KACIŞ NEREYE?

Mesnevî’de Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚; kader sırrının hayat ve olum arasındaki mucerred hakikatini, diğer taraftan ise hayata sımsıkı sığınıp da olumden kacmaya kalkışın boş bir telĂ‚şe olduğunu, muşahhas şekilde ne guzel îzah eder:

Suleyman -aleyhisselĂ‚m- devriydi. Saf bir adam, bir kuşluk vakti, kudretli peygamberin sarayına telĂ‚şla girdi. Nobetcilere, hayatî bir mesele icin Hazret-i Suleyman’la goruşeceğini soyledi ve hemen huzûra alındı. Suleyman -aleyhisselĂ‚m-; benzi sararmış, korkudan titreyen adama sordu:

“–Hayrola neyin var? Neden boyle korku icindesin? Derdin nedir? Soyle bana!”

Adam korku ve heyecan icinde başladı anlatmaya:

“–Bu sabah karşıma AzrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- cıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı!..”

Hazret-i Suleyman sordu:

“–Peki, ne yapmamı istiyorsunuz?”

Adam yalvarıp yakardı:

“–Ey canların koruyucusu, mazlumların sığınağı Suleyman -aleyhisselĂ‚m-!

Sen nelere muktedirsin. Kurt, kuş, dağ ve taş senin emrinde!..

RuzgĂ‚rına emrediver de beni buradan alsın tĂ‚ Hindistan’a gotursun. O zaman AzrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- belki beni bulamaz. Boylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!”

Suleyman -aleyhisselĂ‚m-; adamın, kaderin bir sırrından bir başka sırrına intikal edeceğinin idrĂ‚ki icinde ruzgĂ‚rı cağırdı ve;

“‒Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak!” emrini verdi.

RuzgĂ‚r bu; bir esti, kukredi ve adamı aldığı gibi bir anda Hindistan’da uzak bir adaya goturdu.

Adamın arzusu yerine gelmişti.

Oğleye doğru Hazret-i Suleyman, dîvĂ‚nını toplayarak, gelenlerle goruşmeye başladı. Topluluğun icinde AzrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-’ı da gordu. Hemen yanına cağırıp;

“–Ey AzrĂ‚il! Bugun kuşluk vakti bir adama hışımla bakmışsın? Neden o zavallıyı korkuttun?..” diye sordu.

AzrÂil -aleyhisselÂm- cevap verdi:

“–Ey dunyanın ulu sultanı! Ben, o adama hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı.

Onu, burada gorunce şaşırdım. Cunku Allah TeĂ‚lĂ‚ bana o adamın canını Hindistan’da almamı emretmişti. Ben onu burada Kudus’te gorunce;

«Bu adamın yuz kanadı olsa, bu akşam Hindistan’da olamaz. Bu nasıl iştir?!.» diye hayretlere duştum. İşte onun ofke sandığı farklı bakışımın sebebi bu idi.”

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bu kıssayı anlattıktan sonra sorar:

“Kimden kacıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayalî bir şey…

Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah TeĂ‚lĂ‚’dan mı? Ne boş hayal!..

Dunya, Allah’tan gafil olmaktır. Dunya; para-pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir. Bunu bil!..”

OMUR RUZGÂRI

Bu kıssa, ecel hukmunun ve fĂ‚nîlik hakikatinin de misĂ‚lidir. Bize sermaye olarak verilen omurler, ruzgĂ‚r gibi hızla gecmekte, Hak ile mulĂ‚kî olunacak an gelivermektedir.

İnsan ne kadar yaşasa da olumu istemez. FĂ‚nîliğe isyan hĂ‚lindedir. İlk insan Hazret-i Âdem’in zellesi de cennette bĂ‚kî kalmak arzusuyla işlenmiş idi. İnsan; fĂ‚nîlikten kacarken, hevĂ‚ ve hevesine tĂ‚bî olursa oradan oraya savrulmakta, fakat rûhunun gercek ihtiyacını bulamamaktadır.

Olum meselesi, peygamberlerin irşadlarına rağmen oteden beri beşeriyyeti cok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi coreklenen, zaman zaman sancılı, urpertili ve iğneleyici şekilde kımıldanan ve kımıldandıkca da rûhu taciz eden bu dehşetli sual, dunyaperestler tarafından turlu nefsĂ‚nî ifadelerle susturulmak istenmiştir. Herkesi, hayat mevzûundan daha ustun ve ateşli girdap hĂ‚linde saran olum, -istisnĂ‚sız- başlara cokecek en cetin bir istikbal musibetidir. Onu îzah edebilmek, insanlığın muhim bir problemi olmuştur. Fakat bu metafizik meseleyi, tatmin edici bir şekilde cevaplayabilecek tek mercî, insanın yaratıcısı MĂ‚lik-i Yevmi’d-Dîn olan Allah’tır.

