Ehadiyet; birlik, teklik mĂ‚nĂ‚sına gelen “ehad” kelimesinden turetilmiştir. “Bir” demek olan, ferd ve vĂ‚hid mĂ‚nĂ‚larını da ihtiva eden ehad, mĂ‚adĂ‚yı nefyetmede emsali kelimelerden daha mubalĂ‚ğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vĂ‚hid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lĂ‚fzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hicbir şeyin ona, onun da hicbir şeye nisbeti soz konusu olmayan bir kelimedir ve ZĂ‚t-ı Ehad u Samed’in has sıfatıdır. Ehadiyet Ă‚lemi ise boyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. VĂ‚hidiyet sıfĂ‚tta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla ZĂ‚t-ı Mutlaka ve Sırfe’ye -esmĂ‚ ve sıfĂ‚t mĂ‚nĂ‚ları meknî- nazırdır. HulĂ‚sa ehadiyet, butun kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, butun lĂ‚hutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.
Bazılarının zannettiği gibi, ehadiyet mulĂ‚hazası ile esmĂ‚ ve sıfĂ‚t-ı subhaniyenin yok farz edilmesi veya -feteĂ‚lĂ‚llĂ‚hu ammĂ‚ yezunnûn- bunların mutelĂ‚şi olup gitmesi soz konusu değildir. Soz konusu olan, esmĂ‚-i ilĂ‚hiye ve sıfĂ‚t-ı subhaniyenin muessiriyet, tecelli ve inkişafları mahfuz, bir zĂ‚t-ı mutlaka-i sırfe mulĂ‚hazasıdır. Buna, ulûhiyet dairesi muvacehesinde, her şeyin kendine bakan yonuyle fani ve mĂ‚dum sayılmasına, rububiyet Ă‚lemi itibarıyla butun varlığın O’nun vucuduna bir ayna olmasına, vĂ‚hidiyet mertebesinde de esmĂ‚ ve sıfĂ‚t-ı ilĂ‚hiyenin bir guneş gibi her şeyi golgede bırakmasına mukabil, ehadiyet ufkunda ZĂ‚t-ı Mutlaka’dan başka hicbir şeyin mulĂ‚hazaya alınmaması da diyebiliriz.
Diğer bir yaklaşımla, vĂ‚hidiyet tecellisi itibarıyla, esmĂ‚ ve sıfĂ‚tın ziyası karşısında butun varlık ve eşyanın, tıpkı guneş karşısında kaybolan semavî cirmler gibi – “ حَقَائِقُ الأشْيَاءِ ثَابِتَةُ ” sozuyle anlatılan gercek mahfuz ve melhuz- muzmahil olup gitmesine mukabil, ehadiyet mulĂ‚hazasında, hakikat-ı nefsi’l-emriyelerine rağmen esmĂ‚ ve sıfĂ‚t dahi “min vechin” gaybet-i mukayyedeye girer ve butun idrak ve ihsas ufkunu, ehadiyet-i ilĂ‚hiye veya subuhĂ‚t-ı vechin şuaĂ‚tı tutuverir; tutuverir de ZĂ‚t-ı Baht’a gore ağyar sayılan her şey bir mĂ‚nĂ‚da silinir gider. Bu itibarla, ehadiyetten maksat -burada kelĂ‚mcıların, sıfĂ‚t-ı subhaniyenin, ZĂ‚t’ın aynı veya gayrı olmaları mulĂ‚hazalarına girmeyi gereksiz goruyorum- ZĂ‚t-ı Mutlaka ve Sırfe’dir. Şoyle ki ehadiyet mulĂ‚hazasında, esmĂ‚-i ilĂ‚hiye ve sıfĂ‚t-ı rabbaniye bizzat nazara alınmamakta, his, şuur, idrak ehadiyetin nĂ‚kĂ‚bil-i idrak olması mulĂ‚hazasıyla hayret ve dehşet yaşamaktadır. VĂ‚hidiyette ise butun merĂ‚yĂ‚ ve mecĂ‚lî, esmĂ‚ ve sıfĂ‚tın zuhur alanı hĂ‚line gelerek her şeyi kaplamaları gibi bir durum soz konusudur.
