«BİLMİYORUM!»

HirÂ’da Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem- inzivÂda iken CebrÂil -aleyhisselÂm- ilk vahiyle geldi ve dedi ki:

“‒Oku!”

Fahr-i KÂinat -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ise;

“‒Ben okumayı bilmiyorum.” dedi.

Cunku O’na Allah oğretecekti. O da butun cihana oğretecekti. Nitekim;

Yuce Allah, Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e sonsuz hakikatler oğretti. O ummî kulu, en Âlim bir Rasûl-i Ekrem eyledi. İki cihanın nice bilinmeyen engin sırlarını ve hikmetlerini oğretti. Vahyin dışında da dÂimÂ;

«Bilmiyorum!» demeyi oğretti.

Yani hicliği tÂlim etti.

O’nun Peygamberler kervanının hem başı hem sonu olmasını bunda gizledi. Hem en zirvede, hem de en mutevÂzısını bunda fÂş etti.

Yani;

Fahr-i KÂinÂt Muhammed Mustafa -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in butun ihtişamı, mustesn bir kulluk ve hiclik hÂline bağlı. Bu hakikati CenÂb-ı Hak, şoyle beyÂn etmekte:

(Ey Habîbim, insanlara) soyle:

«Ben, peygamberlerden ilk defa (gelmiş ve sonradan zuhûr etmiş) değilim. (Rabbim tarafından);

Bana ve size ne yapılacağını (o bildirmedikce, kendi kendime asla)
BİLMEM. Ben, ancak bana vahyolunanlara tÂbî olmaktayım.

Ben ancak (AllÂh’ın azÂbıyla) apacık bir nezîrden (uyarıcı ve korkutucudan) başkası da değilim.»” (el-Ahkāf, 9)

Butun hakikat bu:

Allah bildirmemişse, hicbir şey bilmemek.

CenÂb-ı Hakk’ın ovduğu en yuce ahlÂk-ı Peygamber bu.

Buna mÂnidar bir misal:

Osman bin Maz‘ûn -radıyallÂhu anh-, Medine’de vefÂt etmişti. Ummu’l-Al isminde bir kadın;

“–Ey Osman, şahÂdet ederim ki şu anda Allah TeÂl sana ikrÂm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallallÂhu aleyhi ve sellem- mudahale etti;

“–AllÂh’ın ona ikrÂm ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.

Kadın;

“–Bilmiyorum vallÂhi!” dedi.

Allah Rasûlu -sallallÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefÂt etmiştir. Ben şahsen onun icin Allah’tan hayır umit etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hÂlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hÂller gececeğini) BİLMİYORUM.” (BuhÂrî, TÂbîr, 27)

Bu beyan, o nebîler serveri olan Allah Rasûlu -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in hem buyukluğunu hem de ilÂhî azamet karşısında acziyetini cok mÂnidar ifade eder. Cunku O;

KUL ve RASÛL
Butun azametli risÂlet vazifesinin yanında ve evvelinde O -sallallÂhu aleyhi ve sellem-, muhteşem bir kuldur. Kulluğunun ihtişamı icinde muhteşem bir Rasûl’dur. Biz, kelime-i şahÂdette işte bu gerceğe şahitlik ediyoruz:

Abduhû ve Rasûluhû: Kulu ve peygamberi…
Peygamber’di, nice gaybı vahy ile butun insanlığa bildiriyordu.

Kuldu, Allah bildirmedikce hicbir gaybı bilmediğini ifade ediyordu.

Allah’tan vahiy gelmedikce, kendi başından gececek hÂdiseleri de bilmiyor ve ancak vahye tÂbî ve ilÂhî takdire teslîmiyet icinde yaşıyordu.

Oyle ki;

Peygamber Efendimiz -sallallÂhu aleyhi ve sellem-, CenÂb-ı Hakk’ın bir muddet vahiy indirmediği pek muşkil hÂdiselerde, tamamen hicliği idrÂk icinde sadece vahy-i ilÂhîyi beklemiştir.

Zira O’nun butun vazifesi, tevhîdi tesis etmekti.

Tevhid ise;

Hak’tan başka her şeyi l / لَا potasında eritip sadece bir olana ill / اِلَّا yani yalnız AllÂh’a îman ve takv ile iltic demekti.

Yani her şey hic, sadece bir olan her şeydi.

Bu itibarla en muhim hakikat, tevhiddi ve tevhîdin de hicbir ortaklığa tahammulu yoktu. Cunku yegÂne gercek şuydu:
Allah’tan başka ilÂh yoktur. Allah’tan başka gunahları affedecek yoktur. Allah’tan başka gaybı bilen yoktur. Allah’tan başka yaratan yoktur. Kaderi, hayır ve şerri tamamen o halk eder. Allah’tan başka du ve tevbeleri kabul eden yoktur. Ancak Allah izin verirse, şefaat kabul olur. Ancak Allah izin verir ve bildirirse, bir peygamber gaybdan haber alır. Bu haber de, sadece bildirildiği kadardır. Zira; HER ŞEY, CENÂB-I HAK’TAN!
Butun muvaffakiyetler, ancak CenÂb-ı Hakk’ın lutfudur. Kullar sadece mazhar ve nasibdar olurlar.

Nitekim;

İslÂm’ın var oluş mucadelesi olan Bedir’de muhteşem bir zafer kazanılmıştı. CenÂb-ı Hak şoyle buyurdu:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

(Ey Peygamber ve ey mu’minler! Bedir zaferinde) onları (Ebû Cehil gibi kufrun elebaşlarını) siz oldurmediniz, fakat Allah oldurdu onları.

(Soyle ey Rasûlu’m!) Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı (onu.) Ve bunu, mu’minleri guzel bir imtihanla denemek icin (yaptı.) Şuphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-EnfÂl, 17)

Bu idrÂk icinde nice zaferler muyesser oldu.

Nihayet Mekke fethi gercekleşti. Arap Yarımadası’ndaki kabîleler fevc fevc İslÂm’a girmeye başladılar. CenÂb-ı Hak bu fetih ve zaferin de asla gonullerde en ufak bir enÂniyet ve ucba (kendini beğenmeye) sebebiyet vermemesi icin, yine Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in şahsında butun ummeti bu sefer şoyle îkaz buyurdu:

HAMDET, TESBİH ET, AF DİLE!


(Ey Rasûl’um!)

AllÂh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların boluk boluk AllÂh’ın dînine girmekte olduklarını gorduğun vakit;

RABBİNE HAMDEDEREK O’NU TESBİH ET! VE O’NDAN MAĞFİRET DİLE! Cunku O, tevbeleri cok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3) *

Âyette;

Muyesser olan buyuk bir zafer ve fetih neticesinde sevinc tezÂhurleri ve taşkınlıkları değil de hamdin, tesbihin ve istiğfÂrın mevzubahis olması cok mÂnidardır.

Hikmet şudur:

“Butun hidÂyetleri, zaferleri ve fetihleri veren Allah’tır. Bunlar icin O’na hamd et! O’nu tesbih et! Bu zafere Sen’i Allah TeÂl sadece memur ve mazhar eylemiştir. Yani Sen sadece mazhar olansın, takdir ve nasîb eden ise sadece Hazret-i Allah’tır.

O hÂlde;

Sen bu muvaffakiyetleri nefsine izÂfe etmek şoyle dursun; «Acaba bu memuriyette bir kusurum, bir noksanım veya bir hatam var mı?» diye istiğfÂr et! Allah’tan bağışlanma dile!”

