Hz. MevlĂ‚nĂ‚ ’nın gozuyle Hz. Muhammed (s.a.v.) nasıl bir insandı ve nasıl bir peygamberdi?Mesnevî ’ye gore ezeli muhabbet ve varlık nuru.
PEYGAMBERİMİZİN NURU
Mesnevî: “Gel ey gonul! Hakîkî bayram, CenĂ‚b-ı Muhammed -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e vuslattır. Cunku cihĂ‚nın aydınlığı, O mubĂ‚rek varlığın cemĂ‚linin nûrundandır.” (c.6, 1861)
Ezelde yalnız kendisi var olan CenĂ‚b-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrĂ‚kleri seviyesinde bilinmeyi (mĂ‚rifetullĂ‚hı) ve bunun bir neticesi olarak ibĂ‚detlerle kullarının seviye kazanarak kendisine daha yakın olmalarını murĂ‚d ettiği icin bu cihĂ‚nı yaratmıştır. Bu yaratılışta ilk vucud bulan
“Nûr-i Muhammedî”dir. Bu hususta AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Âdem, rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.” (Tirmîzî, MenĂ‚kıb, 1) buyurmuştur. Oyleyse Peygamber -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ın aslî cevheri olan nûr-i Muhammedî; yaratılışta ilk olmasına mukĂ‚bil, beden giydirilerek nebî ve rasûl sıfatıyla butun bir insanlığa rahmet olarak gonderilişi ile de en sondur. Peygamberlik takvimi, varlığın ilki olan
“Nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da
“CismĂ‚niyet-i Muhammedî” ile tamamlanıp kemĂ‚le erdirilmiştir.
Nûr-i Muhammedî, “Hakikat-i Muhammediye”nin ozu, aslı ve mayasıdır. Nasıl değerli bir mucevher, cıplak bir sûrette takdim olunmaz ve birtakım nĂ‚dide ambalajlarla zarif mahfazalar icine konursa, butun varlıklar da
“Nûr-i Muhammedî” karşısında o mevkîdedir. Onun izzet-i hakkı icin yaratılmıştır. Buna gore varlığın ilk sebebi, Cenab-ı Hakk ’ın bizzat kendi varlığı; ikinci sebebi ise
“Nûr-i Muhammedî”yi sĂ‚ir varlıklar ile zarflandırmak ve suslemek gereğidir. Nitekim, diğer bir hadîs-i şerifte şoyle buyurulmaktadır:
“Âdem -aleyhisselĂ‚m-, cennetten cıkartılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatĂ‚sını anlayıp:
“−YĂ‚ Rabbî! Muhammed -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- hakkı icin, Sen ’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚:
“−Ey Âdem! Henuz yaratmadığım hĂ‚lde Muhammed -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’i sen nereden bildin?” buyurdu.
Âdem -aleyhisselĂ‚m-:
“−YĂ‚ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan uflediğinde, başımı kaldırdım, arşın sutunları uzerinde “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llĂ‚h, Muhammedu ’r-RasûlullĂ‚h” cumlesinin yazılı olduğunu gorunce anladım ki, Sen, zĂ‚tının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izĂ‚fe edersin!” dedi.
Bunun uzerine AllÂh TeÂlÂ:
“−Doğru soyledin ey Âdem! Hakîkaten o, Bana gore mahlukĂ‚tın en sevimlisidir. Onun hakkı icin Bana duĂ‚ et. (MĂ‚dem ki duĂ‚ ettin), Ben de seni bağışladım. ŞĂ‚yet Muhammed -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.” (HĂ‚kim, Mustedrek, II. 672; Beyhakî, DelĂ‚il, V, 488-489)
Muhabbet, insanda kalbin varlığının ilk alĂ‚metidir. Bu hĂ‚lin kemĂ‚li ise en lĂ‚yıkına, yani muhabbetin hĂ‚lıkı, AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ve O ’nun sevgili Rasûlu ’ne duyulan muhabbettir.
