Mucerred hakikatler, teşbih ve temsillerle muşahhas hĂ‚le getirilince; kalpler, onları cok daha iyi idrĂ‚k eder.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚; mĂ‚nevî kıymetlerin şeytan ve nefsin hilesiyle nasıl kaybedildiğini, temsilî olarak şoyle bir teşbih ile anlatır:

“Her gun azar azar da olsa; candan ve sevgi ile yapılan ibĂ‚detlerden, iyiliklerden hĂ‚sıl olan ic rahatlığı ve huzur, neden gonlumuzde hissedilmiyor?”

“Biz, şu dunya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gun aklımızı başımıza alıp da; buğdayın boyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. HĂ‚lbuki fare; anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harĂ‚b olmuştur.”

“Eğer anbarımızda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibĂ‚det buğdayı nereye giderdi?”

“Ey Hak tĂ‚libi can; once anbara giren fareden kurtulma caresini ara, ondan sonra buğday toplamaya calış!”

Bu gizli hırsız kimdir ve ondan kurtulmanın caresi nedir? Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, bunun tespiti husûsunda ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın gayretlerini ifade etmektedir:
“Gerceği anlayabilmek icin ashabdan bazıları Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’den insanı azdıran nefsin hilesine dair bilgi isterlerdi.

«–Nefs; ibĂ‚detlere, rûhî ihlĂ‚slara, oz temizliğine gizli garazlardan neler katar?» diye sorarlardı.

Peygamber Efendimiz’den; ibĂ‚detin fazîleti ve sevabından ziyade, ibĂ‚detleri yaralayacak bĂ‚tınî (gizli) Ă‚rızalara dair mĂ‚lûmat isterlerdi. Boylece nefsin hilelerini; inceden inceye, zerreden zerreye tanır ve bilirlerdi.
(Nefse ve gizli fucûruna cok dikkat ederlerdi; cunku) butun putların anası, nefs putudur. HĂ‚ricte gorulen putlar, birer yılandır; hĂ‚lbuki nefs putu bir ejderhĂ‚dır!”

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, bĂ‚tınî haramlara dikkat cekmektedir.
Haram; CenĂ‚b-ı Hakk’ın kullarından yapmamalarını, terk etmelerini istediği gunahlardır.

Bunların bir kısmı zĂ‚hir ve muşahhastır.
MeselĂ‚; şirk koşmak, icki icmek, kumar oynamak, zinĂ‚ etmek, fĂ‚iz alıp vermek, hırsızlık yapmak gibi haramlar, mĂ‚lûm ve muayyendir. Bircok mu’min bunlardan ciddiyetle uzak durur. Bunlardan uzak durmakla vazifesini tamamladığını duşunur.

HÂlbuki;
Bunlar yanında kalbe ait birtakım muşahhas olmayan, mucerred, gizli ve bĂ‚tınî haramlar da vardır.
Bunların bir kısmı kalbin hastalıklarıdır: Kibir, gurur, haset, bencillik, nefret ve ofke gibi…

Bu cirkin ve cehenneme lĂ‚yık duygulardan kaynaklanan bazı muşahhas gunahlar da; icki, kumar ve hınzır eti kadar dikkat cekmez. Bu sebeple onları da bĂ‚tınî haramlar levhası altında mutalĂ‚a etmek îcĂ‚b eder. Yalan soylemek, gıybet etmek, tecessuste bulunmak ve israfa duşmek gibi gunahlar, bunlara misaldir. Bunların bĂ‚tınî haramlar arasında sayılmasının bir sebebi de, bunların; konuşmak ve malı uzerinde tasarruf etmek gibi, ozu itibarıyla mubah fiillerin arasına karışmasıdır. EkseriyĂ‚ gıybet eden kişi, gıybet ettiğini itiraf etmez. Yine musrifler; israfa duştuklerini kabul etmez, ceşitli bahanelerle yaptıklarını meşrû ve masum gosterme gayretine duşerler.
Bu sebeple, bĂ‚tınî haramlara cok dikkat etmek îcĂ‚b eder. Bunlar; Ă‚detĂ‚ anbardaki bir fare gibi, kulun zĂ‚hiren edĂ‚ ettiği sĂ‚lih amelleri yok ederler.
Mesel gurur ve kibir:

