Tasavvuf, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e vĂ‚ris olmuş gercek murebbîler elinde; nebevî terbiye metodlarıyla, nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mĂ‚nevî bir mekteptir. Bu mĂ‚nevî terbiye mektebine dĂ‚hil olarak “insan-ı kĂ‚mil” olma yolunda mesĂ‚feler katetmeye “seyr u sulûk” tĂ‚bir olunur.CĂ‚hiliye Arapları, kız cocuklarını diri diri toprağa gomecek kadar insanlığa vedĂ‚ etmiş, taş yurekli bir toplum idi. Onlar, hakkın yalnız gucluye Ă‚it olduğu, gucsuzun her turlu haktan mahrum kaldığı, şefkat ve merhametten nasipsiz bir toplumun insanlarıydılar. Bu toplum, Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in mĂ‚nevî terbiyesiyle dunyanın en mumtaz insanları hĂ‚line geldi ve tarihte gorulmemiş bir fazîletler medeniyeti inşĂ‚ etti. Allah ve Rasûlu ’ne duydukları muhabbeti, kalplerinde her an taze tutmakla kazandıkları mĂ‚nevî dirilik ve rûhî zindelik sĂ‚yesinde, ibadetleri huşû ile doldu.
Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in nurlu izinden giden ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın lisĂ‚nından dĂ‚imĂ‚ pırlanta sozler cıktı. O sozler, muhĂ‚taplarına bir akarsuyun Ă‚henkli akışı gibi bir ferahlık vesîlesi oldu. İslĂ‚m ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanmış bir mu ’min olarak; yeni acmış bir cicek gibi; guzellikleriyle, temizlikleriyle, hoş rĂ‚yihalarıyla, ruhları okşadılar, gonulleri cezbettiler.
NEBEVİ TERBİYE METODU
Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in, ashĂ‚bının rûhunda ve insanlığın mĂ‚şerî vicdĂ‚nında gercekleştirdiği bu buyuk inkılĂ‚p, O ’nun irşad metodlarını derinden incelemeyi gerekli kılmaktadır. Zira tasavvuf ehlinin takip ettiği usûl de, nebevî terbiye metodlarını alıp onları zamanın ve zeminin gerektirdiği şartlara gore tatbik etmekten ibĂ‚ret olmuştur.
Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ashĂ‚bını en cok feyizli sohbetleriyle yetiştirmiş, sadrındaki ilim ve hikmeti her fırsatta ashĂ‚bına aktarmıştı. Bilhassa “suffe ehli” fakir sahĂ‚bîlerine bizzat ornek olarak onları hayĂ‚l otesi bir zuhd ve takvĂ‚ ile kemĂ‚le erdirmişti. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, vakitlerini Kur ’Ă‚n ile, zikirle, nĂ‚file ibadetlerle, tefekkurle ihyĂ‚ etmek, ashĂ‚bın alĂ‚met-i fĂ‚rikasıydı. Aşırı tuketim, luks ve israf, sahĂ‚be toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. KifĂ‚yet miktĂ‚rı bir rızıkla gecinip ihtiyac fazlasını infĂ‚k etmek, kimseye muhtac olmamak icin calışıp mazlumların ve muzdariplerin hizmetine koşmak, mu ’min gonullerde buyuk bir zevk ve lezzet hĂ‚lindeydi.
SahĂ‚be-i kirĂ‚m, aldıkları mĂ‚nevî terbiye neticesinde, Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in Ă‚hirete irtihĂ‚linden sonra da bir an bile gevşememiş; yeryuzune ilim, irfan, tebliğ ve cihĂ‚d erleri olarak yayılmış, Medîne-i Munevvere ’de tutuşturdukları gonul meş ’alelerini; Semerkand ’a, Cin ’e, İran ’a, Anadolu ’ya, İstanbul onlerine, Afrika ’ya, Atlas Okyanusu kıyılarına kadar goturmuşlerdi. Allah Rasûlu ’nden aldıkları feyizle gittiler. Tek duşunceleri; Allah rızĂ‚sını aramak ve esas hayat olan Ă‚hiret hayatında Allah Rasûlu ’ne yakın olmak idi.