“BEN, GİZLİ BİR HAZİNEYDİM…”
Mesnevî: “Ey oğul! Butun dunyĂ‚yı, ağzına kadar ilimle, guzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve guzellik, zuhuru zĂ‚tının muktezĂ‚sı olan ve zuhur etmemesine imkĂ‚n bulunmayan AllĂ‚h ’ın Dicle ’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Boylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhĂ‚r etti. Toprağı, goklerden daha parlak bir hĂ‚le getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hĂ‚line getirdi.” (c.1, 2860-2863)
AllĂ‚h, zaman ve mekĂ‚ndan munezzehtir. O, zamansız ve mekĂ‚nsız bir Ă‚lemde, zĂ‚tî hakîkati sadece Kendisine mĂ‚lum bir sûrette mevcuttur. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bu mevcûdiyeti mutlak, diğer yaratılan butun varlıkların vucûdu ise, izĂ‚fîdir.[1]
Buna gore ezelde yalnız kendi var olan ve var olmak icin başka bir var ediciye muhtac bulunmayan Cenab-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrakleri seviyesinde bilinmeyi ve bu bilginin doğurduğu vicdĂ‚nî bir zarûretle ibadetlerle tekrîm olmayı murad eylediğinden,
“Ă‚lem-i kesret” (cokluk Ă‚lemi) denilen bu cihĂ‚nı yaratmıştır. Bu gercek, كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياًّ yani
“Ben, gizli bir hazineydim…” (İsmĂ‚il Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî

sûretindeki hadis-i kudsî ile bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, icinde yaşadığımız Ă‚lemin varlık sebebi ve hikmetini kavramak ve o hikmeti gercekleştirmeye yonelmek uzere, butun insanlık icin en temel bir hayat dusturudur.
ASHÂB-I KEHF ’İN KOPEĞİ KITMÎR ’İN FAZİLETİ
Mesnevî: “Bil ki, ici ilĂ‚hî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. ZîrĂ‚ AshĂ‚b-ı Kehf ’in kopeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, ruhanî bir safĂ‚ya erişti ve o has kullarda fĂ‚nî olarak Cennet ’i kazandı.” (c.2, 1425; 1428)
AshĂ‚b-ı Kehf, Kur ’an ’da anlatılan mu ’min ve muvahhid genclerden oluşan kucuk bir topluluktur. Bu gencler, iclerinde bulundukları toplumun kufur, fesad ve zulmunden uzaklaşarak, îmĂ‚nları istikametinde yaşamaya gayret etmişler ve bu îmĂ‚nlarını acıklamaktan cekinmemişlerdir. Ancak o zĂ‚lim topluluk arasında can emniyetleri kalmadığı icin yaşadıkları şehri terk ederek, bir mağaraya sığınmışlardır. Yolda, bir kopek (Kıtmîr) de onlara katılmış ve mağarada kendilerine bekcilik yapmıştır. Bu îmĂ‚nlı gencleri takip eden ulkenin kralı Dakyanus ve askerleri, mağaranın ağzına kadar gelmiş, fakat onları kılıctan gecirmek yerine mağaranın giriş bolumunu taşlarla kapatarak, onları, bu hĂ‚l uzre olume terk etmiştir. Aradan ucyuz kusur yıl gecmiş, mağaradaki bu gencler AllĂ‚h ’ın bir lutfu olarak bu sure boyunca uyuyakalmışlar ve nihayet uyanmışlardı.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, bu îmĂ‚nlı gencler hakkında Kur ’Ă‚n-ı Kerim ’de nakledilen (Kehf Sûresi, 9-22. Ă‚yet-i kerîmeler) kıssada, Kıtmîr ’in hĂ‚line dikkat cekerek; gercek îmĂ‚n ve aşk ehilleri ile beraberliğin, bir kopeği dahî, “Cennet ehli” olmaya kadar varacak bir safĂ‚ya eriştireceğini bildiriyor. Boyle kimselerle beraberliğin, bir kopeğe bile hayal otesi bir nimetin takdir edilmesini zikrederek, bizi onun yerinde bulunabilecek bir insan icin, nasıl buyuk nimetler takdir edileceğini duşunmeye sevk ediyor. Bu sûretle, sĂ‚dıklarla ve sĂ‚lihlerle beraber olmamızdaki berekete işaret ederek bizleri bu yolda yurumeye teşvik ediyor. Esasen Cenab-ı Hak, Kur ’Ă‚n-ı Kerim ’de
“…SĂ‚dıklarla beraber olunuz.” (Tevbe, 119) buyurduğundan bu keyfiyet, aynı zamanda Kur ’Ă‚nî bir irşaddır.
