Fecr Suresi 27. ayeti ne anlatıyor? Fecr Suresi 27. ayetinin meali, Arapcası, anlamı ve tefsiri...Fecr Suresi 27. Ayetinin Arapcası:يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ
Fecr Suresi 27. Ayetinin Meali (Anlamı):Ey kĂ‚mil bir iman ve sĂ‚lih amellerle huzûra ermiş nefis!
Fecr Suresi 27. Ayetinin Tefsiri:Bu hitap, kĂ‚mil bir iman ve sĂ‚lih amellerle huzur ve itminĂ‚na erişmiş, gonul huzurunu elde etmiş mu ’mine olum anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın kapılarının acıldığı, ilĂ‚hî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mu ’min, kendine verilen ebebî cennet mujdesi ile sevinir. Korkuları zĂ‚il olur, ici huzurla dolar. Cok guzel bir yolculuğa cıkmanın, cennet ve cemĂ‚lullaha doğru yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“«Rabbimiz Allah ’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da ozde ve sozde dosdoğru olarak inanc, amel ve ahlĂ‚kta sapmadan doğru yolu takip edenlerin uzerine melekler iner ve şoyle derler: «Korkmayın ve uzulmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dunya hayatında da, Ă‚hirette de size dostuz. Cennette canınızın cektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Cok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah ’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)
Bu Ă‚yetlerde “mutmainne, rĂ‚ziye ve merziye” olmak uzere nefsin uc mertebesine işaret edilir. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de başka Ă‚yet-i kerîmelerde de yine nefsin “emmĂ‚re, levvĂ‚me ve mulhime” mertebelerine işaret edildiği gorulur. Dolayısıyla bunlar, emmĂ‚re derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve kĂ‚mile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kĂ‚mil bir nefse ulaşmanın kademelerini gosterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar uzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslĂ‚m ahlĂ‚k ve tasavvufunun temel esaslarını tespit etmişlerdir. Kur ’an ve sunnet cercevesinde nefsin terbiyesi, tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah etmek faydalı olacaktır.
MĂ‚­ne­vî ter­bi­ye ve te­kĂ‚­mul es­nĂ‚­sın­da mu­şĂ‚­he­de edi­len nef­sin hĂ‚l ve mer­te­be­le­ri ye­di kı­sım­da mu­tĂ‚­laa olu­nur:
Birincisi; اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i em­mĂ‚­re): Ku­lu Rab­bin­den uzak­laş­tı­ra­rak ko­tu­luk­le­ri iş­le­me­ye sevk eden en ağağı du­rum­da­ki is­yan­kĂ‚r nefis­tir. “Em­mĂ‚­re” cok em­re­di­ci de­mek­tir. Bu sı­fa­ta sahip olan nef­sin tek gayesi, olur olmaz arzularını ol­cu­suz­ce tat­min­den ibĂ‚­ret­tir. Şeh­ve­tin esî­ri, şey­ta­nın yardımcısı ol­muş; key­fi­ne, zev­ki­ne ve gunaha duş­kun olan nefis­tir. Nef­sin duş­kun­luk­le­ri ve aşı­rı is­tek­le­ri de­mek olan şeh­vet­le­re kar­şı her han­gi bir mu­cĂ‚­de­le gos­ter­me­mek, onun ar­zu­la­rı­na tĂ‚­bî ola­rak şey­ta­nın yo­lu­na uyup git­mek de, nefs-i em­mĂ‚­re se­vi­ye­sin­de bu­lu­nan kim­se­le­rin ah­vĂ‚­li cum­le­sin­den­dir. As­lın­da nefs-i em­mĂ‚­re, sahi­bi­ne kar­şı şey­tan­dan bi­le teh­li­ke­li ola­bil­mek­te­dir. “Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana surekli kotuluğu emreder” (Yû­suf 12/53) Ă‚yet-i ke­rî­me­si, bu mer­te­be­de­ki nef­si anlatır.