CENNETE MÂNÎ!
Gurur, kendini beğenmek ve diğer insanlardan ustun tutmaktır. «Gurur» kelime mĂ‚nĂ‚sı itibarıyla, «aldanış» demektir. Zira hiclikten gelmiş bir hic olan, bir abd-i Ă‚ciz olan insanın, kendini beğenmesi hazin bir aldanıştan ibarettir. Aynaların zĂ‚viyelerini eğip bukerek, bakan insanı olduğundan buyuk gostermesi sağlanır. Buna «dev aynası» derler. Nefs, insana kendisini azametli gosteren bir hileli ayna gibidir.

Kibir ise, kendinden başkasını hor ve hakir gormektir. Gurur ve kibir, birbirinden ayrılmayan iki cirkin vasıftır. Bu iğrenc huylar, kişinin kalbi ile guzel ahlĂ‚k arasına cekilen birer mĂ‚nevî Ă‚fet perdesidir. Bu illetlerin neticesi; dunyada huzursuzluk, Ă‚hirette ise ilĂ‚hî azap tecellîleridir.
Tasavvufta ilk merhale, enÂniyeti bertarÂf etmektir.

MÂNÂ YOLUNDA İLK ADIM!
Bu sebeple buyuk Hak dostlarının hayatlarında, benlik duygusunun bertarĂ‚f edilmesinin sayısız misĂ‚li vardır:
Aziz Mahmud HudĂ‚yî Hazretleri, mĂ‚nevî yola intisĂ‚bının başında Bursa Kadısı idi. İlmin ve makamın debdebesi icindeydi. Kapısına vardığı UftĂ‚de Hazretleri; makamının verdiği şohret ve enĂ‚niyetten temizlemek icin, onu, sırmalı kaftanıyla carşılarda ciğer satmakla vazifelendirdi. Ona dergĂ‚hın helĂ‚larını temizlettirdi.

Eğer Kadı Mahmud;
“Ben cok yuksek bir ilim adamıyım, buyuk bir makam sahibiyim! Bu hizmetlere tenezzul etmem!” deseydi, enĂ‚niyetin kurbanı olsaydı, Aziz Mahmud HudĂ‚yî olamazdı. Bu sebeple o; benliği geride bıraktı, hicliği idrĂ‚k etti ve mĂ‚nen cok ulvî mertebelere yukseldi.

Genc yaşta ulaştığı ilmî derecesiyle, «Guneşler Guneşi» nĂ‚mıyla anılan HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî de benzer bir imtihandan gecti. MĂ‚nevî bir işaretle yoneldiği ve bir senelik uzun bir seyahat ile ulaştığı Delhi’de, ustĂ‚dı Abdullah Dehlevî Hazretleri; Hazret-i HĂ‚lid ile hic alĂ‚kadar olmadan, ona gururu ayaklar altına aldıracak hizmetler yaptırdı. O da nefsinin itirazlarına aldırmadan aylarca hizmete devam etti. Benliğini hizmetle eritti. İmtihanı aşınca; ustĂ‚dı, onu mĂ‚nevî eğitime aldı ve altı ayın sonunda memleketine irşĂ‚da gonderirken, şehrin dışına kadar yaya olarak uğurladı.

MĂ‚nĂ‚ sultanlarının kıssaları, enĂ‚niyetten kurtulma hamlesinde dĂ‚imĂ‚ birbirine benzer. Taptuk Emre dergĂ‚hında, Yûnus Emre Hazretleri’nin yaşadıkları da enĂ‚niyetin bertarĂ‚f edilmesine bir başka misaldir:

Yûnus Emre Hazretleri; Taptuk dergĂ‚hına samimiyetle murid oldu. O kapıda senelerce dergĂ‚ha odun getirme vazifesini deruhte etti. Hic yuksunmeden yaptığı bu hizmette; «Bu dergĂ‚ha odunun dahî eğrisi giremez!» inceliği icerisinde, kalem gibi odunlar getirirdi.