Nitekim Peygamber Efendimiz, Cennet ’te hayvanlar bulunmayacağı hĂ‚lde Kıtmîr ’in ve fĂ‚rikalarından dolayı birkac hayvanın Cennet ’e girmeyi hak ettiğini haber vermiştir.
Mesnevî:“Muhabbet, bulanık suları berraklaştırır. Gercek muhabbet, olu kalbleri diriltir; pĂ‚dişĂ‚hları bile kul-kole eyler!..” (c.2, 1530-1531)
MevlĂ‚nĂ‚ ’nın muhabbet icin, “Bulanık suları berraklaştırır.” buyurması, aşk ve muhabbetin, insan hayatındaki feyizli neticelerine işarettir.
Hakîkaten muhabbet tahakkuk edince zahmet, rahmete inkılap eder; guclukler kolaylığa donuşur. Bir kimse aşkla yoneldiği bir yolda, karşılaştığı guclukleri aşmak icin muhabbet sĂ‚yesinde bir kudret, liyĂ‚kat ve dirĂ‚yet kazanır. Ferdî ve tabiî hayatta bile karşılaşılan zorluklar, yaptığı işi seven insanlar icin, muhabbetinin gucu nisbetinde yok olur veya kuculur, ehemmiyetsizleşir. Nitekim ashĂ‚b-ı kirĂ‚m, İslĂ‚m dinine bağlılıkları, AllĂ‚h ’a ve Peygamber Efendimize muhabbetleri sebebiyle, bu yuce dinin tebliği icin Cin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara zorlu, cetin ve cileli seferler yapmışlar, ama bu onları yormamıştır. ZîrĂ‚ sînelerinde taşıdıkları risĂ‚let nûrunun izleri ve îmĂ‚n aşkı, bu uzun ve meşakkatli seferlerde cektikleri cileleri kendileri icin Ă‚detĂ‚ bir lezzet hĂ‚line getirmişti. Ferhat ’a da dağları delmek, mecĂ‚zî, fĂ‚nî aşkı sayesinde bile kolaylaşmış ve o, bu guc işin ustesinden zevkle gelmişti.
Muhabbet, yoneldiği varlığın sevilmeye liyĂ‚kati olcusunde şiddetli olur. Bu bakımdan muhabbetlerin en ulvî ve en feyizlisi,
“muhabbetullah”tır, yani kulun Rabbine karşı olan sevgi ve aşkıdır. Cunku ondan başka buyuk bir aşk ile yonelmeye lĂ‚yık hic bir varlık yoktur ve olamaz. ZîrĂ‚ muhabbetin hĂ‚lıkı, O ’dur. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede muminlerin AllĂ‚h ’a olan muhabbetleri anlatılırken:
“…
Muminlerin AllĂ‚h ’a olan muhabbetleri ise herşeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyurulmaktadır.
İnsanlar en buyuk bedeli, aşk sebebiyle oderler. Ferhat ’a Şirin icin dağları delmek; Mecnûn ’a LeylĂ‚ uğruna collerde yaşamak kolay gelmiştir.