İkincisi; اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i lev­vĂ‚­me): Nefs-i em­mĂ‚­re­si­ni piş­man­lık­la he­sĂ‚­ba ce­kip, onun cir­kin hĂ‚l ve ha­re­ket­le­rin­den kur­tul­mak icin gay­ret gos­te­ren­ler, nefs-i lev­vĂ‚­me­ye doğ­ru me­sĂ‚­fe alır­lar. “Levm et­mek”; kı­na­mak ve ayıp­la­mak de­mek­tir. Nefs-i lev­vĂ‚­me; yap­tı­ğı ko­tu­luk­ler­den, Al­lah ’ın emir ve ya­sak­la­rı­na kar­şı gos­ter­di­ği ih­mĂ‚l ve ku­sur­lar­dan piş­man­lık du­ya­rak vic­dĂ‚­nı sızlayan, bu yuzden de ken­di­si­ni şid­det­le kı­na­yan nefis­tir. Bu mer­te­be­de olan ki­şi, nefs-i em­mĂ‚­re­de­ki fi­il­le­rin bĂ‚­zı­la­rın­dan tev­be edip kur­tul­muş­tur. YĂ‚­ni gaf­let­ten bir neb­ze sıy­rıl­mış ve gu­nah ar­zu­su azal­mış­tır. An­cak bu his­ler ye­te­rin­ce ol­gun­laş­ma­dı­ğı icin da­ya­na­ma­yıp tek­rar gu­nah­la­ra duş­mek­ten de ken­di­ni kur­ta­ra­maz. Bu kim­se­le­rin, Al­lah Te­Ă‚lĂ‚ ’nın emir­le­ri­ne bağ­lı­lık­ta ve sĂ‚­lih amel­le­rin­de co­ğal­ma go­ru­lur. Amel­le­ri coğunlukla Al­lah icin­dir. An­cak ilĂ‚­hî il­hĂ‚m­la­rın bah­şet­ti­ği hu­zûr ve su­kû­na tam mĂ‚na­sıy­la ka­vu­şa­ma­dık­la­r ın­dan, Al­lah icin yap­tık­la­rı sĂ‚­lih amel­le­ri­nin halk ta­ra­fın­dan bi­lin­me­si­ni de ic­ten ice is­ter­ler. YĂ‚­ni nefs-i em­mĂ‚­re­nin bazı ko­tu huy­la­rı devam et­mek­te, an­cak kul bu hĂ‚­lin­den do­la­yı ken­di­ni kı­na­mak­ta­dır. Nef­sin ulaştığı bu mer­ha­le­nin is­mi, Kur ’Ă‚n-ı Ke­rîm ’de­ki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dĂ‚ima kendini kınayan nefse…” (Kı­yĂ‚­met 75/2) Ă‚ye­tin­den gel­mek­te­dir.
Ucuncusu; اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mul­he­me): Nefs-i em­mĂ‚­re­den piş­man­lık du­ya­rak lev­vĂ‚­me­ye doğru yuk­se­len mu­min, bu mer­ha­le­de de tev­be ve is­tiğ­fara devam eder, gu­nah­lar­dan sa­kın­ır, mĂ‚­ne­vî ir­şĂ‚­da go­nul ver­ir ve nefisle mu­cĂ‚­he­deye devam ederse yavaş yavaş “mul­he­me” mer­te­be­si­ne ulaşır. Bu mer­te­be­de kul, Al­lah ’ın lut­fuy­la iyi ile kotuyu net bir şekilde ayırt ede­bil­me ve şe­he­vî duy­gu­la­rı­nın aşı­rı­lık­la­rı­na di­re­ne­bil­me gucune ka­vu­şur. Kal­bi Al­lah ’tan gĂ‚­fil kı­lan her şey­den uzak­la­şır. Ar­tık halk na­za­rın­da­kin­den cok, Hak ka­tın­da­ki mev­ki­inin en­dî­şe­siy­le do­lar. İmanî gercekler kalpte gunden gune acılmaya başlar. LĂ‚­kin bu il­hĂ‚m esin­ti­le­ri­nin Rah­mĂ‚­nî olup ol­ma­dı­ğı­nı an­la­ya­bil­mek icin, bir mĂ‚­ne­vî reh­be­rin kont­ro­lu­ne mut­lak sû­ret­te ih­ti­yac var­dır. Nef­sin bu mer­te­be­si­nin “mul­he­me” tĂ‚­bi­riy­le ifade olun­ma­sı da Kur ’Ă‚n-ı Ke­rîm ’­de­ki:
“Yemin ederim nefse ve onu duzgun bir bicimde yaratıp duzenleyene. Ona kotu ve iyi olma kĂ‚biliyetini ilham edene” (Şems 91/7-8) Ă‚yet­le­rin­den gel­mek­te­dir.
