muhteşem hayat
MUHTESEM HAYAT

Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamıydı.
Cocukluğundan beri butun hayali dunyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yuzunden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karısı ve cocukları vardı.
Ama işler iyi gitmiyordu.
Borclar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borclar eklenince dayanacak gucu kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz otesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar ictikten sonra kendini koprunun uzerinden atıvermişti.
Stewart sulara duşerken, karanlık goklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine gorev veriyordu.
- Eğer bu umitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana cok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryuzune tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek
duşuyordu.
O gune dek bir turlu verilen gorevleri doğru durust yerine getiremediği icin istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Gorevi ise cok zordu.
Tumuyle caresiz, borclar icinde yuzen, hayallerini kaybetmiş,
istediklerinden hicbirine kavuşamamış, dunyayı gezmek isterken onemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgecirecekti.
Melek yeryuzune indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan cıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan once son ickisini ictiği bara goturuyordu ama orası şimdi cok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya donuyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gozlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, cirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kutuphanede calışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan once unlu bir adam olarak dunyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahcesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya duşmesiyle cıkması arasında gecen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hic bu dunyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gor...
Kardeşim ne zaman oldu, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya duşmuştu ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hic doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O cocukken oldu.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gun o cok parasız kalmıştı, para bulabileceği hicbir yer yoktu ve sen ona borc vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye boyle bakımsız ve korkunc gozukuyor?
- Cunku sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hic olmadığın icin o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta calışıp para kazanan bircok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Butun seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar cok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği olcude onemi olduğunu goruyordu.
Tavana asılmış, bircok değişik parcadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parca başka bir parcaya dokunarak bir ruzgar yaratır ve oyuncak donup
durur.
O parcalardan birini cıkardığınızda butun ruzgarı kesersiniz.
Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla donduğunu, aradan bir tek insanı bile cıkarıp aldığınızda hayatın donuşunu etkilediğinizi, bircok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha buyuk bir rolu ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerceği gorunce intihar etmekten vazgeciyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gozuken hayatının aslında bircok insan icin ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgecince yeniden her şey eskisine donuyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gokyuzunde bir "cın" sesi duyuluyordu.
Tonton meleğe, Tanrı cok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi duşunuruz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hic
gercekleşmediğini merak ederiz.
Cevaplar ararız.
Bulamayız genellikle.
Cevaplar vardır aslında.
Kendimizi yararsız bulduğumuzda cok yararlı işler yapmışızdır,
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu
duşunduğumuzde değerimizi bilenler cıkmıştır.
Bircok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli ruzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız buyuk bir rolumuz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gonderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gosterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka turlu bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gercekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gosterseydi belki istediklerimizin gercekleşmemesi icin duaederdik.
Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi icinde saklıdır.
Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolumuzden şikayet ediyorsak, bu da rolumuzun kıymetini
bilemememizdendir.
Ahmet Altan