LĂ‚hut, rahamût, hatta bir mĂ‚nĂ‚da ceberût Ă‚lemleri, ehadiyet tecellilerinin -alĂ‚ merĂ‚tibihim- mahall-i taayyunleridir ve bu Ă‚lem, aynı zamanda, munezzeh, muberra, mukaddes lĂ‚hut Ă‚leminin de “bi gayri keyfin ve idrakin ve darbin min misĂ‚lin” mahall-i tecelli ve inkişaf sahasıdır. “Kenz-i mahfî”nin “ لأَعْرَفَ ” ufkunda celĂ‚lî ve cemalî acılımı bu mebde-i taayyunle başlamıştır/başlamaktadır. Bu itibarla da bu Ă‚lem, butun izzet, azamet ve kahırların yanında, umum lutufların, ihsanların, hususî iltifatların da mahall-i tevziidir. Ve burası aynı zamanda, Hazreti ZĂ‚t’ın kendi zĂ‚tına, kendi ef’aline, kendi san’at ve Ă‚sĂ‚rına muhabbetini ifade ettiği; edip onu ruhlarımıza duyurduğu; vicdanlarımızı aşk u şevkle şahlandırdığı cĂ‚mi bir ayine-i “Samed” ve vĂ‚hidiyete de bir acılma merhalesidir.
Evet, ehadiyet Ă‚lemi, vĂ‚hidiyet dairesi onunde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı subhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair soylenebilecek sırları soyler; soyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı “Bismillahirrahmanirrahim” ve “Kul huve’llĂ‚hu Ehad”ı okuyabilir. Yani Allah, ilĂ‚hiyetinde vĂ‚hid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfĂ‚t-ı subhaniyesinde tek ve yektĂ‚ bulunduğu gibi esmĂ‚-i ilĂ‚hiyesinde de Ferd u Samed’dir.. evet Allah, zĂ‚tında vĂ‚hid, vucudunda vĂ‚hid, rahmaniyetinde vĂ‚hid, rahimiyetinde vĂ‚hid, rezzakiyetinde vĂ‚hid, hallĂ‚kiyetinde vĂ‚hid... bir VĂ‚hid u Ehad’dir.
Daire-i ulûhiyet, butun esmĂ‚ ve sıfĂ‚t-ı subhaniyeyi cĂ‚mi -İsm-i ZĂ‚t’ın umum esmĂ‚-i husnayı bittazammun ve bililtizam iktiza etmesi bunu gostermektedir- Ă‚lemler ustu bir Ă‚lemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bittafsil zĂ‚hir-bĂ‚tın hemen her Ă‚lemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir Ă‚lem-i munkeşife ve muteayyine, vĂ‚hidiyet de ikinci bir Ă‚lem-i tafsil ve taayyuniyedir. Bu acıdan ulûhiyette cĂ‚mi ve şamil celĂ‚l edĂ‚lı bir cemal, ehadiyette mutesavi bir tecelli-i celĂ‚l ve cemal, vĂ‚hidiyette ise cemal inkişaflı bir celĂ‚lden soz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vĂ‚hidiyette, vĂ‚hidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette gorup konuyu oyle yorumlayanlar da vardır. Boyle bir yaklaşım “Bismillahirrahmanirrahim”deki zĂ‚t, sıfat ve ismin ifade ettikleri mĂ‚nĂ‚ya da uygun duşmektedir.
EsmĂ‚ ve sıfĂ‚tın zuhur ve hafĂ‚sı, tabir-i diğerle, munhasıran Hazreti ZĂ‚t’ın nazara alınması ya da esmĂ‚ ve sıfĂ‚t mulĂ‚hazasına iktiran icinde duşunulmesi itibarıyla iki ana merhalenin -bu mutalĂ‚a da yine zaman mulĂ‚hazasından tecerrud edememeye bağlı bize ait bir nakîsanın ifadesi- mevcudiyeti soz konusudur:
İlk merhale, esmĂ‚, sıfĂ‚t ve daha değişik izafĂ‚t ve itibarların min vechin mulĂ‚hazaya alınmadığı ehadiyet meclĂ‚ ve aynasıdır ve aynı zamanda zĂ‚hir ve bĂ‚tının da birleşik noktası sayılmaktadır. Bu itibarla da ona umumiyetle “berzahiyyetu’l-kubrĂ‚” denegelmiştir. “Taayyun-u evvel” bu merhalenin ayrı bir unvanı, hakikat-ı Ahmediye ise -ehadiyet ve vĂ‚hidiyetteki farklı mutalĂ‚a turunden, “hakikat-ı Ahmediye” ve “hakikat-ı Muhammediye”yi tercihte de benzer bir mulĂ‚hazadan soz edilebilir- en yaygın ve en cok kullanılan isimdir.