“MecĂ‚zî aşk” dediğimiz bu gibi sevgilerin, insanları aşkları uğrunda hayat fedĂ‚ etme derecesinde dehşetli bir diğergĂ‚mlığa sevk edebildiği duşunulurse,
“ilĂ‚hî aşk” yolunda, binlerce kere can fedĂ‚ etmek bile az kalır. Seven, sevilen yolunda, sevdiği nisbette kendi benliğinden fedĂ‚kĂ‚rlık etmeye ve bazen de tamamen vazgecmeye meyil duyar. Bu sebeple ashĂ‚b-ı kiram, canını-malını AllĂ‚h ve Rasûlu ’nun yoluna fedĂ‚ hĂ‚linde yaşamışlar, bu hĂ‚li canlarına minnet bilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamberin en ufak bir arzusuna, yurekten “Anam, babam, malım ve canım sana fedĂ‚ olsun ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu!” diye karşılık vermişlerdir.
FĂ‚tih Sultan Mehmed ’in askerleri de
“Elbette İstanbul fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne guzel kumandan, onu fetheden asker ne guzel askerdir!..” (Ahmed bin Hanbel, IV, 335; HĂ‚kim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfinin şumûlune girebilmenin canhıraş mucadelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar uzerlerine dokulurken Bizans ’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îmĂ‚n vecd ve heyecanı icinde:
“–Bugun şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.
Yukarıdaki misallerde de gectiği uzere beşerî aşklar icin yapılan fedĂ‚kĂ‚rlıklar hatırlanırsa; insandaki sevme meylinin zirvesi olan aşk hĂ‚linin, AllĂ‚h ve Rasûlu ’ne muteveccih bulunmasının, mu ’mini, yani bir Hak Ă‚şığını ne hĂ‚le getireceği hesab edilmelidir. O hĂ‚l, kendi fĂ‚nîliğini tuketmek, gercek kulluğa ulaşmak, yani AllĂ‚h karşısında yok olup hicliğini idrak ederek kullukta zirveye ulaşmak demektir.
RûhĂ‚niyet iklîmlerinde, ilĂ‚hî menbĂ‚dan feyizlenen muhabbetler, binbir rĂ‚yiha ile meltemlenen cennet bahcelerinin cicekleri gibidir. Onun, zaman zaman yaprakları dokulse, cicekleri solsa bile, o, yine baharların tebessumu ile feyz u bereket ve neşv u nemĂ‚ bulur.
Ancak lĂ‚yıkını bulamayan muhabbetler ise, fĂ‚nî hayĂ‚tın hazin israflarıdır. Mubtezel ve bayağı menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında acan ciceklere benzer ki, er-gec ciğnenmeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Sokağa duşurulmuş bir pırlanta, ne kadar tĂ‚lihsizdir! LiyĂ‚katsiz bir gonle dûcĂ‚r olmak, ne hazin bir yıkımdır!
İLAHİ AŞKA GİDEN YOL
Mesnevî: “Cesedi yakmadan, ilĂ‚hî aşk ve muhabbet lezzetlerine vĂ‚sıl olmak mumkun değildir.” (c.1, 22)
Yukarıdaki beyit dolayısıyla ifade ettiğimiz gibi kul, yaratıcısına muhabbetle yoneldiği ve bu muhabbet aşk derecesine yukseltilebildiği takdirde, fĂ‚nî varlık ve ona bağlı butun imkĂ‚nlar gozden duşer, ehemmiyetini kaybeder. Ortada
“ben” ve
“sen” kalmaz. Benlik gider, fĂ‚nî varlık AllĂ‚h ’a ait senlikle ihyĂ‚ olur.
Bu gerceği tersinden ifade etmek istersek, kalbi, dunya ve onun nimetlerinden ve bunlara ait muhabbetten kurtarmadıkca, dunyamızda ilĂ‚hî aşkın şimşeği asla cakmaz; ilĂ‚hî lutuflar perdelenir. MuhabbetullĂ‚h, kalbi dunya muhabbetinden temizlemedikce tam olarak gercekleşmez.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Ruzgar ve topraktan korkan damla gibi olma! ZîrĂ‚ bu ikisi, damlacığı helĂ‚k eder: Ruzgar onu kurutur, toprak da emer! Fakat o damla denize sıcrayabilse, guneşin hararetinden de kurtulur, ruzgĂ‚rdan ve topraktan da... O damlanın gorunen varlığı denizde yok olur, ama zĂ‚tı ve hakîkati, da­imî bir şekilde o denizin bir cuz ’u olarak kalır!