Ne buyuk bir hiclik terbiyesi…

Zafere ulaştığı icin şukur, tesbih ve af dilemek…

Heyhat;

Dunya ehli kumandanlar, elde ettikleri zaferlerden sonra buyuk numÂyişler tertip eder, debdebe ve şÃ‚şaa icinde zafer tÂklarının altlarından gecerler. Alkışlara aldanırlar. Âyet muktezÂsınca bu hÂl ne buyuk bir gafletin tezÂhurudur.

Bu itibarla;

Peygamberimiz, ashÂbının dunya hayatının zorlukları ve meşakkatleri karşısında yılgınlığa duşmemeleri ve zaferler karşısında da kendilerine bir pay cıkarmamaları icin dÂim şu hatırlatmayı, bir iltic hÂlinde mutlaka yapardı:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allah’ım! Esas hayat Âhiret hayatıdır.”

O oğretti ki;

Hicliğini idrÂk eden, mutevÂzı ve mahviyetkÂr olur.

Kendisi de her zaman;

Zirveler ustu fazîletlerine rağmen «Kul Peygamber» olmayı tercih etti ve sadece hiclik ve fakrıyla huzur buldu. Tahdîs-i nimet ve ilÂhî hikmet zaruretiyle kendisinin en ustun meziyetlerini ifade etmek mecburiyetinde kaldığında da mutlaka; «LÂ fahre / Ovunmek yok!» kaydını hiclik icinde zikretti.

O’nun her ahvalde dusturu buydu:

KATIKSIZ BİR HİCLİK «هیچلك»!
Cunku bu hicliği idrÂk eden kişi, hicbir şeyine itimat etmez. İlmine mağrur olmaz. Hasbelkader yapmaya muvaffak olduğu en guzel ve hayırlı amellere de guvenmez.

Bilir ki;

Peygamber Efendimiz -sallallÂhu aleyhi ve sellem-, bir peygamber olarak gunahlardan korunduğu ve gelmiş-gecmiş butun zelleleri de af teminatı altına alındığı hÂlde;

«Şukredici bir kul olmayayım mı?» niyÂzıyla geceler boyu kıyam ve secde hÂlinde bir omur gozyaşı dokmuştur.

O’ndan aldıkları terbiye sayesinde;

AshÂb-ı kiramdan cennetle mujdelenen sahÂbîler de; asla bu mujdelerle şımarmamışlar, liyÂkatlerini artırmaya ve gece-gunduz nice sÂlih amellerle ancak rahmete sığınmaya devam etmişlerdir.

Şanlı tarihimizdeki buyuk ilim ve irfan sîmÂlarında da dÂim boyle bir hiclik ve idrak buluruz. En zirve şahsiyetlerin gonullerinde de dÂim nefsÂniyete dair titrek bir endişe ve ille bir enÂniyet korkusu goruruz. Onlarda bilhassa muvaffakıyetler karşısında yuce AllÂh’a daha cok sığınma duygusunu temÂşÃ‚ ederiz.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallÂhu anh- halîfe olmuştu. CenÂb-ı Hak, onun hakkında «ikinin ikincisi» buyurmuş olduğu hÂlde, o Sıddîk-ı Ekber, hutbeye cıktığında cemaate;

“‒Ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer AllÂh’a itaat edersem, bana itaat edin. Şayet O’na itaatten ayrılırsam, siz de bana itaat etmeyin!” dedi.

Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- de halîfe olduğunda aynı hiclik ahlÂkını sergiledi. Hutbeye cıktı ve sordu:

“‒Şayet eğrilirsem, ne yaparsınız?”

Cemaatin icinden bir kişi elinde kılıc ayağa kalktı ve;

“‒Eğrilirsen, seni kılıclarımızla doğrulturuz!” dedi.

Bunun uzerine Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- huzur ve surur icinde;

“‒Hamdolsun ki, eğrildiğim zaman duzeltecek dostlarım var!” diye AllÂh’a şukretti.

Goruluyor ki;

Ne olursa olsun, onlarda;

NEFSE PAY YOK!

Yine Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-’ın hilÂfeti devriydi. İslÂm orduları kumandanı HÂlid bin Velid -radıyallÂhu anh-’a nasip olan Kādisiye gibi art arda buyuk fetihlerden sonra, halkın arasında yanlış bir telÂkki yayılmaya başladı. İnsanlar, zaferleri nasip edenin CenÂb-ı Hak olduğunu unutmuşcasına;

“‒HÂlid, kumandan ise nasıl olsa kazanırız.” demeye başladı.

Bu ifade; hem CenÂb-ı Hakk’a karşı bir gaflet, hem de Hazret-i HÂlid’in olmadığı savaşlarda mağlûbiyet demekti.

Dolayısıyla;

Hazret-i Omer, boyle ifadeleri art arda işitince, hemen Hazret-i HÂlid’e mektup yazdı:

“‒Bundan sonra başkumandan Ebû Ubeyde bin CerrÂh’tır, sen onun maiyetindesin.” dedi.

HÂlid -radıyallÂhu anh-, mektubu aldı, optu, başına koydu ve Ebû Ubeyde -radıyallÂhu anh-’ı cağırıp vazifeyi tebliğ etti;

“‒Ben de artık senin emrinde bir neferim!” dedi.

Ne alınganlık, ne haset, ne itiraz!

Sadece itaat.

İşte İslÂm zaferlerinin yegÂne mayası ve gercek kahramanlık:

Hiclik dirÂyeti.

Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in mubÂrek torunu Hazret-i Hasan -radıyallÂhu anh-’ın da hilÂfetten ferÂgat ederek İslÂm birliğine omuz vermesi, işte bu hiclik dirÂyetiydi.

Aynı şuurla;

İdrîs-i Bitlisî Hazretleri de doğu illerini hic kılıc kullanılmadan buyuk bir sevgi seli hÂlinde Osmanlı’ya bağladı. Devrin padişahı Yavuz Sultan Selim Han; kendisine bircok salÂhiyetler vermiş olmasına rağmen o, yine de padişahla istişÃ‚resiz hicbir fiilde bulunmadı. Boylece İslÂm birliğinin en unutulmaz Âbide isimlerinden biri oldu.

Yine aynı şuurla;

Barbaros Hayreddin Paşa’nın kendi kurduğu Cezayir Sultanlığı’ndan ferÂgat ile Osmanlı Devleti’nin Kaptan-ı DeryÂlığı’nı tercih etmesi de, yine İslÂm birliğini kuvvetlendiren ve muslumanları yenilmez hÂle getiren bir hiclik dirÂyetiydi.

VelhÂsıl bu uc buyuk tarihî şahsiyet, sırf Allah rızÂsı icin her turlu makam ve mevkiden fedÂkÂrlıkta bulundular. Arkalarında tamamıyla hayır ve fazîlet hÂtıraları bıraktılar. Kendilerinden sonraki nesillere hiclik dirÂyetini yaşayarak oğrettiler.

Evet;

HİCLİK «هیچلك», BİR DİRÂYET!
Oyle bir dirÂyet ki, zÂhirî ilmin bir turlu cıkaramadığı en zirve basamakları da aşmayı temin eden yegÂne mÂnevî kuvvet.

İşte İmÂm-ı GazÂlî…

O once ilmin ve şohretin zirvesinde idi. 300 talebesi vardı. Fakat bu şekilde gitgide vicdanı daraldı. Nefes alamaz hÂle geldi. Cunku enÂniyet tehlikesi icindeydi.