İkinci merhale, esmĂ‚ ve sıfĂ‚tın zuhur, tecelli ve inkişaf alanıdır ki, bu Ă‚lem melekût ve mulk şeklindeki tafsilin de nokta-i evvelidir. VĂ‚hidiyet ufku da diyeceğimiz bu merhale, ozunde melhuz ve mermuz bulunan kesretin, tecelli-i esmĂ‚ ve sıfĂ‚t karşısında mutelĂ‚şi olup gittiği dairedir. “Ayn-ı sĂ‚niye” bu dairenin en mĂ‚ruf unvanı, “menşe-i mĂ‚sivĂ‚” tecelli alanı itibarıyla en meşhur adı, “Hazretu’l-Cem” de hususiyetinin sıfatı olarak anılagelmiştir.
VĂ‚hid ve dolayısıyla da vĂ‚hidiyet, hĂ‚ricen ve zihnen terkip, taaddut ve bunları gerektiren ya da bunların gerektirdiği cismaniyet, tahayyuz gibi durumlardan, muşareket, mumaselet gibi şaibelerden munezzehiyetini ve sıfatı bulunduğu Hazreti Mevsuf’un butun vucuhuyla vĂ‚hidiyetini; kesret-suret, cevher-araz gibi şeylerden muberra olduğunu gosteren bir vasıftır. Bu, butun guzelliklerin -celĂ‚lî bile olsa- lutufların, ihsanların, mukafatların inkişaf ve zuhurlarının da kaynağıdır. Aynı zamanda bu mukaddes ve muteal merci-i mubarek, -idrak ve ihata edilebilirlik mulĂ‚hazası acık- pek cok hakikî ve izafî guzelliklerin de menbaı sayılmıştır. İsterseniz siz buna, celĂ‚lin, mertebe-i kemaldeki zuhurunun, cemal şeklinde tecellisi de diyebilirsiniz.. aslında, butun cemal ve kemaller, butun celĂ‚l ve azametler O’nun cilve-i cemal ve celĂ‚linin bir golgesi, hatta golgesinin golgesi mesabesindedir.
Ehadiyette, ulûhiyet ve rahmaniyete bakan -bu bir itibara gore boyledir, bu mulĂ‚haza-i vĂ‚hidiyet icin duşunen mutemet insanların sayısı da az değildir- bir ihata edilmezlik, bir nĂ‚kĂ‚bil-i idrak olma keyfiyeti soz konusudur. Evet insan, her zaman ehadiyetle mufad celĂ‚lî tecelliyi kavrayamayabilir; zira onda, ulûhiyet ve rahmaniyet tecelli dalga boyunda bir kulliyet, bir umumiyet ve dolayısıyla da goz kamaştıran ve gormeye mani azamet ve izzetin kuşatıcılığı bahis mevzuudur. İşte bu hĂ‚liyle de o muhittir.. ve dolayısıyla da ihata edilmesi imkĂ‚nsızdır. Bu durumda da vicdanlar bir tenezzul ve daha farklı bir inkişafa ihtiyac duymaktadırlar. Kur’Ă‚n-ı Kerim’in bazı yerlerde ortaya koyduğu boyle bir tavr-ı tenezzulun, vicdanların ihtiyacını karşılamak uzere bu kabil bir inkişafa baktığı soylenebilir: Kur’Ă‚n, cok defa, kĂ‚inat ve hĂ‚diseleri nazara verdiği aynı anda, gorulup hissedilebilen, okunup anlaşılacak olan cuz’iyyĂ‚t dairesindeki bir şefkat, bir merhamet, bir nizam ve bir Ă‚hengi hatırlatarak, ihata edilmezler uzerine kavranılabilirlik merceğini koyup her şeyi doğru okumamızı sağlar ve bizi muhit olanın ihata edilmezliği karşısında hayrette bırakmaz.