FĂ‚nî bir varlık, kendisini bakî bir varlığa teslim edince, o da bakî ve olumsuz olur! Ey varlık Ă‚lemine nisbetle bir damla mesabesinde olan kişi!... Kendine gel de, pişman olmadan gercek saadete nĂ‚il olabilmek icin varlığını Hakk ’a ver! Ver de; bir damlacık canına karşılık denize kavuş, o ucsuz bucaksız deniz ol! Kendine gel; varlığını bu yuceliğe fedĂ‚ et, denizin avucuna gir de nefsin dehlizlerinde telef olmaktan kurtul!”
MESNEVİ ’DE VEFA
Mesnevî: “Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cumlesi vefĂ‚ya bağlıdırlar ve dĂ‚imĂ‚ vefĂ‚lı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefĂ‚sız bir gonule aslĂ‚ yaklaşmazlar.” (c.5, 1165)
VefĂ‚, insandaki istikrar hĂ‚linin bir neticesidir. Mayıs bocekleri gibi yanıp sonen muhabbetlerle bir yere varılmaz. Ruhunda istikrar meyli olan insandır ki, bir defa ilĂ‚hî aşkın lezzetinden haberdĂ‚r olunca, o yoldan donmez ve fĂ‚nî varlığından vazgecinceye kadar bu yolda ilerler. Bu istikrara sahip olmayanların kalbi, muhabbetullĂ‚hı uzun sure taşıyamaz. Boyleleri, sahip olduğu nimetin idrakinde eksik kalmış demektir. İdrak tam olsa, tadılan lezzet, sahibinin olum Ă‚nına kadar devam eden bir vasfı olur.
Bu demektir ki, aşk ve muhabbet, yerleşeceği kalbin zemininde istikrar ve bunun neticesi olan vefĂ‚yı bulmazsa orada barınamaz. Muhabbetullah ise -şiddeti sebebiyle- yerleşeceği kalplerde bu vasfı bulmadığı takdirde o kalpte tecellî etmez.
VefĂ‚ ve fedĂ‚kĂ‚rlık, kalbin seviyesini gosteren en muhim pusulalardandır. FedĂ‚kĂ‚rlıktan uzakta kalma ve vefĂ‚dan mahrûmiyet, muhabbet ve dostluğa ihanettir.
MESNEVİ ’DE MUHABBET
Mesnevî: “De­ni­ze ka­vu­şan bir ne­hir­de ne­hir­lik bi­ter, gir­di­ği de­ni­zin bir par­ca­sı olur.” (c.4, 2619)
“Ye­di­ği­miz bir ek­mek, bun­ye­miz icin­de erir ve vu­cû­du­mu­zun bir par­ca­sı hĂ‚­li­ne ge­lir. (Se­ven bir kim­se­nin var­lı­ğı da, duy­du­ğu mu­hab­be­tin şid­de­ti ka­dar, sev­di­ğin­de kaybolur.)” (c.1, 3166)
“Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vucuduna katılırdı da, sen olurdu?
Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden boyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi?
Aşk, olu ekmeğe bile can bağışlıyor; fĂ‚nî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!” (c.5, 2012-2014)
Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri diğerini benliğinde yok eder.
Muhabbet arttıkca, yoneldiği varlıkla alakalı her şeyi icine almaya başlar ve onlara nufûz ile sirĂ‚yet eder. Mesela bir kimseyi şiddetle seven, onun doğduğu şehre, o şehrin insanlarına veya sevdiği insanın hĂ‚llerine benzer hĂ‚ller taşıyanlara, onun ismini taşıyanlara… ilh. derece derece muhabbet eder. Buna muhabbetin
“şuurî derinlik” kazanması da denir. Pakistan ’ın meşhur mutefekkiri Muhammed İkbal, MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddin Rûmî ’ye o kadar muhabbet hĂ‚linde idi ki, ucağı Turk hava sahanlığına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyĂ‚rî ayağa kalkmış:
“–Şimdi MevlĂ‚nĂ‚ ’nın yurduna girdik!..” demiştir.