Sonunda bağrındaki;

«Ben acaba Allah rızÂsında mıyım, yoksa bir şohretin pencesinde miyim?» endişesi galip geldi ve her şeyi terk ederek inzivÂya cekildi. Sadece ilÂhî nasiplerin sonsuz tecellîsi icinde dirÂyetli bir hicliğe burundu. En nihayet;

“Allah Rasûlu’nun rûhÂniyeti tecellî etti de kurtuldum.” dedi. Yeniden irşÃ‚da, ancak bu şekilde dondu. Neticede o bereketli eserlerini kaleme alması da, ancak boyle bir derûnî tasfiyenin sonrasında gercekleşti.

Bir diğer misal:

Aziz Mahmud HudÂyî Hazretleri…

Bursa Kadısıydı. O da, once binlerce kadıdan sadece biri olan bir Kadı Mahmud Efendi’ydi. ZÂhiren hatırlıydı, zÂhiren ekÂbirdi. Kādı’l-kudÂttı.
Bir gun, o da ilmin ve makamın verdiği enÂniyetten korktu. DerhÂl makam ve mevkiyi terk ederek UftÂde dergÂhına bend oldu.

UstÂdının ona ilk mÂnevî tÂlimi;

Bir zamanlar azametli bir kadı olarak teftiş ettiği pazarlarda, uzerindeki sırmalı kaftanı cıkarmadan ciğer satması, yani hiclik terbiyesi oldu. Kadı efendi, gururunu yenerek istenildiği şekilde ciğer sattı. Gun gectikce butun enÂniyeti ayakları altına aldı. Boylece o unutulan kadılar arasından sıyrıldı ve hic unutulmayan mÂneviyat sultanlarından oldu, Azîz oldu. HudÂyî oldu!

BİR BAŞKA MİSAL
Hazret-i ŞÃ‚h-ı Nakşibend -rahmetullÂhi aleyh-…

O da kulluktaki zirveye ve asıl gayeye, nasıl bir hiclik terbiyesinden gecerek ulaştığını şoyle ifade etmekte:

“…UstÂdım bana;

«–Kalplere dikkat et! Duşkunleri, zayıfları ve gonlu kırıkları gozeterek onlara hizmet et! Halkın kucuk gorduğu ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevÂzû ve mahviyet goster!» tavsiyesinde bulundu.

Ben de ustÂdımın işaret ettiği uzere bir muddet bu hizmetlerle meşgul oldum.
Boyle devam eden yedi sene sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

«–Hayvanların bakımını da tevÂzû ve îtin ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah TeÂlÂ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri muşÃ‚hede et! Onlara HÂlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedavisiyle meşgul ol!»

Bu emir uzerine hayvanların hizmetlerini gormeyi kendime vazife edindim. Bir muddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda onume bir hayvan cıksa durur, o hayvan gecip gidene kadar oylece kalır, onune gecmezdim. Yedi sene bu minval uzere gunlerim gecti. Tekrar o aziz dost bana şoyle buyurdu:

«–Bu mubÂrek dergÂhın kopekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saÂdet ufuklarının acılmasına vesile olacak birini ara!»

Ben ustÂdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganîmet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir kopeğe rastladım. Beni cok farklı bir hÂl kapladı. Onun yanında AllÂh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hungur hungur ağlamaya başladım. Ben bu hÂldeyken o hayvancağız; arkasını yere koyarak yuzunu semÂya doğru cevirdi, on ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyÂz edip; «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hÂline donmesine kadar devam etti…

Bu merhaleden sonra aziz ustÂdım bana dedi ki:

«–Yol ve gecitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol uzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey gorursen onu kaldırıp temizle ki oradan gecenlere bir zarar gelmesin!»

Bundan sonra o hizmetle de meşgul olmaya başladım. Oyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında ustum başım hep toz toprak icinde olurdu.

HÂsılı;

O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, buyuk bir sadÂkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvÂlim uzerindeki bereketli neticelerine de dÂima şahit oldum.” (Bkz. Enîsu’t-TÂlibîn, s. 49-50; Muhammed BÂkır, a.g.e, s. 17-18)

Bir başka misal:

HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri…

Genc yaşta ilmin en ust derecelerine ulaştı. Oyle ki, ilimde; «Guneşler Guneşi» unvÂnına lÂyık goruldu. Eriştiği bu ihtişam sebebiyle halk ona;

“‒Ne buyuk bir Âlimsin! Senden daha değerli kimse yok!” demeye başladı.

O da, halkın gosterdiği bu yuksek alÂka ve iltifatlardan korktu. Nefsine pay cıkmasından endişe etti. Bağdat’tan yola cıkıp t Hind diyarına gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’ne intisÂb ederek onun dergÂhında tuvalet temizlemeye başladı. Hic durmadan kuyulardan su taşıdı. Boylece nefsini bertarÂf etti.

Nihayet irşÃ‚d ehli olabilecek bir gonul kıvamına nÂil oldu. İşte asıl bu nÂiliyetten sonra gercek mÂnÂda bir mÂneviyat guneşi odu. MÂnevî mezuniyetinin ardından hocası Abdullah Dehlevî Hazretleri -kuddise sirruh-; onu bizzat elleriyle ata bindirdi, kendisi de, -Hazret-i HÂlid’in butun ısrarlarına rağmen- Delhi cıkışına kadar onun yanında yaya olarak yurudu.

İşte;

GERCEK SULTANLIK!
İcinde hicliğin yaşandığı bir mÂneviyat sultanlığı. Bunun en guzel numûnesi Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-.

Mekke’nin fethi gunu, kazanılan zafer cok buyuktu. O gun Efendimiz; dıştan bakan insanlar nazarında, artık yanına varılamaz kudrette bir şahsiyet olarak gorunuyordu. Bir Mekkeli titreyerek yaklaştı. Korku ve heyecan icinde;

“‒Y RasûlÂllah! Bana İslÂm’ı telkin buyurunuz!” derken Âdet dişleri birbirine vuruyordu.

Fakat Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-; ona, kendi imkÂnlarının en zayıf olduğu zamandan şu misÂli zikrederek sukûnet telkin etti ve şoyle dedi:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hukumdar değilim. (Muhtereme vÂlidelerini kast ederek) Kureyş’ten guneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i MÂce, Et‘ime, 30)

İşte o gun, asıl zafer buydu!

Tarih boyu Fahr-i KÂinÂt’ın nurlu izinden giden kumandanlar ve hukumdarlar da, bu şekilde dirÂyetli bir hicliğin nice zaferlerine ulaştılar.

Malazgirt zaferinin gercekleşeceği gundu.

O sabah, Sultan Alparslan; kefen misÂli bembeyaz elbiselere burundu ve askerlerine;

“‒Bugun kumandan-asker yok, ben de sizin gibi neferim!” dedi.

Bu hiclik hÂli, kendisinden kat kat guclu duşman karşısında bile onu buyuk bir zafere eriştirdi. Bundan bir yıl sonra;

Koca Sultan, fethettiği Hana Kalesi’nde bir bÂtınî hÂinin hanceriyle şehîd edildi.

O gun, son nefesinde soyledikleri, kendinden sonraki butun sultanlara da neferlere de verilen cok ibretli bir hiclik dersiydi:

“Her ne zaman duşman uzerine azmetsem, Allah TeÂlÂ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dun bir tepe uzerine cıktığımda; askerimin cokluğundan ve ordumun buyukluğunden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi.
Kalbimden bir an icin;

«‒Ben, dunyanın hukumdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye gafilÂne bir duşunce gecti.