Dorduncusu; اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mut­ma­in­ne): Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın emir­le­ri­ne lĂ‚­yı­kıy­la uyup, yasaklarından ti­tiz­lik­le sa­kın­mak sû­re­tiy­le mĂ‚­ne­vî has­ta­lık­lar­dan kur­tul­muş, hakiki ve kuv­vet­li bir iman ile de hu­zûr, su­kûn ve it­mi ’nĂ‚­na ka­vuş­muş nefis­tir. Kalb, zik­rul­lĂ‚h be­re­ke­tiy­le şup­he ve te­red­dud­ler­den arın­mış, her an şu­kur ve se­nĂ‚ hĂ‚­lin­de­dir. Bu mer­te­be­de ko­tu ve cir­kin va­sıf­lar, ye­ri­ni gu­zel ah­lĂ‚­ka terk et­miş­tir. Dav­ra­nış ol­gun­lu­ğun­da zir­ve­yi teş­kîl eden ve bu­tun insanlığa ornek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.) ’in yuk­sek ah­lĂ‚­kı, tarif­siz bir zevk ile gu­zel­ce ya­şan­mak­ta­dır. Ku­lun kal­bi, sa­bır, te­vek­kul, tes­lî­mi­yet ve rı­zĂ‚ ile tac­lan­mış­tır. Mut­ma­in­ne, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’yı tanıyan, tak­vĂ‚ ve ya­kîn eh­li­nin nef­si­dir. Boy­le kim­se­le­rin go­nul­le­ri dĂ‚­imĂ‚ Hakk ’ın zik­riy­le meş­gûl­dur. Şer ’î hukumlerin zahiriyle beraber bĂ‚­tı­nı­na da vĂ‚­kıf ol­muş­lar­dır. İşte “Ey kĂ‚mil bir iman ve sĂ‚lih amellerle huzûra ermiş nefis!” (Fecr 89/27) Ă‚yeti nefsin bu mertebesine işaret eder.
Nefs-i mut­ma­in­ne, Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın yardım ve desteğiyle ha­kî­kat, se­kî­net ve ya­kî­ne ka­vu­şa­rak, ke­der ve en­dî­şe­ler­den kur­tul­muş, ba­zı keşf ve il­hĂ‚m­la­ra da nĂ‚­il ol­muş­tur. Bu mer­te­be­de kal­bin uze­rin­de­ki gaf­let per­de­le­ri kalk­mış­tır. Go­nul­ler, ote­le­ri ve ha­kî­kat­le­ri ay­ne ’l-ya­kîn mer­te­be­sin­de mu­şĂ‚­he­de hĂ‚­lin­de­dir. YĂ‚­ni kalb, te­red­dud ve şup­he­ler­den arın­mış, ger­cek bir tes­lî­mi­yet­le tam bir it­mi ’nĂ‚n ve hu­zû­ra er­miş­tir. Bu hĂ‚­le eri­şen bir kul, dî­nî mu­kel­le­fi­yet­le­ ri hem zĂ‚­hi­ren ve hem de bĂ‚­tı­nen te­red­dud­suz ola­rak kabul edip gu­zel bir şe­kil­de îfĂ‚ eder. Us­te­lik bu kabul ve ina­nış oy­le­si­ne sağ­lam­dır ki, cum­le Ă‚lem bir olup inan­dı­ğı­nın zıd­dı­nı id­dia et­se­ler, on­da en ufak bir te­red­dud hĂ‚­sıl ede­mez­ler. Cun­ku o, mad­dî ve mĂ‚­ne­vî Ă‚le­mi ar­tık ha­kî­kat pen­ce­re­sin­den sey­ret­mek­te­dir.
Mut­ma­in­ne­ye nĂ‚­il olan bah­ti­yar kul­lar, sı­ra­sıy­la “rĂ‚­dı­ye”, “mer­dıy­ye” ve “kĂ‚­mi­le” de­ni­len uc yu­ce mer­te­be­ye da­ha yo­nel­miş olur­lar ki, başarıları nis­pe­tin­de bun­lar­la Hakk ’a ya­kın­lık ve vus­la­tın zir­ve­si­ne erer­ler.