İnsan rûhundaki bekā arzusunun gercek tatmini, esas hayat olan Ă‚hirettedir. Kalbin huzuru; uhrevî faaliyetler olan «zikrullah»tadır, huşû icinde ibĂ‚detlerde ve hizmetlerdedir.

İnsanın fĂ‚nîlik korkusunu Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şoyle dile getirir:

“İlĂ‚hî! Ezelde bize bağışladığın bir damlacık bilgiyi, kendi deryĂ‚larına ulaştır. Benim canımda bir damlacık ilĂ‚hî bilgi var. Sen; bu bilgiyi, nefsĂ‚nî isteklerden, topraktan yaratılmış olan şu tenin suflî arzularından kurtar. AllĂ‚h’ım! Bu topraklar; o bilgi damlasını ortmeden, şu ruzgĂ‚rlar kurutmadan onu koru!..”

İnsanın hilkat hamurunda, tevĂ‚zû ve hizmet gibi hakikatleri remzeden toprak; temizlik ve bağlılığı ifade eden su yer aldığı gibi; kibir ve isyanı ifade eden ateş de vardır. Şu Ă‚yet-i kerîme insanın tabiatındaki hava unsuruna da işaret eder:

“And olsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir camurdan, şekillenmiş bir balcıktan yarattık.” (el-Hicr, 26)

Âyette zikredilen «salsĂ‚l: Havada kurumuş camur» safhasında «hava» unsuru devreye girer. Hava; insanın camuruna, topraktaki atĂ‚letin zıddına hareketlilik getirmiştir. Bunun yanında; tabiatındaki istikrarsızlık, doneklik, ahde vefĂ‚sızlık ve yıkıcılık vasıfları da bu safhanın bir neticesidir.

HEVÂ ve HEVESE ALDANMA!

İnsanın nefsĂ‚nî arzu ve duşuncelerine de hevĂ‚ denilmiştir. İnsan dunya hayatı icinde hevĂ‚ ve hevesine meylettikce, Hakk’a olan ahdine vefĂ‚sızlık eder. Şehvet ruzgĂ‚rına kapıldıkca, iffete olan sadĂ‚katinde kopmalar onu tehdit eder. Ofke kasırgalarına kapıldıkca, akıl başından ucar gider.

Peygamber Efendimiz, nefsin hevĂ‚ ve hevesine karşı dĂ‚imĂ‚ îkaz buyurur:

“Ummetim adına en cok korktuğum şey; nefislerinin hevĂ‚larına uymalarıdır.” (Suyûtî, CĂ‚miu’s-Sağîr, I, 12)

“Akıllı kişi, nefsine hĂ‚kim olup onu hesaba cekerek olum otesi icin calışandır. Ahmak da nefsini hevĂ‚sına tĂ‚bî kıldığı hĂ‚lde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25; İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 31)

Nefsin hevĂ‚ ve hevesine uymak, Ă‚detĂ‚ AllĂ‚h’a şirk koşmaktır. Cunku Rabbi, HĂ‚lık’ı ve İlĂ‚h’ı olan AllĂ‚h’ın emirlerini bırakıp; kendi nefsinin arzularını yerine getiren ve nefsinin bĂ‚tıl duşuncelerine tĂ‚bî olan kişi, kendi nefsini ilĂ‚h edinmiş demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey Rasûlum!) NefsĂ‚nî arzularını kendisine ilĂ‚h edinen kimseyi gordun mu? Artık ona Sen mi vekil olacaksın?” (el-Furkān, 43)

Bu hÂle surukleyen gaflettir. Gaflet ise;

İki gozunun onune iki parmağını koyarak kişinin kendi kendisini Ă‚mĂ‚ kılması gibidir.

Gaflet, hakikatlere karşı kalbe bir perde cekilmesidir. Mayın tarlasında pervĂ‚sızca koşmak gibidir. ÂdetĂ‚ ucurumların kenarında dikkatsizce dolaşmaktır.

Gaflet, kuzunun kurda sevdĂ‚lanmasıdır.

Gaflet, kulun ebedî hayatına zehir sacan mĂ‚nevî bir hastalıktır. Onu, en oz tabiriyle;

“Kulun, kendisini yoktan var eden Rabbini unutması” şeklinde tarif edebiliriz. CenĂ‚b-ı Hakk’ı unutan bir gonul, gaflet girdabına kapılır ve selĂ‚met sahiline varamadan ziyĂ‚n olup gider.