İşte bu duşunceden dolayı CenÂb-ı Hak; beni, karşımdaki en Âciz bir kulu ile cezalandırdı.

Şu son demde;

Kalbimden gecen o hatadan ve daha once işlemiş olduğum butun kusurlarımdan dolayı Allah TeÂlÂ’dan af diliyor, tevbe ediyorum. Tek niyÂzım, bu tevbemi Rabbim kabul ederek bu cezamı bir şerbet-i şehÂdet eylesin.

LÂ ilÂhe illÂllah Muhammedu’r-Rasûlullah!..”

Bu hiclik şuuruna bir başka misal:

Yavuz Sultan Selim Han…

O koca sultan, tarihin en muhteşem zaferlerinden biri olan Mısır Seferi ve zaferinin donuşunde Uskudar’a vÂsıl olduğunda vakit gunduzdu. Herkesin hayranlık dolu gozleri onunde halkın tezÂhurat ve iltifatları arasında şehre girmekten cekindi. FÂnîlerin alkışlarından korktu. Hasan Can’a dedi ki:

“Akşam olsun, hava kararsın, herkes evlerine donsun, biz ondan sonra şehre girelim. Nefsimiz, fÂnîlerin alkışlarıyla bizi mağlûp etmesin!”

O padişah ki;

Caldıran’da bir arslan, SînÂ’da Peygamber izinde yuruyen Âşık bir velî, Mısır’da mutevÂzı bir nefer idi. Buyuk zaferlerle İstanbul’a girerken de, nefsinin şahlanmasından korkan ici titrek bir derviş idi.

O;

Aldığı kalbî merhaleler neticesinde butun apoletlerin boş olduğunun idrÂkine varmıştı. VÂsıl olduğu hiclik sayesinde, dunya saltanatını gozunde bir hic etmiş ve gonlunu mÂn sultanlarının bendesi olmaya cevirmişti. Diyordu ki:

PÂdişÃ‚h-ı Âlem olmak bir kuru kavgā imiş,

Bir velîye bende olmak cumleden a‘l imiş.

Omur boyu bu ifadedeki hÂlin samimiyeti icinde yaşadı.

VefÂtına yakın o buyuk padişahın, kendisini teselli sadedinde;

“–Şimdi Allah ile beraber olmak vaktidir.” diyen yaveri Hasan Can’a verdiği şu cevap cok mÂnidardır:

“–Sen şu Âna kadar bizi kiminle beraber zannediyordun?”

Gercek sultanlık olan hicliğe bir diğer misal de şu:

Barbaros Hayreddin Paşa; Preveze Deniz Savaşı’nda muthiş bir zafer kazanmış, akabinde esir duşman kadırgalarını onune katarak muhteşem donanmasıyla İstanbul onlerine gelmişti. O esnada Kanunî Sultan Suleyman Han ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla;

“–Sultanım, dunya, dunya olalı boyle bir manzarayı acaba kac kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (ovunseniz) azdır!” dedi.

Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şoyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yuce Rabbimiz’e hamd ile şukretmek mi duşer?!.”

İşte gercek sultanlık!

Cunku onlar, şehzadelik yıllarında da butun kulturleriyle beraber hÂssaten tasavvufî terbiye altında idiler. Onları dÂim bir EdebÂlî silsilesi terbiye ediyordu. MÂnidar bir hiclik şuuruyla yetişiyorlar ve tahta gectikten sonra da bu terbiyenin en ince dersini devam ettiriyorlardı. Onlar gibi dergÂh terbiyesinde yetişen halk da, kendilerine sevgilerini arz ederken Âdet bu hiclik irşÃ‚dında bulunuyor ve;

“Mağrur olma padişahım, senden buyuk Allah var!” cumlesini koro hÂlinde soyluyorlardı.

Oyle ki butun padişahlar bu cumleyi benimsemiş, bir gelenek olarak devam ettirmişlerdi.

Hic şuphesiz bu;

Zirve bir makamda cok mustesn bir hiclik hÂli..

Onlar; işte bu hiclik zaferi sayesinde, asırlarca bu ummete hizmet etme şerefine nÂil oldular.

Cunku kim bir zaferden sonra buyuklenirse, Allah onu alaşağı eder. Fakat kim hicliğe erer ve her galibiyeti Allah’tan bilerek tevÂzû icinde şukrederse, Allah ona da nimetini artırır.

Hazret-i MevlÂn der ki:

“Kılıc, boynu olan kişinin boynunu keser. Golge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı icin onun yaralanması ve kesilmesi yoktur.”
“Sen de bir golge gibi ol ki kılıc seni kesemesin!

Bu hiclik terbiyesi;

Tasavvuf eğitiminde her fert icin zaruret.

Cunku kibirli kişinin «mÂrifetullah»tan nasibi yoktur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

HİCLİK «هیچلك» HÂLİNDE YURU!
“RahmÂn’ın (sÂdık) kulları, yeryuzunde (hiclik hÂlinde bir) tevÂzû ile dolaşırlar.” (el-Furkān, 63)

Cunku;

EnÂniyet, yani kibir, cok buyuk bir tehlikedir. Âdet bir intihardır.
Cehenneme giden yollar, ekseriyetle enÂniyetin mahsûludur. Bilhassa israf ve bunun zıddı olan pintilik de, enÂniyetin doğurduğu en kotu ve cirkin ahlÂklardandır. EnÂniyetli kişi, icindeki aşağılık duygusunu bastırmak icin; dÂim kendisine israf, başkasına ise pintilik sergiler. Gunumuzde gittikce artan israf ve pintilik, hÂlbuki sahÂbenin tanımadığı bir hayat tarzıydı. Cunku onlar, enÂniyeti her yonuyle bertarÂf etmişler ve hicliğin zaferine ermişlerdi. Zira onlar, nefislerin yarın varacağı konağın kabir ve Âkıbet mahşer meydanı olacağı şuuruyla yaşıyorlardı.

Biliyorlardı ki;

EnÂniyet, koku cehennemde olan bir husûsiyetti. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in beyan buyurduğu bircok hadis de, tevÂzû ve hicliği tavsiye etmekte, kibir ve enÂniyetten sakındırmakta idi.

Bilmeliyiz ki;

Ancak hicliği idrÂk etme yolunda insanın gozunun gorduğu her şeyde kalp devreye girer. O kimse, CenÂb-ı Hakk’ın nimetleri karşısında aczini duşunur. Her şey, ama her şeyde CenÂb-ı Hakk’ın kudretini ve kendi aczini idrÂk eder.

MeselÂ;

Sanayi bu kadar inkişÃ‚f ettiği hÂlde insanoğlu, ot ve suyu sute cevirecek bir makine îmal etmekten hÂl Âcizdir. Yani gafil insanın boburlendiği sanayi, henuz bir koyun yahut inek seviyesine gelememiştir!

İnsanın acziyetine daha nice misaller vardır.

Dağ gibi bir pehlivanı bile kucucuk bir virus yere deviriyor. Buna mukābil, koskoca bir fili on yaşındaki bir cocuk, peşi sıra cekip goturuyor…

VelhÂsıl;
İnsan şukretmeli, dÂimÂ;

«Sen y Rabbî! Sen’den y Rabbî!» demeli.

«Veren Sen’sin, lutfeden Sen’sin, kādir olan Sen’sin. Ben ise Âciz bir kulunum!» diye iltic etmeli.

Cunku insan, ne zaman acziyetini bilemez de kendine pay cıkarırsa, sonu husran olur.