Beşincisi; اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rā­dı­ye): DĂ‚­imĂ‚ Hakk ’a yo­nel­mek sû­re­tiy­le Al­lah ile be­ra­ber ol­ma şu­uru­na eriş­miş, hik­me­ti­ne ve huk­mu­ne rĂ‚m ola­rak Rab­bin­den rĂ‚­zı ve hoş­nud hĂ‚­le gel­miş olan nefis­tir. Bu mer­te­be­ye yuk­se­len kul, ken­di irade­sin­den vaz­ge­cip Hakk ’ın irade­sin­de fĂ‚­nî ol­muş­tur. “Sen O ’ndan rĂ‚zı, O da senden rĂ‚zı olarak Rabbine don!” (Fecr 89/28) Ă‚ye­tin­de­ki “Sen O ’ndan rĂ‚­zı ola­rak” huk­mu­ bu ma­kĂ‚­ma işaret eder. Bu rı­zĂ‚ hĂ‚­li, Hak ’tan ge­len bu­tun ci­le­li im­ti­han­la­ra kar­şı sa­bır gos­ter­mek ve bu hu­sus­ta O ’nun irade­si­ni cĂ‚n u go­nul­den ka­bul­len­mek­tir. Âyet-i ke­rî­me­de bu­yu­ru­lur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve aclık ile; biraz da mallardan, canlardan ve urunlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri mujdele!” (Ba­ka­ra 2/155)
Bu Ă‚yet-i ke­rî­me­de ifade bu­yu­ru­lan “sab­re­den­ler” zum­re­sin­den ola­bil­mek, an­cak Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın takdiri­ne -ve­lev ki o takdir umul­du­ğu ve bek­len­di­ği gi­bi te­cel­lî et­me­se bi­le- rĂ‚­zı ol­mak ve as­lĂ‚ is­yĂ‚­na duş­me­mek­le mum­kun­dur. İş­te nefs-i rĂ‚­dı­ye de, ilĂ‚­hî irade­nin ha­yır ve­ya şer ola­rak te­cel­lî eden bu­tun ka­zĂ‚ hu­kum­le­ri­ne te­red­dut­suz tes­lîm olup rı­zĂ‚ gos­te­ren­le­rin, as­lĂ‚ şi­kĂ‚­yet et­me­yen­le­rin ma­kĂ‚­mı­dır.
Bu ma­kĂ‚­mın im­ti­han­la­rı on­ce­ki­le­re nis­bet­le da­ha ağır­dır. Zira in­san mĂ‚­nen yuk­sel­dik­ce ip­ti­lĂ‚­lar ar­tar. Ni­te­kim Allah Resûlu (s.a.s.) şoy­le bu­yur­ur:
“İn­san­lar icin­de en şid­det­li ip­ti­lĂ‚­la­ra uğ­ra­yan­lar pey­gam­ber­ler­dir. Son­ra da on­la­ra ya­kın­lık de­re­ce­si­ne go­re di­ğer kim­se­ler­dir. İn­san din­dar­lı­ğı ol­cu­sun­de iptilĂ‚­la­ra mĂ‚­rûz ka­lır.” (Tir­mi­zî, Zuhd 57)
Bu sebeple şĂ‚ir Fuzûlî şoyle der:
“Sîne-i cĂ‚kimden eksik etme tîr-i gamzeyi,
Ey gonul rĂ‚nĂ‚ bilirsin kim gul olmaz dikensiz.”
“Aşkınla paramparca olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gonlumun guzeli, sen gulun dikensiz olmadığını bilirsin.”
Muhibbî mahlasıyla şiir yazan KĂ‚nûnî Sultan Suleyman da, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya yakın bir kul olmanın yolunu gosterircesine der ki:
“İhtiyĂ‚r-ı fakr eden dergĂ‚h u eyvan istemez,
ZĂ‚d-ı gamdan ozge hergiz kendiye nĂ‚n istemez.”
“CenĂ‚b-ı Hakk ’a yakın bir kul olma niyetiyle gonlen dunyaya yuz cevirip fakr u zarûreti tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de koşk. O, gam ve keder azığından başka kendisi icin bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”
Cunku bu mer­te­be­de­ki mu­min­le­rin na­za­rın­da, ha­ya­tın gam ve su­rû­ru bir­dir. Zira dunya­ya kal­ben bağ­lan­ma­dık­la­rı icin, ha­yĂ‚­tın se­vinc ve ke­der­le­ri on­lar icin mu­sĂ‚­vî hĂ‚­le gel­miş­tir. Ha­yır ve­ya şer, her ne takdir olun­muş­sa hep­si­ni Ce­nĂ‚b-ı Hak ’tan bi­lip rĂ‚­zı olur­lar.
Altıncısı; اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i mer­dıy­ye): RĂ‚­dı­ye mer­te­be­sin­de bu­lu­nan­la­rın, bu mer­te­be­nin bu­tun feyiz ve bereketinden istifade ede­bil­me­le­ri icin, Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın da on­lar­dan rĂ‚­zı ol­ma­sı gerekir. YĂ‚­ni ku­lun Al­lah ’tan rĂ‚­zı ol­ma­sı yet­me­yip, kĂ‚­mil bir te­rak­kî icin Al­lah ’ın da ku­lun­dan rĂ‚­zı ol­ma­sı lazımdır. Di­ğer bir ifadey­le Hak ’tan rı­zĂ‚­mız, O ’nun yu­ce rı­zĂ‚­sı­na ma­zhar ola­bi­le­cek bir kı­vam ve gu­zel­lik­te ol­ma­lı­dır. Bu ger­cek­leş­ti­ği takdir­de “mer­dıy­ye” sı­fa­tı Al­lah ’a rĂ‚­cî ol­ma­sı­na rağ­men, ku­lun bu­nu te­mî­ne me­dĂ‚r olan amel­le­ri be­re­ke­tiy­le bu ma­kĂ‚m ku­la da izĂ‚­fe edil­miş­tir. Bu­na go­re rĂ‚­dı­ye, Al­lah ’tan rĂ‚­zı olan­la­rın; mer­dıy­ye ise Al­lah ’ın da ken­di­sin­den rĂ‚­zı ol­du­ğu kim­se­le­rin ma­ka­mı­dır. Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın biz­zat rĂ‚­zı ve hoş­nûd ol­du­ğu bir nefs olan mer­dıy­ye­de ko­tu huy­lar yok ol­muş, gu­zel huy­lar ve ah­lĂ‚­kî me­zi­yet­ler in­ki­şĂ‚f et­miş­tir. Oy­le ki; Ya­ra­tan ’dan otu­ru ya­ra­tı­lan­la­ra şef­kat, mer­ha­met, sev­gi, co­mert­lik, af­fe­di­ci­lik ve has­sĂ‚­si­yet on­da bir lez­zet hĂ‚­lin­de­dir. Bu mer­te­be­de­ki bir mu­min, nef­si­ni en gu­zel bir şe­kil­de mu­hĂ‚­se­be ve mu­rĂ‚­ka­be eder. Her ne­fes­te var­lık ve benlik key­fi­ye­tleri­ni go­ze­te­rek şey­tĂ‚­nî hî­le­le­re kar­şı boş bu­lun­mak­tan sa­kı­nır. Yi­ne bu mer­te­be­de kul, her hĂ‚­lu­kĂ‚r­da ve bu­tun mev­cû­di­ye­tiy­le Hakk ’a tes­lîm ol­muş­tur. Al­lah ’tan ge­len ka­hır ve­yĂ‚ lu­tuf te­cel­lî­le­ri­nin her iki­si­ne de gos­ter­di­ği rı­zĂ‚ be­re­ke­tiy­le ebe­diy­yet Ă‚le­mi­ne go­cer­ken, ilĂ‚­hî rı­zĂ‚ ile muj­de­le­ne­rek ken­di­si­ne cen­net hil ’ati giy­di­ril­miş­tir. İşte “Sen O ’ndan rĂ‚zı, O da senden rĂ‚zı olarak Rabbine don!” (Fecr 89/28) Ă‚ye­tin­de­ki “Rab­bin de sen­den rĂ‚­zı ola­rak” huk­mu, bu hĂ‚­li ifade et­mek­te­dir.
Bu hĂ‚l ve ha­kî­kat­le­re nĂ‚­il olan bir kul, ar­tık hĂ‚­di­sĂ‚­tı “hak­ka ’l-ya­kîn” mer­te­be­sin­den sey­ret­mek­te­dir. Allah ’ın iz­niy­le bĂ‚­zı gay­bî sır­la­ra vĂ‚­kıf ola­bi­lir. Ce­nĂ‚b-ı Hak rı­zĂ‚, te­vek­kul ve tes­lî­mi­yet­le­ri se­be­biy­le boy­le kul­la­rı­nın -Ă‚de­tĂ‚- go­ren go­zu, işi­ten ku­la­ğı, ko­nu­şan di­li, tu­tan eli… olur. (bk. BuhĂ‚rî, Rikāk 38) On­la­rın hĂ‚­li­ne, kĂ‚­li­ne ve gu­zel ah­lĂ‚­kı­na te­sir kuv­ve­ti ih­sĂ‚n eder. YĂ‚­ni nefs-i rĂ‚­dı­ye ma­kĂ‚­mın­da mu­şĂ‚­he­de et­ti­ği ke­mĂ‚­lĂ‚t te­cel­lî­le­ri­ni, şim­di biz­zat nef­sin­de tat­mak­ta ve o hĂ‚l­ler­le hĂ‚l­len­mek­te­dir. Sa­bır, te­vek­kul, tes­lî­mi­yet ve rı­zĂ‚ gi­bi has­let­ler, onun dav­ra­nış­la­rı­nın hĂ‚­kim vas­fı du­ru­mun­da­dır.