Âyet-i kerîmede bu kimseler icin şoyle buyrulur:

“AllĂ‚h’ı unutan ve bu yuzden AllĂ‚h’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Gaflet, anlık zevkler uğruna ebedî bir saĂ‚deti felĂ‚kete uğratmak, fĂ‚nî olan dunya hayatını bĂ‚kîye, yani sonsuz cennet hayatına tercih etmek hamĂ‚katidir.

Gaflet, gunun ortasında guneşi kaybetmeye benzer. Gaflete duşmuş bir kimse, okyanus ortasında dumeni kırılmış bir gemiye benzer ki, hangi girdapta boğulacağı belli değildir.

Gafil bir kimse, hayatı nefs gozluğuyle seyrettiğinden, bir gun mutlaka karşılaşacağı olum, diriliş, hesap ve sırat gibi zor menzilleri unutur. İlĂ‚hî nimetler karşısında nankorluk ederek pervasızca gunahlara dalar. CehĂ‚let, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve ofke gibi hamĂ‚kat manzaraları sergiler. Bu sebeple;

Dînimizde nefsĂ‚nî arzulara asla uymamak, yani gaflete dûcĂ‚r olmamak; diğer taraftan ise dĂ‚imĂ‚ vahyin ışığında Hakk’ın emir ve yasaklarına, Allah Rasûlu’nun sunnet-i seniyyesine tĂ‚bî olmak, esastır.

Havanın istikrarsızlığı gibi, hevĂ‚ da gelgectir. Hevesler saman alevi gibidir. Mu’min bu gecicilik ve dağınıklıktan kurtulmalı, istikamet ve istikrara kavuşmalıdır.

Hazret-i MevlÂn der ki:

“–Ey insan! Senin gonul dunyan bir misafirhĂ‚nedir.

Sana gelen gamlar ve sururlar sende bir misafirdir. Sakın onların dĂ‚imî olduğunu zannetme!

Gelen fĂ‚nî gamlara uzulme, cunku onlar gidicidir (hepsi de senden ayrılacak birer yolcudur).

FĂ‚nî sururlara da sevinme; zira onların da bekāsı yoktur.”

Demek ki;

Gonul dunyasında fĂ‚nî endişe ve sevincler izĂ‚le edilmeli, fakat orada îman ve takvĂ‚ kokleşmelidir.

Kabir taşlarında dĂ‚imĂ‚ bir irşad ve îkaz olmak uzere;

«Huve’l-bĂ‚kî» yazar.

MĂ‚nĂ‚sı:

“BĂ‚kî olan, fĂ‚nilikten munezzeh olan yalnızca O Allah’tır!”

HUVE’L-BÂKÎ

İnsan fĂ‚niliğini hatırlayacak, nefsĂ‚nî hayata meylini bertaraf etmeye gayret edecek. CenĂ‚b-ı Hakk’ın iki esmĂ‚sının kullarda tecellîsi yoktur:

Biri bekā / sonsuzluk, diğeri halk / yaratma.

Dunyada «bekā» tecellîsi yoktur. CenĂ‚b-ı Hak’tan başka her şey fĂ‚nîdir. Buna mukabil, nefsin mayasında da fĂ‚nîliğe isyan yani rĂ‚zı olmama vardır. Binbir ıstırap icinde muzdarip de olsa, yine olumu istemez. Kabristanları bir urperti hĂ‚linde seyreder.

Bu Ă‚lemde kullarda «halk» tecellîsi de yoktur. İnsan eliyle yapılmış hicbir makine, kendisi gibi bir başka makine doğuramaz. Hicbir ucak, bir başka ucağı dunyaya getiremez.

Gercek ve ebedî huzurun tek caresi, dunyaya aldanmamaktır.

GafilĂ‚ne bir hayat; cocuklukta oyun, genclikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve nedĂ‚metten ibarettir.

Lokman Hakîm de, gafletten kurtulmak icin şu hatırlatmalarda bulunur:

“İki şeyi unutma:

Allah TeĂ‚lĂ‚’yı unutma.
Olumu unutma.
İki şeyi de unut:

Sana yapılan cefĂ‚ları, yani menfî davranışları unut.
Yaptığın hayır ve iyilikleri unut. (Sana enĂ‚niyet vermesin.)”
Mu’min; kalbindeki îmĂ‚nı kuvvetlendikce, bir dağ gibi istikrar ve sebat sahibi olur. Gerek nefsinden gelen hevĂ‚ ve heves ruzgĂ‚rlarına, gerek şeytanından esen vesvese ve iğvĂ‚ fırtınalarına, gerekse de imtihan gereği hayatın değişen şartlarına karşı, sırĂ‚t-ı mustakîmden savrulmaz, hak ve hakikatten ayrılmaz.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şoyle demiştir:

“Namaz ehli olmayanı, huşu ve gonul ile kılmayıp makbul bir namazdan uzak kalanı; ofke ruzgĂ‚rı, şehvet ruzgĂ‚rı yahut tamah ruzgĂ‚rı kapıp goturur.”

CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyurur:

“Allah TeĂ‚lĂ‚ îmĂ‚n edenleri hem dunya hayatında hem de Ă‚hirette sağlam sozle (kelime-i tevhid uzere yaşayışta) sapasağlam tutar (sebatkĂ‚r kılar.)…” (İbrĂ‚him, 27)

Değişen şartlar karşısında sebĂ‚tı kaybetmemek ve istikameti şaşırmamak icin; AllĂ‚h’ın dînini yaşama ve yaşatma faaliyetlerine devam etmek şarttır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

SEBÂTIN CARESİ

“Ey îmĂ‚n edenler!

Eğer siz AllĂ‚h’a (yani O’nun dînine) yardım ederseniz (yani yaşar ve yaşatırsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı (sırĂ‚t-ı mustakîm uzere) sĂ‚bit kılar.” (Muhammed, 7)

Tasavvuf; bu istikameti kazanma yolunda, kalbin sanatıdır. Gercek tasavvuf; Kitap ve Sunnet’in duygu derinliği icinde sır ve hikmetlerden nasip alarak yaşamaktır. Kitap ve Sunnet’in muhtevĂ‚sının dışına taşan; her hĂ‚l, kāl ve davranış bĂ‚tıldır. Bu hakikati ifade etmek icin de;

“Pergelin sĂ‚bit ayağı şerîattır.” denmiştir. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ buyurur:

“Biz pergel gibiyiz. SĂ‚bit ayağımız şerîatta, oteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız.”

İnsanın olum korkusunun caresi; guzel ahlĂ‚klı, sĂ‚lih amellerle muzeyyen bir omur yaşamaktır.

Cunku;

Mesut bir olum; îmĂ‚n ve Kur’Ă‚n nurları, gonul feyzleri altında gecen bir hayatın mukĂ‚fĂ‚tıdır.

Ecel ruzgĂ‚rı; kufur ve fısk ehline kasırgalar şeklinde gelecek iken, mu’minlere latîf bir meltem gibi esecektir. Cunku «nasıl yaşanırsa oyle bir olum» tecellî edecektir.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚; hava uzerinden bu farkı bildirir:

“Ecel ruzgĂ‚rı, Ă‚riflere, Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-’ın gomleğinin kokusu yahut gul bahcesinden gelen ruzgĂ‚r gibi yumuşak, guzel eser.”

Ecel ruzgĂ‚rı; hevĂ‚sının peşinde bir omur yaşayanlara ise, sert bir kasırga şeklinde eser.

Bir kul, nefis sultasında sırf dunyaya îmĂ‚n etmiş gibi yaşarsa, kabir ona karanlık bir dehliz olarak gorulur. Olumun dehşeti hicbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.

Fakat benliğini aşar ve rûhunda meknûz olan meleklik sıfatının istikametinde merhaleler kat ederse olum, hayal otesi muazzam ve muteĂ‚l olan Rabbe vuslatın mecbûrî bir şartı olarak gorulur. Boylece ekserî insanlarda soğuk urpertilere sebep olan olum gonullerde «refîk-ı Ă‚lĂ‚»ya, yani «en yuce dost»a kavuşma heyecanına donuşur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِيَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ

“Herhangi birinize olum Ă‚nı gelip de; «YĂ‚ Rabbi! Biraz tehir etsen (az bir şey geciktirsen) de sadaka versem ve sĂ‚lihlerden olsam demeden evvel size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (el-MunĂ‚fikûn, 10)

Vehb bin Munebbih -rahmetullĂ‚hi aleyh- anlatır:

HAZIR MISIN?

Hukumdarın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken uzerine giymek icin sayısız elbiseler icinden en guzelini ve binmek icin de bircok at icinden en rahvan ve gosterişli olanı secti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, boburlenerek ve etrafına caka satarak yola cıktı. Yolda, ustu-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hukumdar hışımla bağırdı:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, cekil onumden!”

Adamcağız ise sakince cevapladı:

“–Sana soyleyeceklerim var! Senin icin cok hayĂ‚tî bir mesele…”

Hukumdar merakla karışık bir hiddetle;

“–Soyle bakalım!” deyince, adam;

“–Gizlidir, eğil de kulağına soyleyeyim!” dedi.