İbretler cok:

Bel‘Âm gibiler ilimle, Kārun gibiler servetle, Firavun ve HÂmÂn gibiler makam ve mevki ile enÂniyetin avucuna duştuler ve helÂk oldular.

Buna rağmen onların ardından gelip de bu helÂklerden ders cıkarmayanlar da bir şekilde enÂniyete mağlûp oldular ve Hakk’ın gazabına uğradılar. Her biri, devÂs bir okyanus ortasında dumeni kırılmış ve boylece Âdet fındık kadar kalmış gemiler misÂli azgın dalgalara gark oldu gitti.

Âkıbet;

Bu ibretler ve nice gercekler, en cok hatırlatılan bir hakikat oldu:

HİC «هیچ» HAKİKATİ
Tarihten bugune tum fÂnîliğin ozeti:

Hic.

DergÂh duvarları, bu «hic» ifadesinin her ceşit hattıyla dolu. Bir kelimede sonsuz bir mÂn sergisi.

Yani;

Muhtelif husn-i hatlarla yazılan bu kelime, estetik gayelerden ziyade, okuyanların gonullerinde derin mÂnÂlar uyandırmak icin.
Cunku;

CenÂb-ı Hak, kulu «ahsen-i takvîm» yani «en guzel bir hilkat hÂrikası» olarak yarattı. NefsÂnî arzularını bertarÂf etmesi nisbetinde de kendisiyle dost olma imkÂnını bahşetti. Bunun icin şerîati irfana ulaştırmak ve neticesinde «mÂrifetullah»tan nasîb almak şart.

İşte bu şartı oluşturacak mÂnevî kemÂlÂt ve hikmetlerin tumu bir kelimede gizli:

HİCLİK «هیچلك»!
Hic unutmamalı ki:

Azamet-i ilÂhiyye karşısında; insan da hictir, kÂinat da hictir.

Cennetin kucucuk bir nimeti mukābilinde, bu dunyanın butun ÂlÂyişi de bir hictir.

Cehennemdeki azÂbın bir Ânına mukābil, dunyada cekilebilecek butun meşakkat ve cileler de bir hictir.

Kulun yaratılış gayesini gercekleştirebilmesi, yani Rabbini tanıması icin; once kendi nefsini tanıması, kendini bilmesi lÂzımdır. Rabbinin azametini idrÂk edebilmesi icin, kendi hicliğini idrÂk etmesi lÂzımdır.

CenÂb-ı Hak, insana kendi varlığını şoyle tefekkur ettirir:

“İnsanın uzerinden, henuz kendisinin bahsedilen bir şey olmadığı uzun bir zaman gecmedi mi?” (el-İnsÂn, 1)

Cok uzun bir zaman, insanın ismi ve cismi dahî ortada yoktu. Daha sonra CenÂb-ı Hak insanı yarattı. Sayısız mahlûkat icinde, onu secti. İnsanı husûsî nimetlere mazhar kıldı. Âyet-i kerîmede buyurulur:

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

“Ona beyÂnı oğretti.”
(er-RahmÂn, 4)

Yani insana ilÂhî hakikatleri, sır ve hikmetleri idrak ve ifade edebilme kabiliyeti lutfetti.

Ancak imtihan sırrı olarak insana, takv ile beraber fucûru da ilham etti. Terbiye olmamış ham nefiste enÂniyet, nefsÂniyet, hodgÂmlık (bencillik), nankorluk, cehÂlet, nÂdanlık ve zulum gibi, buyuk zaaf ve kusurlar vardır. Bu sebeple Âyet-i kerîmede insan icin;

«ظَلُومًا جَهُولًا» buyurulmuştur.

Yani nefsÂnî arzularının zebûnu olup seraplara aldandığında, insanın «cok zÂlim ve cok cÂhil» olduğu bildirilmektedir.

Sonra CenÂb-ı Hak, onu imtihan dershÂnesi olan dunyaya gonderdi. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gercek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve gorur kıldık. Şuphesiz biz onu (omur boyu yuruyeceği) yola koyduk. İster şukredici, ister nankor olsun! (yuce hakikat değişmez, ebedî neticesi karşısına cıkar!)” (el-İnsÂn, 2-3)

Âyet-i kerîmede gorme ve işitme nimetlerinin imtihan gayesiyle alÂkalı olarak bahşedildiği ifade edilmektedir.

Bunu idrÂk icinde kul;

Gorme nimetiyle CenÂb-ı Hakk’ın tefekkur malzemesi olarak yarattığı bu cihan dershÂnesini temÂşÃ‚ ve tefekkur edecek; işitme nimetiyle de, emir ve yasakları dinleyip butun ilÂhî hitaplara karşı; «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا / işittik ve itaat ettik!» diyecek.

Boylece;

Şukreden bir kul olarak imtihandan muvaffak cıkacak. Kalb-i selîme nÂil olarak cennetlere buyur edilecek. Fakat;

Tefekkur etmeyen bir nazar, vahye kulak vermeyen bir gonul ise, nankorluğe dûcÂr olarak imtihanda kaybedenlerden olacak ve -maÂzallah- cehenneme yuvarlanacak.

Her idrak, sormalı:

‒İnsan nereden geldi?

‒Nereye gitmektedir?

‒Kimin mulkunde yaşamaktadır?

‒Bu geliş ve gidişin akışı nereye?

‒EmÂnetcisi olduğu bu imkÂnları kim verdi? Bu nimetler nereden ve hangi maksatla geldi? Kendi kendine mi oldu? Hic kendi kendine olan bir şey var mı?

Sordukca anlamalı ki;

İnsan, Rabbine ne kadar muhtac!

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-KıyÂme, 36)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mu’minûn, 115)

İşte ilÂhî hakikat:

Dunyada, insanın tum vazifesi;

Kendisinin Âciz bir kul olduğunu idrÂk etmek ve CenÂb-ı Hak’tan rÂzı olarak yaşamaktır. İradesini, bir kula yakışır şekilde yuce Rabbinin iradesine rÂm etmektir. Bu istikamette ilÂhî tÂlimatlara ve AllÂh’ın gonderdiği vahye tÂbî olmaktır. Bilhassa Rasûl’unun sunneti ve sîreti uzere nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmektir. Boylece CenÂb-ı Hakk’a dostlukta merhale kat edebilmektir.

Cunku insan;

Her şeyden once Âlemlerin Rabbi olan CenÂb-ı Hakk’ın Âciz bir kulu olduğunu, yani hicliğini idrÂk ederse, o zaman nefsinin hoyrat arzularını bertarÂf etmeye muvaffak olur. Bunu başarınca da, dÂim Rabbinin rızÂsına teslim olarak yaşar. Bu teslîmiyet de, kulluk edebine donuşur.

Nihayet;

Mukerrem bir varlık olmanın sırrı gercekleşir. Ahsen-i takvîm makamından hisseler nasîb olur. İşte bu;

HİCLİĞİN «هیچلكك» BUTUN SIRRI
Bir omur hiclik hÂlinde yaşayan Hazret-i Peygamber buyurur:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az guler cok ağlardınız… SahrÂlara dokulup AllÂh’a yuksek sesle (heyecan ve duygu derinliği icinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i MÂce, Zuhd, 19)

Butun Hak dostları, kendilerini bu mÂnÂya kurban etmişlerdir. Abdulkādir GeylÂnî ve Muhyiddîn İbnu’l-Arabî gibi Ârif gonuller, bu hakikate mazhar olan insan icin şu hitÂb-ı ilÂhînin vÂrid olduğunu ifade etmişlerdir:

“Ben insanın sırrıyım, insan da Ben’im sırrımdır!” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Boyle bir sır;

Baştan sonra hicliğe bağlı. Hiclik idrÂkinin butun sırrı da bu.