Pey­gam­ber­le­rin yu­ce ah­lĂ‚­kın­dan bu gu­zel hĂ‚l­le­re dĂ‚­ir birkac mi­sĂ‚l şoy­le­dir:
Hz. YĂ‚­kûb us­tus­te ge­len mu­sî­bet­ler se­be­biy­le hĂ‚­li­ni, “Ba­na du­şen an­cak sabr-ı ce­mîl­dir” di­ye­rek be­yĂ‚n eder.
Da­ya­nıl­maz has­ta­lık ve ip­ti­lĂ‚­la­ra mĂ‚­ruz ka­lan Ey­yûb (a.s.), ha­nı­mı­nın: “Rab­bi­ne dua et de bu muz­da­rip hĂ‚­lin son bul­sun” şek­lin­de­ki ta­le­bi­ne:
“– Hak Te­Ă‚lĂ‚ ba­na sek­sen se­ne sıh­hat­li bir omur ver­di. He­nuz o ka­dar has­ta­lık cek­me­miş­ken sıh­hat is­te­mek­ten ha­yĂ‚ ede­rim” mu­kĂ‚­be­le­sin­de bu­lun­muş­tur.
Hz. İb­rĂ‚­him de ate­şe atı­lır­ken yar­dı­ma ge­len me­lek­le­re:
“– Ate­şi yan­dı­ran kim­dir? O be­nim hĂ‚­li­mi bi­li­yor. Siz­den bir ta­le­bim yok!” bu­yur­muş­tur.
As­lın­da nef­sin tez­ki­ye­si yo­lun­da kat edi­len mer­ha­le­ler, bun­lar­dan ibĂ‚­ret ol­mak­la beraber, ke­mĂ‚­lĂ‚t eh­li­ne tev­dî olu­nan hiz­met­ler îti­bĂ‚­riy­le bir mer­ha­le da­ha var­dır ki, ona da nefs-i kĂ‚­mi­le ve­ya nefs-i sĂ‚­fi­ye de­nir.
Yedincisi; اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kĂ‚­mi­le/nefs-i sĂ‚­fi­ye):Nefs-i kĂ‚­mi­le, tez­ki­ye ne­tî­ce­sin­de arın­mış, sĂ‚f, ber­rak, ul­vî ve ol­gun nefs­tir. Bu­tun mĂ‚­ri­fet sır­la­rı­nın tah­sîl edil­di­ği ve an­cak Ce­nĂ‚b-ı Hak ta­ra­fın­dan veh­bî ola­rak lut­fe­di­len bir ma­kĂ‚m­dır. Hak ver­gi­si­dir, sırf ca­lış­mak­la el­de edil­mez. Ka­der sır­rı­na dayalı bir ilĂ‚­hî ih­sĂ‚n­dır. Nefs-i kĂ‚­mi­le­ye eri­şen­le­re genellikle ir­şad hiz­me­ti emanet edildiğinden bu ma­kĂ‚­ma ay­nı za­man­da “ir­şad ma­kĂ‚­mı” da de­ni­lir. Ce­nĂ‚b-ı Hak, bu ma­kĂ‚m­da­ki­le­rin hĂ‚l ve dav­ra­nış­la­rın­da&#173 ;ki mu­kem­mel­lik­le, in­san­la­rı gaf­let­ten uyandırıcı bir tesir lutfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)
Nefsin kotu sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci Ă‚kıbeti zikrettikten sonra nefs-i mutmeinnenin buyuk bir bayram sevincine vesile olacağını mujdeleyerek sona eren Fecr sûresini, insanın meşakkat icinde yaratıldığına temasla birlikte koleleri hurriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyĂ‚n eden Beled sûresi izleyecektir:
Fecr Suresi tefsiri icin tıklayınız...
Kaynak: Omer Celik Tefsiri
Fecr Suresi 27. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler icin tıklayınız...
İslam ve İhsan