Yûnus Emre, bir anlık gafletle bir gun dergĂ‚hı terk etti. Sonra bin pişman olarak tekrar o kapıya geldi ve başını Taptuk Hazretleri’nin eşiğine koydu. Eşik imtihanından gecince, ustĂ‚dının; «Bizim Yûnus» diyerek husn-i kabul gostermesiyle, yeniden mĂ‚nevî yolculuğuna donebildi.

Sonunda benlikten tamamen kurtulan gonlu, mĂ‚nĂ‚ ummĂ‚nı oldu. Dili cozuldu. O gonulden dokulen hakikat incileri; yedi asırdır, hidĂ‚yet nurları sacmakta…
Onlar da benlikten kurtulma imtihanında zorlandılar. Fakat AllĂ‚h’ın izniyle, nefsin ustesinden geldiler. Yenilseler idi; ulaştıkları mĂ‚rifetullah seviyesine ulaşamayıp, tarihin akışı icinde yok olacaklardı.

BahĂ‚eddin Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de intisĂ‚bının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan «hiclik» hĂ‚line ulaşmak icin ustĂ‚dı Emir KulĂ‚l Hazretleri’nin işaretiyle;
Yıllarca yaralı hayvanlara, Yıllarca hasta ve muzdarip insanlara hizmet etmiş, Yıllarca da insanların gececeği yolları temizleyerek senelerce kĂ‚bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi de; mĂ‚neviyat yolunda katettiği merhalelere, ancak hicliği tĂ‚lim ettiren bu hizmetler sayesinde eriştiğini ifade etmiştir. Necip FĂ‚zıl o Hak dostlarının hiclik hĂ‚lini şu mısralarla anlatır:
O erler ki, gonul fezĂ‚sındalar,
Toprakta surunme ezĂ‚sındalar…
Yıldızları tesbih tesbih ceker de,
Namazda arka saf hizĂ‚sındalar…

Yani;
Hak dostları, gonulleri itibarıyla muthiş bir aşk ile ilk safta ne ulvî mesafeler alırken, nefisleri itibarıyla ise dĂ‚imĂ‚ en arka safın hicliği icinde yaşarlar.
Bu husustaki misaller saymakla bitmez.

Demek ki;
ÎmĂ‚nın kemĂ‚line varmak isteyen, mĂ‚neviyat yolunda mesafe almayı arzu eden sĂ‚likin; bu yolda en başta, enĂ‚niyeti, yani benliğindeki gurur ve kibri bertarĂ‚f etmesi zarûrîdir. Gurur ve kibirle Hak yolculuğu mumkun değildir!
Zira kibir ve gurur, CenĂ‚b-ı Hakk’ın KibriyĂ‚ sıfatına ortak olmaya kalkışmaktır. Tevhîdin ise şirke ve ortağa tahammulu yoktur. Bu yuzden kibrin ve gururun yeri, ancak cehennemdir. Cunku o, ateşle temizlenir.

HİCLİĞİNİN ÂRİFİ MÂNÂ SULTANI
Tefekkur edilirse; Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’in Mekke devrinde yaşadığı onca incitici hakarete ve mutecĂ‚viz hucuma karşı, risĂ‚letini tebliğ vazifesini hakkıyla edĂ‚ edebilmek icin sabır ve tahammul gostermesi de tasavvufî mĂ‚nĂ‚da, CenĂ‚b-ı Hakk’ın O’na tĂ‚lim buyurduğu vechile varlıktan vazgecme, yani bir hiclik terbiyesidir.

Beşeriyetin en yucesi, peygamberler sultanı Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; tevĂ‚zu ve mahviyette de zirveydi. O, aynı zamanda hiclik sultanıydı.