İlÂhî azamet karşısında benliğinden gecmek.

Tıpkı Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e kavuştuğu yerde artık kendisine ait benliğin tamamen bitmesi gibi. Kendi benliği bitince artık Sakarya da tamamen Karadeniz’den bir cuz olmuştur. Cunku onda, artık sadece Karadeniz’in husûsiyetleri tecellî etmiştir.

İşte tam bir fen hÂli.

Kul; eğer Allah’ta boyle fÂnî olabilirse, yaşadığı hiclik, onu yedi kat goklerde baş tÂcı eder.

Ancak bunun yolu, once;

EFENDİMİZ’DE HİC « هیچ» OLMAK!
Cunku;

AllÂh’a itaatin şartı, Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e itaati farz kılmıştır. Dolayısıyla;

Butun sahÂbe bu sırrı yaşamış ve oyle yucelmiştir. Yani ashÂb-ı kirÂmın butun makamı ve değeri, Peygamber Efendimiz -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e aşk ile itaat ve O’nda aşk ile hic oluşlarıdır.

Cunku onlar, Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in yuce îmÂnında eridiler de gercek bir mu’min oldular. O’nun yuce ahlÂkında eridiler de gercek bir ehl-i edep oldular. O’nun fermanında eridiler de gercek bir bağlı oldular. DÂim O’nun yolunda O’na fedÂ-yı cÂn icinde eridiler de gercek bir kurban oldular. HÂsılı O’nun aşk ve sevgisinde hakkıyla eridiler de gercek bir Âşık-ı Muhammed oldular.

Oyle ki;

O vefÂt ettiğinde butun ashÂbın bağrı hicran ateşleriyle doldu. Abdullah bin Zeyd -radıyallÂhu anh- O’nun bu can yakan hasretine dayanamadı. Ellerini yuce dergÂha actı. Gozyaşlarıyla şoyle yalvardı:

“Y Rabbî! Artık benim gozlerimi Âm kıl! Ben, her şeyden cok sevdiğim Peygamber’imden sonra artık dunyada bir şey gormeyeyim!..”

Bu, nasıl yanık bir muhabbet ve nasıl bir iltic idi ki, oracıkta gozleri Âm oluverdi. (Kurtubî, el-CÂmî, Beyrut 1985, V, 271)

Hazret-i Peygamber sevgisinde bu ne muazzam bir hiclik ki, her şey bu sırrın icinde.

Bu hÂl;

Değişik tecellîler etrafında nice peygamber Âşıklarında da zuhur etmiş bir husûsî sevdadır.

İşte buyuk hadis Âlimi İmam Nevevî Hazretleri…

Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e bambaşka Âşık bir muctehiddi. ZÂhir ve bÂtın tum yaşayışını Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’de oyle fÂnî etmişti ki, omur boyu bir kere bile karpuz yemedi. Cunku karpuzu, Varlık Nûru’nun nasıl yediğini bilmiyordu. Bilmediği icin de yememeyi tercih etmişti.

Butun endişesi şuydu:

Eğer yeseydi, belki sunnet uzere yemenin umûmî edebine ters bir husus yoktu. Ancak Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’in karpuz yemekle alÂkalı husûsî ÂdÂbının dışında bir tarza duşmesi ihtimali vardı. Bu da, O’nun bağlılık şuuruna uymuyordu. Zira O, hayatının butun safhalarını kuşatan bir idrÂk icinde Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e itaat şuurundaydı. Cunku O’nda hic olmuştu.

O’nda hic oluşun husûsî bir misÂli de;

Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri…

Rasûlullah -sallallÂhu aleyhi ve sellem-’e oyle Âşıktı ki, Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında vefÂt etmiş olduğundan dolayı o da, 63 yaşından sonra toprak ustunde yaşamayı terk etti. Âdet yeryuzunde dolaşmaya tamamen ved etti.

Artık;

Kendisine toprak altında mezar gibi bir yer kazdırdı. On yıl, son nefesine kadar irşÃ‚dına orada devam etti.

Bu da Âşıkının mÂşûkunda fÂnî olmasıdır.

Onlardaki bu hiclik hÂlleri belki cok husûsî.

Ancak;

Cok mustesnÂ. Ebedî mazhariyetlerle dolu. Butun asırları kuşatan ornek sîmÂlar her biri.

Demek ki her şey, hiclikten sonra başlıyor.

Hic olanlara nice sırlar ve hikmetler veriliyor. Fakat, kaba ve nÂdan kimselere ise hicbir şey verilmiyor. Onlar nasipsiz kalıyor aşk vÂdîsinde.
Butun sırlar, incelmiş, rakikleşmiş ve idrÂk etmiş, yani hicliğe ulaşmış bahtiyarlar icin.

MÂlûm, topraktan gelen fÂnî vucutlar yine toprakta fÂnî oluyor. Hak nefesinden olan ruhlar da, gerek ki ancak Hak’ta fÂnî ve hic olsun. Yoksa onlar, başka başka hicliklerin ve fÂnîliklerin pencesine yakalanıyor ve ebedî bir ıstırap icinde sonsuz bir girdaba duşuyor.

Netice, ebedî husran… O hÂlde;

BU GEVŞEKLİĞE DİKKAT!
Sonsuz acı Âkıbetine rağmen gunumuzde maalesef enÂniyete karşı tedbir almak ihmal ediliyor. Nefse pay cıkarıp cıkarmamak, pek muhimsenmiyor. Bu hususlarda zamÂne insanları, oldukca rahat ve gevşek hareket ediyor.

HÂlbuki enÂniyet, her zaman fecaat ve en ağır felÂket.

Unutmamalı:

Yapılan guzel bir hayır hasenÂtın gafilÂne bir ifşÃ‚sı bile, nefsin; ucub, sum‘a ve riy gibi illetlerine canak tutmasına sebep olabilir. Bu bakımdan Âyette gizli infÂkın daha hayırlı olduğu bildirilmiştir. (el-Bakara, 271) MeselÂ; yaptırılan bir camiye veya bir hayır muessesesine, yaşayan bir kişinin ismini koymak da, bu tehlike itibarıyla pek doğru değildir. Ancak vefÂt etmiş kişinin adını koymakta bir beis yoktur. Cunku bu, hayır duÂya ve sadaka-i cÂriyeye vesile olur. Cunku vefÂt eden kişi adına enÂniyet tehlikesi kalmamıştır.

Buna benzer gercekler cok.

Hepsinde de;

EnÂniyete karşı mutlaka tedbir alınmalı ve hicliğe burunmelidir. Mesel bir muallim; «Şu kadar talebe yetiştirdim!» diye iftihar etmemeli, bilÂkis İmÂm-ı GazÂlî’nin bahsettiğimiz titreyişini duşunmelidir. Mesel bir Âlim; «Şu kadar buyuk Âlim oldum!» diye nefsine pay cıkarmamalı, bilÂkis, once niyetinin hÂlis mi fÂsit mi olduğuna, sonra da ilminin faydalı mı yoksa faydasız mı olduğuna teksif olmalıdır. Bu noktada;

HİCLİK «هیچلك», HADDİNİ BİLMEKTİR!
İnsan; niye kıymetli bir gozyaşından değil de, necÂset hukmundeki değersiz bir sudan yaratıldı? Yaşayışı niye muvakkat? Oldukten sonra da niye kokuşmuş bir toprağa donuşmekte? Boyle bir varlık icin kibirlenmek ve boburlenmek, ne haddine?