EN BUYUK HAYIRLARA NEFSİMİZE ZOR GELEN EMİRLER SAYESİNDE ULAŞTIK
Abdurrahman bin Avf -radıyallĂ‚hu anh- anlatıyor:
“İslĂ‚m, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefsin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. MeselĂ‚ Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ile Mekke ’den cıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize ustunluk ve zafer bahşolundu (zafer yolları acıldı). Yine Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de:
«(Onların bu hĂ‚li)
mu ’minlerden bir zumre kesinlikle istemediği hĂ‚lde, Rabbinin Sen ’i evinden hak uğruna cıkardığı (zamanki hĂ‚lleri)
gibidir. Gercek ortaya cıktıktan sonra, sanki goz gore gore olume surukleniyorlarmış gibi (cihad hususunda)
Sen ’inle tartışıyorlardı.» (el-EnfĂ‚l, 5-6) buyurarak tĂ‚rif ettiği hĂ‚l uzere, Allah Rasûlu ’nun maiyyetinde Bedir ’e cıkmıştık. Allah TeĂ‚lĂ‚ burada da bizler icin ustunluk ve zafer lûtfetmişti.
VelhĂ‚sıl biz, en buyuk hayırlara hep boyle nefsimize zor gelen emirler sĂ‚yesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)
İşte sahĂ‚be-i kirĂ‚m, nefsin isteklerine karşı koyup istemediklerini yapmak sûretiyle,
riyÂzat ve
mucĂ‚hedenin tĂ‚limini bizzat Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’den alıyorlardı.
Yine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in iştirĂ‚k ettiği son sefer olan Tebuk, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslĂ‚m ordusu bin kilometre gitmiş ve donmuştu. Medîne ’ye yaklaşırlarken Ă‚deta şekilleri değişmiş, derileri kemiklerine yapışmış, sac-sakal birbirine girmişti. HĂ‚l boyleyken Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashĂ‚bına:
“–En hayırlı bir şekilde geldiniz. Şimdi kucuk cihaddan en buyuk cihĂ‚da geldiniz!” buyurdu.
SahĂ‚bîler:
“–En buyuk cihad nedir?” diye sordular.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Kulun hevĂ‚sına karşı cihĂ‚dıdır.” cevĂ‚bını verdi. (Beyhakî, ez-Zuhdu ’l-Kebîr, s. 198/374; Suyûtî, CĂ‚mi, II, 73/6107)
Yine Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, hevĂ‚ ve heveslerine karşı cihĂ‚d uzere olan sĂ‚lih mu ’minleri de:
“(Hakîkî

mucĂ‚hid, nefsine karşı cihĂ‚d eden kimsedir.” diye medhetmiştir. (Tirmizî, FedĂ‚ilu ’l-CihĂ‚d, 2/1621; Ahmed, VI, 20)
SAHABENİN ULAŞTIĞI KALBİ SEVİYE
Allah Rasûlu ’nun mĂ‚nevî terbiyesi altında, nefislerine karşı giriştikleri bu cihĂ‚dın neticesinde sahĂ‚benin ulaştığı kalbî seviyeyi,
Abdullah bin Mes ’ûd -radıyallĂ‚hu anh- ’ın şu sozu ne guzel hulĂ‚sa etmektedir:
“Biz yenilen lokmaların tesbihlerini duyar hĂ‚le gelmiştik!” (BuhĂ‚rî, MenĂ‚kıb, 25)
İşte tasavvuf, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e vĂ‚ris olmuş gercek murebbîler elinde; nebevî terbiye metodlarıyla, nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mĂ‚nevî bir mekteptir. Bu mĂ‚nevî terbiye mektebine dĂ‚hil olarak “insan-ı kĂ‚mil” olma yolunda mesĂ‚feler katetmeye
“seyr u sulûk” tĂ‚bir olunur.
Seyr u sulûk neticesinde, Allah ’tan uzaklaştırıcı her şey kalpten atılır. Bu ise, bir gram altın elde edebilmek icin tonlarca toprağı elekten gecirmek gibi cetin bir iştir.
Tasavvufun gĂ‚yesi, boyle bir mĂ‚nevî arınma neticesinde kulu dĂ‚imĂ‚ Allah ile beraberlik ikliminde yaşatmaktır. Zira Hakk ’ı gonulde bulmak, O ’na kalben kavuşmak, kulluğun saĂ‚det zirvelerine ulaşmak demektir. Bu zirveye ulaşanlar nazarında mĂ‚sivĂ‚nın değeri hadd-i lĂ‚yığına iner. Allah ile beraberliğin mĂ‚nevî hazzı karşısında butun fĂ‚nî lezzetler değerini yitirir.
Nitekim dunya saltanatını bir kenara bırakıp ilĂ‚hî aşk deryĂ‚sına dalmış olan
İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlĂ‚hî muhabbetteki vecd ve istiğrĂ‚kımız muşahhas bir şey olsaydı; krallar onu bizden alabilmek icin butun hazinelerini de krallıklarını da fedĂ‚ ederlerdi.”
Şuphesiz ki kullukta bu saĂ‚det zirvesine ulaşmak ise, ancak mĂ‚nevî tekĂ‚mul yolculuğuyla, yani seyr u sulûk ile mumkundur.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan