi ozundeki sırları ve hikmetleri okuma gayretinde olacaktır. Bu gayret ona, «mĂ‚rifetullĂ‚h»a mesafe kat ettirecektir.

KELİMELERDEN OLUŞAN CİHAN: KUR’ÂN

KĂ‚inat, Kur’Ă‚n-ı Kerim mûcizesinin bir nevî mufassal tefsîri demektir. Yani Kur’Ă‚n-ı Kerim, kelimelerden oluşan bir cihan; kĂ‚inĂ‚t ise kelimeleri olmayan bir Kur’Ă‚n’dır.

Kur’Ă‚n-ı Kerim, Son Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyĂ‚mete kadar bĂ‚kî mûcizesidir. Onceki semĂ‚vî kitaplar, tahrife uğramışken, Kur’Ă‚n ilĂ‚hî sıyĂ‚net ile muhafaza edilmiştir.

Kur’Ă‚n-ı Kerim; muhteşem ilĂ‚hî diksiyonuyla, nazmındaki mustesnĂ‚ letĂ‚fet ve azametiyle, mĂ‚nĂ‚larında ucsuz bucaksız derinlik ve zenginlikle, mukemmel belĂ‚gat ve fasĂ‚hatiyle, muhtevĂ‚sındaki insan ve toplumun ferdî, ailevî, ictimĂ‚î, iktisĂ‚dî ve siyasî butun dertlerine şifĂ‚ ve derman oluşuyla, gaybdan verdiği haberlerle ve kıyĂ‚mete kadar insanoğlunun emekleye emekleye bulduğu kevnî ve ilmî hakikatleri asırlar once ifade etmesiyle mûcizeler mûcizesi bir hĂ‚rikadır.

KĂ‚inat ve hĂ‚disĂ‚tın kalp aynasında temĂ‚şĂ‚sında da aynı idrak ve şuur farkı gorulur. Cunku kalp aynasının gunah ve haram paslarından ne derecede arınmış; îman, takvĂ‚ ve ihlĂ‚s cilĂ‚larıyla ne kadar mucellĂ‚ hĂ‚le gelmiş olduğu; elbette ki, ondaki tecellîlere aksedecektir.

Mu’min; Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in Ă‚yetlerini de kalbinin takvĂ‚sı nisbetinde tefekkur edebilir. Aynı rahle başına oturan muteaddit şahıslardan her biri, Kur’Ă‚n’ın mĂ‚nĂ‚ ummĂ‚nından farklı derecelerde istifĂ‚de edebilir.
Ancak kalbinde kilit olanlar Kur’Ă‚n’dan istifĂ‚de edemezler. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا
“Onlar Kur’Ă‚n’ı (inceden inceye) duşunmuyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Kur’Ă‚n-ı Kerim; dĂ‚imĂ‚ insanı tefekkure, akletmeye, ilĂ‚hî azameti ve Ă‚kıbeti duşunmeye davet eder:

AKLETMEZ MİSİNİZ?

اَفَلَا تَعْقِلُونَ “Akletmez misiniz?”

اَفَلَا تَذَكَّرُونَ “Duşunup ibret almaz mısınız?”

اَفَلَا تُبْصِرُونَ “Gormez misiniz?”

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “Tefekkur etmez misiniz?”

Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ; Kur’Ă‚n-ı
Kerîm’i vakar ile, tane tane ve derin bir hassĂ‚siyet icinde okurdu. Âyet-i kerîmelerin mĂ‚nĂ‚ları uzerinde tefekkur eder ve emirlerini derhĂ‚l hayatına tatbik ederdi. AllĂ‚h’ı tesbih etmekten bahseden Ă‚yetlere gelince;

«SubhĂ‚nallah!» gibi tesbih ifadeleriyle AllĂ‚h’ı noksanlıklardan tenzih ederdi. DuĂ‚ Ă‚yetleri gelince onlarla AllĂ‚h’a munĂ‚catta bulunurdu. CenĂ‚b-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden Ă‚yetleri okuyunca, hemen AllĂ‚h’a sığınırdı.
Bazen bir Ă‚yet-i kerîmeye oylesine teksîf olurdu ki; sabaha kadar o Ă‚yet ile tefekkur ve niyaz hĂ‚linde bulunurdu.

Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- , baktığı her şeyden bir ibret cıkarıp hamd ve şukur ile Rabbine yonelirdi. Bizler de;

Gorduğumuz her şeyde ilĂ‚hî azameti seyrederek his ve fikir dunyamızın mĂ‚nevî gıdĂ‚sını almaya gayret etmeliyiz. Musluman; Guneş’e, Ay’a, atmosfere, kendi yaratılışına, ecdĂ‚dına, evlĂ‚dına, velhĂ‚sıl nereye bakarsa baksın, bunlar vesilesiyle ikrĂ‚m edilen ilĂ‚hî mesajları kalp gozuyle okumalıdır. Nereden ve nasıl geldiğini, nasıl hayat surebildiğini, cehre ve sûretini kimin verdiğini, omrunu kimin tayin ettiğini, nereye gitmekte olduğunu, hayat ve kĂ‚inĂ‚tın hikmetsiz olmadığını, hicbir şeyin boş ve abes yere yaratılmadığını, kendisinin başıboş bırakılmadığını duşunup, dĂ‚imĂ‚ ilĂ‚hî kudret ve azametin farkında olmalıdır. CenĂ‚b-ı Hak, mu’minlerin tefekkurunu şoyle tasvir buyurur:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları uzerindeyken (dĂ‚imĂ‚) AllĂ‚h’ı zikrederler. Goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler (ve şoyle derler):

«Rabbimiz! Sen bu (Ă‚lemi) boşuna yaratmadın, Sen’i tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!»” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)

Bir seher vakti Hazret-i BilĂ‚l geldi ve Hazret-i Peygamber’i perişan bir hĂ‚lde gordu.
Efendimiz ağlıyordu. O kadar ağlamıştı ki; elbisesi, mubĂ‚rek sakalları, hattĂ‚ secde ettiği yer sırılsıklam ıslanmıştı.

“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Allah TeĂ‚lĂ‚ Siz’in gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hĂ‚lde nicin ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ;

“–AllĂ‚h’a cok şukreden bir kul olmayayım mı? VallĂ‚hi bu gece bana oyle Ă‚yetler indirildi ki, onu okuyup da uzerinde tefekkur etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve Âl-i İmrĂ‚n, 191 ve 192. Ă‚yetleri okudu. (İbn-i HibbĂ‚n, II, 386)

Tefekkur; nimeti duşundurur, hesabı hatırlatır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ
“Nihayet o gun (dunyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.”

Bu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olduğunda cok fakir, muhtac bir sahĂ‚bî ayağa kalkarak;

“‒(YĂ‚ RasûlĂ‚llah!) Benim uzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulĂ‚saten;

“–Golge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)

Efendimiz’in bu cevabındaki anahtarla tefekkur edelim:

Ağaclar bizim icin yaratıldı. Hem golgeleniyoruz, hem meyvelerini ve yemişlerini yiyoruz. Govdesinden ahşap eşyalar yapıyoruz. Ağaclar havayı temizliyor. Hem de bize huzur veren yeşiliyle ve mevsiminde cicekleriyle cok guzel bir manzara sergiliyor. Bir duşunelim; ağaclar olmasaydı, bu dunya ne kadar kurak, corak ve huzurdan mahrum olurdu!

Diğer mahlûkat istese de bir ayakkabı giyemez. CenĂ‚b-ı Hakk’ın verdiği istîdatla, bize musahhar kıldığı mahlûkātın derileri gibi malzemelerle biz ihtiyaca gore ceşit ceşit ayakkabılar imal edip giyebiliyoruz. Sıcaktan, soğuktan, taştan, dikenden ve kirden muhafaza oluyoruz. Şukredebiliyor muyuz?

Yağmur bir deniz suyu gibi tuzlu yağsaydı yahut bol sodalı olsaydı, asitli veya kirli yağsaydı hĂ‚limiz ne olurdu!

En basit nimetlerden başlayarak, uzerimizdeki sonsuz nimetleri tefekkur etmeliyiz.

Nimetler Hak yolunda hamd ve şukur îfĂ‚sıyla değerlendirilirse onların hesabını vermek o kadar rahat hĂ‚le gelir.

O hĂ‚lde kĂ‚inĂ‚tı, butun nimetleriyle tefekkur etmeliyiz.

MEKTEB-İ ÂLEM

Zerreden kurreye her şey ilĂ‚hî azamet tecellîsi. Her şey kudret akışları…
Ziya Paşa ne guzel soylemiştir:

Bin ders-i maĂ‚rif okunur her varakında,

YÂ Rab ne guzel mekteb olur mekteb-i Âlem!

“Bu kĂ‚inat kitabının her bir yaprağında mĂ‚rifet ilminin binlerce dersi okunur. YĂ‚ Rabbî! Şu Ă‚lem, tefekkur deryĂ‚sına dalarak ibretler almak icin ne guzel bir mekteptir.”

Âlimler, kĂ‚inat yaratıldığından beri 13 milyar yıl gectiğini tahmin etmektedirler. İnsanın varlığı, bu muazzam zaman diliminin ancak son demlerine tesaduf eder. CenĂ‚b-ı Hak da bu hakikati tefekkur etmemizi ister. Âyet-i kerîmede şoyle buyurulmaktadır:

“İnsanın uzerinden, henuz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir sure gecmedi mi?” (el-İnsĂ‚n, 1)

İnsanın ismi de cismi de yoktu. Fakat CenĂ‚b-ı Hak bu cihanı insana hazırladı. İnsan icin zengin bir tefekkur malzemesi olması icin, husûsiyle ilĂ‚hî sanat bu kucuk gezegende galeyĂ‚na geldi. Bunları tefekkur eden kişi anlar ki, CenĂ‚b-ı Hak ne kadar muazzam bir tefekkur zenginliği ihsan etmiş.
İnsanın, bu zenginliğin sebebini tefekkur ettiğinde bir kere daha şukretmesi gerekir. Zira insanı felĂ‚ha kavuşturacak îman ve ibĂ‚dete anahtar olan tefekkur nimeti icin bin bir fırsat ve vesileyi halk etmesi, AllĂ‚h’ın kullarına en buyuk yardımlarından biridir.

TEFEKKURDE DE REHBERİMİZ

Peygamber Efendimiz şoyle buyurmuştur:

“Tefekkur gibi ibĂ‚det yoktur.” (Beyhakî, Şuab, IV, 157)
Bazen Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ashĂ‚bının suallerine, onları tefekkur ettirerek cevap verirdi. Ebû Rezin -radıyallĂ‚hu anh- anlatıyor:

Bir gun;
“–Ey AllĂ‚h’ın Rasûlu! Allah TeĂ‚lĂ‚, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dunyadaki misĂ‚li nedir?” diye sordum.

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ;

“–Sen, hic kavminin yaşadığı vĂ‚diden kurak mevsimde gecmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.

Ben;
“–Elbette!” deyince;

“–İşte bu, AllĂ‚h’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah oluleri de boyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)

CenĂ‚b-ı Hak; bizleri de Kur’Ă‚n-ı Kerîm’i tezekkur ile tilĂ‚vet edebilenlerden, kĂ‚inĂ‚tı tefekkur ile temĂ‚şĂ‚ edebilenlerden eylesin.
Kalplerimizin tefekkur ve tehassusune, Allah Rasûlu’nun rûhĂ‚nî dokusundan nasipler lutfeylesin.
Âmîn!..

1 Peygamberimiz’in uzerinde hutbe okuduğu bir hurma kutuğu vardı. İhtiyac gorulup minber yapılınca, bu hurma direği, firĂ‚kından dolayı deve inleyişine benzeyen bir sesle inleyip ağladı. Peygamberimiz da yanına vararak okşadı ve bu kutuk sukûnet buldu. (BuhĂ‚rî, Cuma, 26; Tirmizî, MenĂ‚kıb, 6/3627) HannĂ‚ne «inleyen» demektir.





Yuzakı Dergisi

Yıl: 2016 Ay: Mayıs Sayı: 135

__________________