Ulûhiyette bir celĂ‚l-i kĂ‚hir ve bu celĂ‚lin zirvesinde de bir cemal-i bĂ‚hir numĂ‚yandır. Zira ulûhiyet dairesi, butun evsaf-ı kemaliye ve esmĂ‚-i subhaniyenin biricik merciidir. Bu itibarla da onda hem bir azamet ve celĂ‚l-i daim, hem de bir lutuf ve cemal-i lĂ‚yezĂ‚lînin mevcudiyetinden soz edilebilir ki, butun tecelliler, butun cilveler hep o hususî menbadan nebean etmektedir: Evet taayyun mertebesindeki bir nebean, inkişaf cercevesindeki bir feyezan, tafsil dairesindeki bir tecelli gibi her şey ulûhiyet arşından kaynayıp gelmektedir.
İzzet, azamet ve fevkalĂ‚de ululuk zuhuru sayılan celĂ‚lî tecelli, “huviyet-i mutlaka” unvanıyla da yĂ‚d edilmektedir. Zat-ı Ulûhiyet’in hassa-i lĂ‚zimesi kabul edilen boyle bir azamet ve ululuğu hatırlatma sadedinde, ism-i ZĂ‚t olan “Allah” kelime-i mubarekesine hep “lĂ‚fza-i celĂ‚l” ve Hazreti ZĂ‚t-ı Ulûhiyete de “ZulcelĂ‚l” denegelmiştir. Farklı bir yaklaşımla, CenĂ‚b-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, o şeyin istidat ve kabiliyetleri olcusunde, aynı zamanda seviye ve ihtiyacları nisbetinde lutuf, ihsan ve ikramla taltifine cemalî tecelli dendiği gibi, O’nun esmĂ‚ ve sıfatlarının aşkın ve ihata edilmez şekilde gĂ‚libane, kĂ‚hirane, hĂ‚kimane zuhurlarına da celĂ‚lî tecelli denmiştir.
Hazreti ZĂ‚t-ı Mutlak -ki buna “vahdet-i mutlaka-i sırfe” de diyorlar- ehadiyet dairesinin cilveleri sayılan celĂ‚l oncelikli tecellilerin de kaynağıdır. Bu dairede, butun esmĂ‚, sıfĂ‚t, niseb ve itibarlar, ZĂ‚t hesabına min vechin tebeî olarak mutalĂ‚a edilirler. Boyle bir mutalĂ‚a ile hak mefhumu o muhit hususiyetiyle butun mulĂ‚haza ufuklarını tutar, derken umum duyabilenlere tevhid-i Hak ayĂ‚n olur; olur da boyle bir nokta karşısında insan kendini, idrak ve ihsaslarını aşkın kĂ‚hir bir tecelli hayreti icinde bulur.. ve -Allahu a’lem- işte bu tecelli celĂ‚l esintili bir tecellidir. Buna karşılık, Hazreti “Rahmanurrahim”in, duyulup, anlaşılıp kavranabilen lutuf, ihsan, inayet ve riayet şeklindeki teveccuh ve iltifatlarına gelince bunlar, cemal televvunlu tecellilerdir. Arz u semanın, şuur, his, idrak ve irade sahibi varlıkları, bu celĂ‚lî tecelliler karşısında hayret, dehşet ve kalaklarını “ اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيراً وَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً ” -kendimize kıyas ederek soyluyorum- kelimeleriyle seslendirirler. Cemalî meltemler muvacehesindeki behcet ve sururlarını da “ والْحَمْدُ للهِ كَثِيراً ” inşirah bahş sozleriyle dile getirirler. Bunlardan birincisinde, hissedip fakat kavrayamama, duyup fakat ihata edememe, dolayısıyla da surekli dehşet yaşamaya karşılık, ikincisinde duyma, anlama, zevk etme ve değişik değerlendirmelerin yanında bu ihsas ve imtisasları, diğer daireye ait esrarı yorumlamada da bir kıstas olarak kullanabilme soz konusudur.