İnsanın, hangi makamda, hangi apoletler altında olursa olsun dÂim bir «abd-i Âciz / Âciz bir kul» olduğunu unutmaması îcÂb eder.

Bugun birtakım cÂhillerin, -hÂşÃ‚- AllÂh’ı sorgularcasına;

“Allah beni yaratırken, bana mı sordu?” gibi ahmakca hezeyanlar savurduklarını duyuyoruz. CenÂb-ı Hak;

“Sen bir hictin, seni Ben yarattım.” buyuruyor.

Bir hic, sonsuz kudret karşısında ne ifade eder? Sonra hic kusursuz olan yuce irade ve hukmun, tamamen kusurlu olan bir hice bir şey sorması ne kadar mantıklı?

Hem, bomboş hice ne sorulur?

Kaldı ki ey insan!

Yediğin yiyeceklere; «Bana rızık olur musunuz diye?» diye sen sordun mu? Yediklerinden hic tasdik aldın mı? Kime sordun da onları ciğniyorsun? İşlediğin, kestiğin ve doğradığın eşyaya, etinden sutunden gıda veya derisinden giysiler yapmak icin canını aldığın hayvanlara sen sordun mu? Sen onların rızÂlarını aldın mı? Zevkin icin dalından kopardığın o zarif ciceklere hic soruyor musun?

Fakat yine de CenÂb-ı Hak sana soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Senin iradene bırakıyor. Gideceğin yer cennet mi olsun, cehennem mi? Yani tercih insana ait. Allah, kitap gonderiyor soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Peygamberler vesilesiyle soruyor:

“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”

Sonra da buyuruyor ki:

“İster şukredici ol, istersen nankor ol!” (el-İnsÂn, 3)

Ey gafil ve cÂhil!

Sen, yuce AllÂh’ın sana bıraktığı bu tercih hakkını gormeyip de; «Yaratırken bana sormadı.» diye boşu boşuna cehÂlet lÂkırdıları savuruyorsun.

Hayret;

AllÂh’ın yarattığı şu emÂnet Âlemde her turlu tasarruf senin icin hak da, onları da seni de yaratan Allah icin mi -hÂşÃ‚- hak değil?

Bu ne kustahlıktır!

Bu ne nankorluktur!

Unutma;

AllÂh’ın sana ihtiyacı yok, O lutfen ve keremen seni sadece terbiye etmek ve boylece kalb-i selîme kavuşturarak cennetlerinde ağırlamak istiyor. Şu Âyeti tekrar tekrar okumalısın:

“Ey insan! Seni, şekilsizlikten cıkarıp en guzel şekilde yaratan, ihsÂnı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitÂr, 6-8)

Aldanış dolu butun lÂkırdılar, cÂhillik ve hikmetsizliğin eseridir.

Bu ahmakca lÂfları soyleyenlere, gercekten sorulsa idi, yokluğu mu sececeklerdi? Yoksa o cennetlere mi talip olacaklardı?

UNUTMAMALI:
İnsan, ancak bildikce sukûta burunur. Ancak mÂrifeti arttıkca hiclikteki idrÂki artar.

En guzel misal:

Hazret-i İbrahim -aleyhisselÂm-…

O Halîlurrahman icin malını Allah yolunda harcamak, o mala sahip olmaktan daha buyuk bir lezzet hÂline geldi. Canını Allah yolunda fed etmek, yaşayış sevincinin otesine gecti. Onun gozune Allah yolunda atılacağı ateş, baştan da gul bahcesi gibi gorunuyordu. CenÂb-ı Hakk’a o kadar yakınlık kesbetti ki, oğlunu dahî Allah ile arasında perde eylemedi, fedÂya koştu. Allah ki emretti; «Baş ustune!» deyip edÂya koştu. İlÂhî mÂrifet ile ufuklar ve oteler acıldı. İlÂhî azamet ve kudret karşısında hicliğe burundu. Butun fedÂkÂrlıklarını da yine bir hic gordu. HÂsılı kulluğu hakkıyla îf edememenin endişesi icinde CenÂb-ı Hakk’a icli icli şoyle niyÂz etti:

“(AllÂh’ım! İnsanların) dirilecekleri gun, beni mahcup etme! (Ey Rabbim! Biliyorum ki) o gun, ne mal fayda verir ne de evlÂt. Ancak AllÂh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler (fayda bulur).” (eş-ŞuarÂ, 87-89)

Bu hiclik niyÂzı, AllÂh’a halîl / dost olan butun gonullere numûne olmuştur.

HallÂc-ı Mansûr da, bu hÂlden ilhamla niyÂz etmiştir.

MÂlûm;

Bu Hak dostu, kendisinde tecellî eden bircok mÂnevî esrÂrı taşıyamadı ve anlayamayacak kimselere fÂş etti. Husûsî sırları dışa taşırdığı icin de bir keffÂrete dûcÂr oldu. Recm edildi. Fakat o, olmeden evvel, kendini taşlayanlar hakkında;

“Y Rabbî, benden evvel onları affet! Cunku bilmiyorlar. Eğer bilselerdi, beni taşlamazlardı. AllÂh’ım! Bilmedikleri icin bu yaptıklarından dolayı ne olur onları bağışla!” diye du etti.

İşte bunlar, ilÂhî azamet tecellîsi karşısında hicliği kazanmış bahtiyarlar:

GONUL ERLERİ
Necip Fazıl da o kahraman erlerin tevÂzûunu ne guzel ifade eder:

O erler ki, gonul fezÂsındalar,

Toprakta surunme ezÂsındalar.

Yıldızları tesbih tesbih ceker de,

Namazda arka saf hizÂsındalar!..

Allah TeÂl karşısında hicliği idrÂk etmek, belki bir nebze kolay. Cunku o yegÂne kudret sahibi bir yuce yaratıcı, bizler ise Âciz ve muhtac kulları. Dolayısıyla O’nun karşısında hiclik, fiilen zaten mevcut.

Fakat;

Hicliğin bazen en zor olanı, kullar karşısında gosterilmesi gereken şekli.

Cunku insan insana karşı dÂim ceşitli duyguların calkantıları icinde olur. Kolay kolay hiclik sergileyemez. Belki de bundan dolayı;

Mu’min kardeşlere karşı hiclik husûsu ilÂhî bir tÂlimat. Oyle ki, Âyet-i kerîmede CenÂb-ı Hak; sevdiği kullarını, «mu’minlere karşı (tevÂzû ve) hiclik icinde alcakgonulludurler» ifadesiyle methetmiştir. (el-MÂide, 54)

Buna gore;

Bir mu’min hicbir kardeşine asla ustunluk taslayamaz. Cunku Allah katında ustunluk olcusu, ancak takvÂdır ve takv da ancak kalplerde yuce MevlÂ’nın bir sırrıdır. Kaldı ki, insanın ne hÂl uzere oleceği, yani son nefesi; CenÂb-ı Hakk’ın vahyettiği peygamberlerin ve onların bildirdiklerinin dışında herkes icin bir mechuldur. Onun icin mu’minin mu’mine ustunluk iddiÂsı, kardeşini istihkÂr etmesi, en ağır gunahlardan biridir. Hem unutmamalı ki, kimin daha muttakî olduğunu sadece Allah bilir. Kimse işlediği amelleriyle kendini beğenemez, zira amellerin en sÂlihleri de dÂhil hepsi kabule muhtac.

Yani;

İşlediği sÂlih ameller, yapılan hayırlar ve ulaşılan dereceler, kabul mu değil mi tamamen mechul. Dolayısıyla bunlar, bir insana asla enÂniyet ve emniyet hissi vermemelidir. Cunku mÂnevî derecelerin kaybedilmeme teminatı yoktur. Belki dunyada elde edilen etiket ve apoletler, kaybedilmez. Fakat mÂnevî dereceler boyle değildir. Onlar, şartlarına riÂyet edilmediği takdirde bir anda sıfırlanır. Nitekim Bel‘Âm yahut Kārun gibi niceleri; cok yuksek derecelere ulaşmışken, tehlikeli bir catlak taşa basmışlar ve ebediyyen esfel-i sÂfilîne yuvarlanmışlardır.

Demek ki kullukta gereken olcu;

İLLÂ HİCLİK «هیچلك», İLLÂ HİCLİK «هیچلك»!
DÂim hiclik.

DÂim du ve iltic hÂlinde yaşamak.

Âyet-i kerîmede oğretilen şu du gibi:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Sen ki, lutfu en bol olansın.” (Âl-i İmrÂn, 8)

Bu mÂn ve şuurla BÂyezîd-i BistÂmî, hiclik hÂlini bir du hÂlinde ne guzel sergiler:

“İlÂhî! Benim benliğimi aradan cıkar ki, benliğim Sen’de fÂnî olsun da ben arada hic olayım! Cunku ben Sen’inle olduğum takdirde herkesle birlikte olmuşum demektir. Şayet herkesle olursam, Sen’inle beraber olamam; bu da, Sen’in yolunda benim icin en buyuk eksiklik ve hamlık olur.”

Demek ki;

Hicliğin en bÂriz husûsiyetlerinden biri de kendini sevmeyi tamamen bırakıp dÂim ilÂhî cercevedeki sevgilere karşı iştiyak icinde olmak.

Bu meyanda Hazret-i DÂvûd’un şu duÂsı ne guzeldir:

«AllÂh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi (ve ancak) Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim…»” (Tirmizî, DeavÂt, 72)

İşte;

Kendisini hic, Allah sevgisini her şey bilen muhteşem sevgi, muazzam bir şuur ve idrak!

İşte;

MÂnevî sultanları yetiştiren dergÂhlardaki «hic» levhasının hakikati!
İşte;

Hicliğin sonsuz sırrı!

Oyle bir sır ki;

Butun buyuk tecellîler; ancak o «hic»ten sonra, o hicliğe erdikten sonra!

İlk muhteşem zafer olan Bedir galibiyeti de, yine hicliğin mukÂfÂtı…

Buna mukābil;

Uhud ve Huneyn’deki biraz inkisar da, hiclikteki azıcık zaafın eseri.

Yani her hÂlukÂrda;

FerÂgat edenler, her zaman daha buyuk mukÂfatlar kazandı. Allah yolunda şehîd olanlar, dÂim daha ulvî bir hayata erdi.

DÂimÂ;

Saltanatı bırakıp hicliği secenler, gercek saltanata kavuştu. Onlar icin Âyetteki;

“ÎmÂn edip de sÂlih ameller işleyenlere gelince, onlar icin cok merhametli olan Allah; (gonullerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) sırrı tecellî etti.

Şu hÂdise, bunun cÂlib-i dikkat bir misÂli:

AbbÂsî halîfesi HÂrun Reşid, ihtişam ve saltanat icinde Rakka’da ikamet ediyordu. Bir gun oraya Abdullah bin MubÂrek Hazretleri geldi. Butun şehir halkı onu karşılamak icin şehir dışına cıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden HÂrun Reşid’in bir cÂriyesi;

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler;

“−Horasan’dan buyuk bir Âlim geldi. Adı Abdullah bin MubÂrek. AhÂlî onu karşılıyor.” dediler.

Bunun uzerine o cÂriye;

“−Ne muthiş bir muhabbet! Esas saltanat, işte bu! HÂrun’unki değil! Cunku HÂrun’un emirliğinde polis olmadan işciler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

İşte boyle;

Hicliği idrÂk edip de butun ayaklara turÂb olabilen mutevÂzı kullar, dÂim gonullerde taht kurdular.

Cunku dÂimÂ;

FÂnî saltanatlar sona erdi, ancak mÂn sultanlarının hukmu her zaman devam etti. Bugun Ebû Eyyûb el-EnsÂrî Hazretleri’nin, ŞÃ‚h-ı Nakşibend Hazretleri’nin, Hazret-i MevlÂnÂların, Hazret-i Yûnusların ve Hazret-i HudÂyîlerin turbelerine uzak-yakın her taraftan gelen ziyaretcileri, hÂl akın akın devam etmektedir.

HÂsılı butun mÂnevî zaferler;

ANCAK, HİCLİK«هیچلك»TEN SONRA!
Her yucelik, şeref ve kerem; ancak acziyetini itiraf ettikten sonra.

Zira her acziyet, insan icin aslında bir yucelik kapısı.

Şoyle ki:

İnsan yemek yemeye muhtac olduğundan dolayı «er-RezzÂk» ismine muhatap ve onu idrÂke mazhar olmuştur. Kez hastalık denilen acziyeti sebebiyle şifÂya muhtac olduğundan dolayı «eş-ŞÃ‚fî ve el-MuÂfî» isimlerine muhatap ve onları idrÂke mazhar olmuştur. Kez gunaha duşuren acziyeti sebebiyle affa ve mağfirete muhtac olduğundan dolayı «er-RahmÂn, er-Rahîm, el-Gafûr, el-Afv ve et-TevvÂb» isimlerine muhatap ve onları idrÂke mazhar olmuştur. Daha nice ilÂhî isimle insanın irtibatı ve idrÂki, hep acziyeti sebebiyle gercekleşmektedir ki, boyle bir imkÂn meleklerde bile yoktur. Yani acziyet ve hiclik, insan icin kendisini meleklerden daha ustun yapan sırlarla doludur.

Dolayısıyla;

İnsan; acziyet ve hicliğe sarıldıkca, Allah katında daha değer kazanmaktadır. Cunku daha cok esm ile muhatap olmakta ve AllÂh’a karşı daha geniş bir irfan ile mustesn bir idrÂke ve mÂrifete ulaşmaktadır. Kullukta zirvelere erişmekten maksat da, zaten budur. Gercek «mÂrifetullÂh»ın sırrı da budur.

O hÂlde;

NE MUTLU;
Hicliğin idrÂkine nÂil olan Hak dostlarına!

Cunku onlar, kıyÂmetteki en zor zaman ve mekÂnlarda bile;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Onlara hicbir korku yoktur, onlar uzulmeyeceklerdir de…”
(el-Ahkāf 13) sırrına mazhardırlar.

Cunku onlar, dunyadaki en zor anlarda da hiclik ve teslîmiyet hÂlinde mustakîm bir kulluk omru sergilemişlerdir.

İşte;

Hicliğini, bu minval ve istikamet uzere idrÂk edebilenlere ne mutlu!

Ne mutlu varlık icinde de hic olarak yaşayabilenlere!

Ne mutlu her makamda da kendisine yine hiclik makamını secenlere!

Zira;

Ne mutlu ki, sonsuz mujdeler, onlar icin!

Ne mutlu ki, sonsuz ilÃ