Mekke’nin fethi gunu; bir Mekkeli, Efendimiz’in yanına titreyerek yaklaştı. Cunku muzaffer bir kumandanın huzûruna geldiği icin buyuk bir heyecan duyuyordu;
“‒YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Bana İslĂ‚m’ı telkin buyurunuz!” derken Ă‚detĂ‚ dişleri birbirine vuruyordu.
Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- hemşehrisine sukûnet telkin etmek icin kendini şu mutevĂ‚zı ifadelerle takdim etti:
“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hukumdar değilim. (Muhtereme vĂ‚lidelerini kast ederek) Kureyş’ten guneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i MĂ‚ce, Et‘ime, 30)

Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, hicbir zaman ovunmezlerdi. Ancak Huneyn’de olduğu gibi, kendine ait sıfatları dile getirme zarureti olunca; AllĂ‚h’ın kendi uzerindeki nimetlerini sayar ve;
“LĂ‚ fahre: Ovunmek yok!” diyerek buyuk bir tevĂ‚zua burunurlerdi. (Tirmizî, MenĂ‚kıb, 1; İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 37; Ahmed, I, 5, 281)

AshĂ‚b-ı kiram da Efendimiz’in tevĂ‚zuunu yaşadılar ve yaşattılar.
Hazret-i Ebûbekir, bir hizmet olarak komşusu olan yetim kızların kecilerini sağardı. Halîfe olduktan sonra da, hĂ‚lini değiştirmedi, bu hizmeti terk etmedi.

Yabancı elciler, ziyarete geldiklerinde Hazret-i Omer’in halîfe olduğunu kisvesinden anlayamayınca şaşırıp kalırlardı.
Bir gun kacan develeri yakalamaya koşan halîfeye;
“–Bu işi bir koleye emretsen?” dediler.

O ise;
“–Benden iyi kole mi var?” diye cevap verdi.

HĂ‚lid bin Velid -radıyallĂ‚hu anh- İslĂ‚m ordularının kumandanıydı ve CenĂ‚b-ı Hakk’ın yardımıyla zaferden zafere koşuyordu. Ancak halk arasında;
“Başımızda HĂ‚lid olduğu icin kazanıyoruz.” şeklinde yanlış bir telĂ‚kki meydana geldi. Bu duşunceyi cok mahzurlu bulan halîfe Hazret-i Omer; bir mektup ile, kumandanlığa Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallĂ‚hu anh-’ı getirdi ve Hazret-i HĂ‚lid’i onun yardımcısı yaptı.

HĂ‚lid bin Velid -radıyallĂ‚hu anh-, mektubu alınca, hicbir menfî hisse kapılmasızın;

“Başım gozum uzerine!” dedi ve Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallĂ‚hu anh-’ın kumandasında hizmete devam etti.
Ashabdan Hazret-i SelmĂ‚n, MedĂ‚in şehrinde vali idi. Halktan biri onu hamal zannedip;

“–Şu yuku yuklen!” dedi, o da sırtına alıp istediği yere kadar taşıdı. Etraftan gorenler îkāz edip;

“–O, şehrimizin valisidir.” deyince, adam mahcup olup, yuku indirmek istedi. LĂ‚kin Hazret-i Selman -radıyallĂ‚hu anh-, istenen yere kadar vazifeyi tamamladı.

Başka bir gun SelmĂ‚n-ı FĂ‚risî -radıyallĂ‚hu anh-’a iki kişi selĂ‚m vererek;
“–Sen Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in sahĂ‚bîsi misin?” diye sormuşlardı.

O da mahviyetle;
“–Bilmiyorum.” dedi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddut ettiler.

Selman -radıyallĂ‚hu anh- sozlerindeki sırrı şoyle acıkladı:
“–Ben Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’i gordum, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlu’nun asıl sahĂ‚bîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
Bunlar hep benliği bertarĂ‚f etmiş ve mĂ‚nevî kemĂ‚lĂ‚ta erişmiş ruhların mustesnĂ‚ misalleridir.
Benlikten kurtulamamanın ise Ă‚kıbeti fecîdir.

KİBRİN SONU CEHENNEM!
Nefs-i emmĂ‚renin en cirkin, menfî vasfı; gurur ve kibirdir. Nefs-i emmĂ‚renin zebûnu olan kişi; gurur ve kibrin en suflî derekesine varır, aygırlaşır, firavunlaşır, hattĂ‚ ilĂ‚hlık iddiĂ‚ eder. Bu hĂ‚lin en cirkin misallerinden biri olan bedbaht Firavun; “Ben sizin en yuce rabbinizim!” diyecek kadar azgınlaşmıştı!.. (bkz. en-NĂ‚ziĂ‚t, 24) Dunyada denizin, Ă‚hirette de cehennemin dibini boyladı!..