Muhakkikîne gore celĂ‚l; CenĂ‚b-ı Hakk’ın, kĂ‚hir, gĂ‚lib ve muhit bir izzet ve azamet sıfatı olması itibarıyla -ehadiyet ve vĂ‚hidiyet konularındaki farklı mutalĂ‚a mahfuz- bir ehadiyet tecellisi gibi gorulmektedir. VĂ‚hidiyet ise, ZĂ‚t-ı Ulûhiyet’in, esmĂ‚ ve sıfĂ‚t tecellilerinin bir unvanı olduğu gibi, aynı zamanda bunların bir mahall-i tezahuru mesabesindedir.
CelĂ‚l, kalblerde mehafet, mehabet, tazim, mezahir ve merĂ‚yĂ‚sındaki Ă‚sĂ‚rıyla da hayret ve dehşet uyarır. Bununla beraber bu tecelli ve tezahur, netice ve akıbetleri itibarıyla, fevkalĂ‚de yumuşak, sıcak, inşirah verici ayrı bir derinliği de haizdir. Gorup hissedebilenlerce bazen ehadiyette vĂ‚hidiyete ait Ă‚sĂ‚r muşahede edildiği gibi, celĂ‚l ufkunda da cok defa -biraz da muşahidin durum ve seviyesine gore- cemal meltemleri duyulup yaşanır. Bunu; “CelĂ‚lin zirvesi cemal, cemalin kemali de min vechin celĂ‚ldir.” şeklinde de ifade edebiliriz.
Aslında biz “cemalullah” dediğimizde, hep sıfĂ‚t-ı ulyĂ‚ ve esmĂ‚-i husnanın merĂ‚yĂ‚, mecĂ‚lî ve mezahirdeki durumlarını duşunuruz. Zira, ZĂ‚t, şuûn ve sıfĂ‚t dairesinde bir mutalĂ‚ada bulunmaya hem gucumuz yetmez hem de bir memnuiyet soz konusudur. Biz, Ă‚sĂ‚ra bakar, ef’Ă‚li değerlendirir; esmĂ‚yı mutalĂ‚aya alır, sıfĂ‚t-ı subhaniye mulĂ‚hazalarına dalarız. Tabir-i diğerle biz, maverĂ‚-i tabiata ait esrar, cemal, Ă‚henk ve mĂ‚nĂ‚ları, tabiat meşherinde, varlık kitabında, kĂ‚inat kamusunda mutalĂ‚a etmeye calışır ve satır aralarında ruhlarımıza duyurulmak istenen mesajlarla -tabiî onları iyi anlayıp, iyi değerlendirmek şartıyla- iktifa ederiz. Eşya ve hĂ‚diseler iyi okunup yerinde yorumlandığı takdirde, kimbilir belki de bazılarımızın cok onem atfettiği bir kısım bilgi nazariyeleriyle uğraşmaya da hic gerek kalmaz.
Varlığın zĂ‚hir ve bĂ‚tınındaki butun guzellikler, kemaller, behcetler, cazibeler, ihtişamlar, Ă‚henkler, Hakk’ın cilve-i cemalinin cok perdelerden gecmiş golgesinin golgesidir. Biz, hemen her zaman cevremizde; varlığın cehresinde, insanların simalarında, mahiyet-i insaniyenin derinliklerinde, canlı-cansız hemen her şey arasındaki yardımlaşma ve dayanışmada, hatta muĂ‚naka ve muĂ‚şakalarda; dahası yuksek seciyelerde, ustun karakterlerde, ahlĂ‚kî tavırlarda, iyilik duygularında, fazilet hissi ve îsar mulĂ‚hazalarında, butun varlık arasındaki aşk u şevklerde, cazibe ve incizablarda goz kamaştıran bir Ă‚henk ve guzellik, bir mukemmeliyet ve fevkalĂ‚delik muşahede eder, Ă‚deta kendimizden geceriz; gecer de bunların kaynaklarına ulaşma gayretiyle şahlanır ve inanc ufkumuzun yol verdiği, kalbî ve ruhî hayatımızın da musaade ettiği olcude hep o kutsî menbaa doğru yururuz -seyr u suluk-i ruhani bu istikametteki yuruyuşlerden sadece biridir- yurur ve istidatlarımızın el verdiği nisbette, her şeyin gidip rahmaniyet, rahimiyet, rezzakiyet, hallĂ‚kiyet ve bunların yanında lutuf, ihsan ve kerem.. gibi sıfatlara dayandığını anlar, bu mubarek sıfatların saha-i inkişafı sayılan isimlerde evsaf-ı subhaniyedeki “kenz-i mahfî”nin aksettiği merĂ‚yĂ‚ ve mecĂ‚lîyi temĂ‚şĂ‚ etme imkĂ‚nını yakalar ve kendimizi sonsuz, sınırsız, serhaddi olmayan ic ice bir guzellikler meşherinin ortasında buluruz.