Hukumdar eğildi, adam;

“–Ben AzrĂ‚il’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hukumdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telĂ‚şa kapıldı, aman dilemeye başladı;

“–Ne olur biraz musĂ‚ade et!..” dedi.

AzrÂil -aleyhisselÂm- ise;

“–Hayır, sana musaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hukumdarın canını alıverdi.

Daha sonra yoluna devam eden AzrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- sĂ‚lih bir mu’min kul ile karşılaştı. Ona selĂ‚m verdikten sonra;

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli soyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin AzrĂ‚il olduğunu soyledi. Mu’min kul buna sevindi ve şoyle dedi:

“–Hoş geldin, kac zamandır seni bekliyordum. Butun gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertarĂ‚f edip olum Ă‚nımı guzelleştirebilmek icindi. DĂ‚imĂ‚ son nefesimin endişesi ve hazırlığı icinde idim.”

AzrÂil -aleyhisselÂm- dedi ki:

“–Oyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.”

SĂ‚lih zĂ‚t şoyle mukabelede bulundu:

“–Benim en muhim işim, Allah TeĂ‚lĂ‚’ya vuslattır.”

Bunun uzerine olum meleği şoyle dedi:

“–Hangi hĂ‚l uzere istersen, o hĂ‚l uzerinde canını alayım.”

Adam sevinerek;

“–Buna imkĂ‚n var mı?” diye sordu.

Melek;

“–Evet, senin icin bununla emrolundum.” deyince;

Adam tebessum icinde;

“–Oyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve rûhunu bu şekilde huzurla teslim etti. (GazĂ‚lî, İhyĂ‚, c. 4, s. 834-5)

Demek ki, olumu hatırdan cıkarmayanlara ve ona dĂ‚imĂ‚ hazır olanlara olum, mutebessim bir cehreyle gelmektedir.

EcdĂ‚dımız, olum tefekkurunu devamlı kılmak icin mezarları dĂ‚imĂ‚ şehir ortalarında ve cami onlerinde yapmıştır.

Gaye şudur:

Namaz icin camiye girip cıkan insanlar ve yolu bir kabristanın onunden gecen kimseler; uzerinde;

هُوَ الْبَاق۪ي

“BĂ‚kî olan ancak Allah’tır.”

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ

“Her nefis, olumu tadacaktır.” (Âl-i İmrĂ‚n, 185) ve benzeri hakikatlerin yazılı olduğu mezar taşlarını seyretsin ve olumu unutmasın, her zaman olume hazırlıklı olsun.

Zira;

Rasûlullah Efendimiz’in de ashĂ‚bına ve biz ummetine en cok hatırlattığı hakikat:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“AllĂ‚h’ım! Esas hayat, ancak Ă‚hiret hayatıdır.” (BuhĂ‚rî, Rikāk, 1)

ABD-İ ÂCİZ ŞUURUYLA

İlĂ‚hî takdir karşısında; mu’min hicliğini mudrik, abd-i Ă‚ciz olduğunu bilen bir hĂ‚l icinde olmalıdır.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚; azamet-i ilĂ‚hiyye karşısında boyun bukmenin huzurunu, ne guzel ifade etmiştir:

“Kasırga; pek cok ağacları kokunden soker, yıkar. Fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur. O sert ruzgĂ‚r, korpecik otun zayıflığına acır.”

HĂ‚sılı;

Varlığına, «nefha-i ilĂ‚hiyye»nin uflendiği insanoğlu; bir omur, kendisini mukerrem kılan îman, takvĂ‚ ve ihsan istikametinden ayrılmamalı, son nefesini huzur ile verme gayreti icinde yaşamalıdır.

Bu yolda; nefsin hevĂ‚sı ve şeytan iğvĂ‚sından sakınmak, îman nûrunu sert ruzgĂ‚rlara karşı korumak da onun yegĂ‚ne caresidir.

YĂ‚ Rabbî!.. Uzerimize sabır, sebat ve metĂ‚neti yağdır!.. Ayaklarımızı sırĂ‚t-ı mustakîmin uzere sĂ‚bit eyle!.. Bizleri hevĂ‚ ve hevesin esiri, nefsin zebûnu olmaktan muhafaza buyur. Bizleri ve nesillerimizi Habîb-i Edîbi’nin sunnetine sımsıkı sarılanlardan eyle!..

Âmîn!..



Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Gonul DeryĂ‚sında Sır ve Hikmet İncileri
Osman Nuri Topbaş-Yuzakı Dergisi
Yıl: 2016 Ay: Aralık Sayı: 142


__________________