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, kalpteki kibrin cennete girmeye mĂ‚ni olduğunu ilĂ‚n etmektedir.
Rabbimiz buyurur:
“İşte Ă‚hiret yurdu! Biz onu yeryuzunde boburlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazanclı cıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)

Fahr-i KÂinÂt Efendimiz buyurur:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmĂ‚n olan hicbir kimse, cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hicbir kimse de cennete giremez.” (Muslim, ÎmĂ‚n, 148-149)

Bu hadîs-i şerîfi, dînimizin esasları istikametinde telĂ‚kki etmemiz îcĂ‚b eder. Bu sebeple; zerre kadar îmĂ‚na guvenerek, takvĂ‚dan uzaklaşmak, şeytanın aldatmacasına kapılmak olur.

Cunku CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“İnsanlar, imtihandan gecirilmeden, sadece; «ÎmĂ‚n ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”
Andolsun ki, Biz onlardan oncekileri de imtihandan gecirmişizdir. Elbette Allah; (îmĂ‚nında) sĂ‚dıkları ortaya cıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

Kalpte var olup da insanı cehennemden koruyacak bir îman, kĂ‚mil bir îmandır. SĂ‚lih amellerle tescil edilen, takvĂ‚ ile zĂ‚hir olan ve son nefese kadar, zaafa uğramadan korunabilen, cevher vasfında bir îmandır.

Buna mukabil, cennete girmeye mĂ‚ni olan kibir de, AllĂ‚h’a ve Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e karşı olan kibirdir. «İbĂ‚dullĂ‚h»a yapılan kibir ise, kalpte derinleşerek, bu tehlikeli derekeye goturebilir.

Zira Ă‚yet-i kerîmede buyurulur:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ
Arkadan cekiştirmeyi, yuze karşı eğlenmeyi Ă‚det edinen herkesin vay hĂ‚line!” (Humeze, 1)

Kibrin Ă‚kıbeti korkunctur, cennetten uzaklaşmak ve cehenneme yaklaşmaktır. Cunku kibir, hakikati reddetmektir.

HAKKI İNKÂR
BĂ‚tınî haramlar husûsunda dikkat edilecek bir husus da, bunları teşhis ve tespitte olcunun kalp olmasıdır. Nitekim ashabdan biri;

“−YĂ‚ RasûlĂ‚llah! İnsan elbisesinin ve ayakkabısının guzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:

“−Şuphesiz ki Allah guzeldir; guzelliği sever. Kibir (ise nimetleri kendinden bilerek) hakkı inkĂ‚r etmek ve insanları kucuk gormektir.” (Muslim, ÎmĂ‚n, 147; Tirmizî, Birr, 61)

Vakar, heybet, kılık-kıyafette tertip ve nizam gibi ozu itibarıyla guzel olan hasletleri; gurur ve kibirle karıştırmamak îcĂ‚b eder. Bilhassa ahlĂ‚kî kıstasları; başkaları hakkında sû-i zanda bulunmak icin değil, kendi nefsimizi muhasebe ve kalbimizi murakabede kullanmamız en doğrusudur.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, kibrin mĂ‚neviyat yolunda engel oluşuna bir başka pencere acar. Kibir; insanın kendi kusurlarını gorup, onları ıslah etme yoluna girmesine mĂ‚ni olur. MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri şoyle anlatır:

“Allah, (kusurlarını itiraf edip onları duzeltmek yolunda mĂ‚ni olan) ar ve insanlardan utanma duygusunu yuz batman ağırlığında bir demir bukağı (pranga) hĂ‚line koymuştur. Nice kişiler bu gorunmez bağa bağlanıp kalmışlardır.

Kibir ile inkĂ‚r, Hak yolunu oyle bir bağlamıştır ki, kibre ve kufre dûcĂ‚r olanlar, acıkca ah bile edemez. (Derdini itiraf edemeyen derman bulamaz.)”