Boyle bakanlar icin, ehadiyetin tezahurleri vĂ‚hidiyetin tecellileri şeklini alır. CelĂ‚l ayn-ı cemal olur. Evet ism-i Rab, mebde’den muntehaya her şeyin var edilip kemale yonlendirilmesinde, camurdan balcıktan en mukemmel Ă‚yine-i cĂ‚mia ve mazhar-ı tam varlıklar inşa etmede hep cemalle tullendiği gibi, ism-i Kahhar suver ve rusumu mahvederek; ism-i Cebbar, nazarlarımızda fizikî guclerin mevhum kuvvetlerini dağıtarak bize surekli celĂ‚l ufkunda cemalin bağ ve bahcelerinden demet demet guller ve salkım salkım meyveler sunarlar. Ta taayyun-u evvelden başlayıp sıfĂ‚t ve esmĂ‚ yoluyla Ă‚sĂ‚ra akseden bu guzellikler ve mukemmellikler, erbab-ı basiret icin her zaman mutalĂ‚a edilebilen bir kitap, temĂ‚şĂ‚sına doyulmayan bir meşher, icine girip gezen insanların gorme arzularını gıcıklayan bir saray gibi gorulup değerlendirilmiş ve onlarda yuruyup saray sahibine ulaşma arzularını coşturmuştur. Bu sayede dunyadaki tabiî geliş-gidişler anlam kazanmış; gelişler, vazife ve sorumluluk altına girme şeklinde yorumlanmış ve omur boyu hep O’na doğru yurunmuş, gidişler de bir terhis, bir vuslat acılımı ve bir şeb-i arus telĂ‚kki edilmiştir.
İşte bu anlayıştaki bir hakikat eri, dunyada olsa da hep O’nunla beraberdir. Her hamle ve her hareketi O’na yurume istikametindedir. Omur boyu hep kesret icindedir ama, hedefi vahdettir: Oyle ki sırtında taşıdığı ağır cismaniyet yukune rağmen, kalbî ve ruhî hayat ufuklarında surekli O’na doğru kanat cırpmaktadır..
Evet o nerede bulunursa bulunsun oturur-kalkar “Allahu Ehad, Allahu Samed” der; kalbini sağlamca O’na bağlar, ihtiyaclarını sadece O’na acar. Ehadiyet’in esrarını vĂ‚hidiyetin envarıyla cozer. CelĂ‚lî tecellilerin sert gibi gorunen esintileri karşısında cemalî yorumların meltemleriyle serinler. Hayretlerini tekbir ve tesbihlerle, mazhariyetlerini de hamd u senalarla seslendirir.. ve Hazreti Ehad u Samed’i bilmeme cehaletinden uzak durmaya calışır; calışır ve dilinde:
“Âlem-i kesretten ey sĂ‚lik firar eyle yuru;
Ferd u Ehad bĂ‚rgĂ‚hında karar eyle yuru;
Rûy-i vahdet gormek istersen bu kesretten eğer,
Saf kıl mir’Ă‚t-ı kalbin, tĂ‚bdĂ‚r eyle yuru.
Kimi KĂ‚be, kimi Arş’ı etmede dĂ‚im tavaf
Sen harîm-i kurb Hakk’ı ihtiyar eyle yuru.” (İsmail Hakkı)
sozleri muhtemel haybetlerini “ticaret-i lentebûr”a, gaybetlerini de huzur-u dĂ‚imîye cevirir, ehadiyet ve vĂ‚hidiyet semalarına doğru surekli pervaz eder durur.
M.Fetullah Gulen
__________________