“CenĂ‚b-ı Hak buyurdu ki:
«Cunku Biz; o kĂ‚firlerin boyunlarına bağlar gecirmişiz ki, bunlar cenelerine dayanmıştır da başları yukarı kalkık bulunuyorlar. (Artık hak tarafına başlarını cevirip de boyun eğmezler.)» (YĂ‚sîn, 8)

Bu zincirler; bizzat insanın kendindendir, kendi icindendir. HĂ‚ricten vurulmuş da değildir. Yine Rabbimiz;

«Onlerinden bir set ve arkalarından bir set cektik de onları kapattık, artık goremezler.» (YĂ‚sîn, 9) diye buyurdu. Bu kibirli vaziyete duşen, onundeki, ardındaki engeli goremez.”

Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in ucte birini teşkil eden kıssaları okuduğumuzda goruyoruz ki; Âd ve Semûdlar, Firavun ve Nemrutlar gibi niceleri, hep kibirleri yuzunden hakikate vĂ‚sıl ve hidĂ‚yete nĂ‚il olamamışlardır.

Hazret-i MevlÂn buyurur:
“Nice kĂ‚firler var ki, din sevdasına duşmuşlerdir. Gercek dîni neredeyse bulacak gibi olmuşlardır. Fakat insanlardan utanmak, kibir, şu ve bu onlara bağ olmuştur. Bu gizli bir bağdır ama, demirden de beter ve kuvvetlidir.”

Demek ki, «ben» iddiĂ‚sı, mĂ‚nevî yolun bir nevî kanseridir. İblis; meleklerin hocası iken, bu benliği yuzunden ebedî husrĂ‚na dûcĂ‚r olmuştur.

Tasavvufta bu sebeple nefsin varlığı, hakikate vuslatın onundeki en buyuk engel olarak gorulmuş ve butun gayretler onu bertarĂ‚f etmeye sevk edilmiştir. Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri der:
Gel bu nefsin zulmetinin tozunu sur aradan,
Kande baksan gozlerine gorune ol Yaradan.

“Nefs karanlıklarının tozlarını aradan kaldır ki, nereye bakarsan gozlerine Rabbinin nûru gorunsun.”
Benliği aradan cıkarmadan vuslat mumkun değildir.

«BEN!» OYLE Mİ?
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; ashĂ‚bına benlikten uzak durmayı, tevĂ‚zu ve hicliğe burunmeyi tĂ‚lim buyurdu. Her fırsatta bunu ifade edişinin guzel bir misĂ‚lini Hazret-i CĂ‚bir -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:
Bir gun, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını caldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;
“–Kim o?” diye sordular.
“–Benim!” diye cevap verdim.
Bunun uzerine Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-;
“–Ben, ben! (Oyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (BuhĂ‚rî, İsti’zĂ‚n, 17)
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, bu kıssayı edebî ve tasavvufî bir lisan ile şerh ederek şoyle ifade etmiştir:
“Birisi geldi, bir dostun kapısını caldı. Dostu iceriden;
«–Ey guvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.
Kapıyı calan;
«–Benim.» deyince, dostu;
«–Oyleyse git! Senin icin henuz iceri girme zamanı değildir. Boyle bir mĂ‚nevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.
Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyuzlulukten onu ne kurtarabilir?
O zavallı adam kapıdan dondu, tam bir sene yollara duştu, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık Ă‚şık, ayrılık ateşi ile pişerek dondu geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir soz cıkmasın diye, bin bir endişe icinde ve yuzlerce defa edep gozeterek kapının halkasını yavaşca vurdu. Dostu iceriden;
«–Kapıyı calan kimdir?» diye seslendi.
Adam;
«–Ey gonlumu almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.
Dostu;
«–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibaret olan, haydi gir iceri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yoktur. İğneden gecirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu catallaşırsa iğneden gecmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden gec!» dedi.”
İnsan nefsinin karanlıklarından nasıl arınabilir?
Elbette benlikten kurtulup kulluk ve hiclik şuuruyla Rabbine yonelerek…
Gaflet icindeki insan; hayatın bin bir gāilesi icinde Ă‚detĂ‚ yuvarlanırken, durup da kendine boyle bir cekiduzen vermekte zorluk yaşar. Erteler. Fırsat arar bulamaz. Tam toparlanacak iken, bir şeytan celmesiyle tekrar yıkılır.

HAK’TAN YARDIM MEVSİMİ
Fakat RahmĂ‚n ve Rahîm olan CenĂ‚b-ı Hak; kullarının imdĂ‚dına yetişmiş ve ceşitli zaman dilimleri icinde, hulûluyle muşerref olduğumuz uc aylar gibi; «lutuf zamanları» takdir etmiştir. İmtihan dunyasında, kullarına Ă‚detĂ‚ Ă‚hireti hatırlatıcı, duygulu, rûhĂ‚nî davetiyeler gondermiştir.

Bu mÂnÂda;
Uc aylar; nefsin enĂ‚niyetinden, gurur ve kibrinden de arınma mevsimidir.

Ceşitli meslek erbapları; zaman zaman seminerler yaparlar, kamplara cekilirler. O gunler boyunca, başka işlerini bir kenara bırakırlar. Boylece hayatın gunluk akışı icinde fırsat bulamadıkları hususlara teksif olur; okur, dinler ve oğrenirler. Kendilerini tazelerler.
Sporcular icin de muhim bir musabakadan evvel, kamp tertip edilir ve ihtilĂ‚ttan men kararı alınır. Boylece kuvvet ve gayretlerinin teksif olması, alĂ‚kalarının hayhuya dağılmaması temin edilmiş olur.

Ebediyet yolcusu olan mu’minler de ibĂ‚det hayatları icin, boyle zaman dilimlerine ihtiyac duyarlar. MubĂ‚rek zamanlar; heyecanları tazeler, iştiyĂ‚kı artırır, cemiyette meydana gelen muşterek hissiyat ile, kulluk hayatında yeniden bir intizam sağlanmış olur.

Rabbimiz, bizlerden sadece uc aylarda değil her zaman kulluk istemektedir.

LĂ‚kin kullarına, boyle mĂ‚nevî kamp ve teksif zamanları lutfederek; onları butun hayatlarını takvĂ‚ şuuruna yukseltmeleri icin yardımda bulunmaktadır.
Aksi takdirde; uc aylardan sonra terk etmek duşuncesiyle, sadece uc aylarda birkac sĂ‚lih amel işlemenin pek bir faydası olmaz.

ZĂ‚hirî ve bĂ‚tınî haramları da sadece uc aylarda terk etmek de edeben guzel olsa da asla kĂ‚fî değildir. TakvĂ‚yı omre yaymak, butun hayatı AllĂ‚h’ın istediği istikamette tanzim etmek, kulluğun muktezĂ‚sıdır.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ibĂ‚detlerin mĂ‚nevî ozunu idrĂ‚k etmenin ehemmiyetini ifade sadedinde şoyle der:
“Hacca gidenler, orada KĂ‚be’nin sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra KĂ‚be’yi her yerde bulabilirler.”

Bu ifadeyi şoyle genişletebiliriz:
Uc ayları ve bilhassa RamazĂ‚n-ı şerîfi idrĂ‚k edenler, O’nu ikrĂ‚m eden CenĂ‚b-ı Hakk’ın rızĂ‚sına erişirlerse; onlara yaşadıkları her zaman dilimi, RamazĂ‚n-ı şerif gibi, rahmet ve bereket, feyiz ve rûhĂ‚niyet dolu olur.

Namazı huşû ile kılanlar; eğer bedenleriyle kıbleye yoneldikleri gibi, kalpleriyle de Hakk’a teveccuh edebilirlerse, namazlarının dışında da dĂ‚imĂ‚ zikr-i ilĂ‚hî icinde yaşarlar.
YĂ‚ Rab lutfeyle!..
YĂ‚ Rabbî!.. Bizleri, zĂ‚hirî ve bĂ‚tınî (acık ve gizli) emirlerini yerine getirenlerden eyle!.. Kalplerimizi kibir ve gurur gibi cirkin ve Ă‚kıbeti hazin duygulardan temizle!.. Îman, ihlĂ‚s, sıdk ve tevĂ‚zu gibi guzel hasletlerle bizleri tezyîn eyle!..
Âmîn!..

Osman Nuri Topbaş-Yuzakı Dergisi
Yıl: 2017 Ay: Mayıs Sayı: 147


__________________