Yesrib ’i,
“Medînetu ’n-Nebî” yapıp gonullerde taht kurmasını temin eden unsur, bağrında şefkatle bastığı Ă‚hirzaman Peygamberinin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber ve onun şehri
“Medîne” anıldıkca, gonullere ılık bir meltem eser. Yine Uhud ’u yuzbinlerce dağdan ayırıp sevimli kılan da Peygamber Efendimizin ona olan husûsî muhabbetidir.
Boyle bir muhabbet, genişleyip butun varlıkları icine aldığı zaman, onun adı
“mutlak aşk” olur. Butun varlıkların kendisine bağlanabildiği tek varlık ise CenĂ‚b-ı Hakk ’tır. Cunku onların hepsi, AllĂ‚h ’ın, hĂ‚lık (yaratıcı) sıfatından bir nebze alarak
“var” olmuşlardır. Oyleyse aşkın insan anlayışına gore zirvesi demek olan gercek aşk, muhabbetin ancak AllĂ‚h ’a yonelmesi ile gercekleşebilir. O derecede ki, AllĂ‚h ’la irtibatları dolayısıyla butun varlıklar o muhabbetin icine girerler. Hakk ’ın nazarıyla mahlûkĂ‚ta bakış tarzı başlar. Yılan urkutucu olmaktan cıkar. Bu olcuyle bakıldığı zaman mutlak aşk, ancak ve ancak AllĂ‚h ’ın guc yetirebileceği bir fiildir.
Biz, AllĂ‚h ’a ait başka sıfatları da ceşitli varlıklara, ozellikle insana izĂ‚fe ederiz. Mesela bir kimseye
“Ă‚lim” veya
“Ă‚dil” deriz. Boyle derken insanın AllĂ‚h gibi ilim sahibi veya adĂ‚letli olduğunu iddia etmeyiz. Eğer bunu kasdetsek, şirk olurdu. Cunku biz, bu sıfatları AllĂ‚h ’tan başkası icin kullanırken, AllĂ‚h ’ın
“muhĂ‚lefetun li ’l-havĂ‚dis”, yani yaradılmış olan hicbir şeye benzememe sıfĂ‚t-ı ilĂ‚hiyyesini hicbir zaman unutmayız. Bu sozlerimizle Ă‚lim veya Ă‚dil dediğimiz bir kimsenin, beşerî guc ve kapasitesi kadar bu ilĂ‚hî sıfatlardan nasib aldığını ifĂ‚de etmek isteriz. Aşk da aynen boyledir. Bu sebeble, gercekte
“Ă‚şık” da
“ma ’şuk” da Cenab-ı Hakk ’tır.
FĂ‚nî olan insan; AllĂ‚h ’ın rahmet, merhamet ve muhabbetiyle kuşattığı kĂ‚inĂ‚ta, bu rahmet ve bereketin tecellîsi olan bir nasiple yonelebildiği kadar
“Ă‚şık” sayılır. Bu hĂ‚le gelenin makamı,
“fenĂ‚fillĂ‚h”tır. Yani o, kendi benliğini AllĂ‚h ’ta yok etmiş, her turlu iddiadan arınmış, fĂ‚nîliğin zirvesine ve lezzetine varmış demektir. Damla, deryĂ‚nın lezzetini tattığı anda rahmet denizinden bir nasîb almış ve deryaya kavuşmuştur.
Hak dostları bu hĂ‚li ne guzel ifade ederler:
“Sen cıkınca aradan
Kalır seni Yaradan”
MESNEVİ ’DE AŞK
Mesnevî: “Âşıklık ister nefsanî olsun, ister rûhĂ‚nî olsun, sonunda bizi otelere go­turecek bir rehberdir.” (c.1, 111)
“O, olumsuz olan, bĂ‚kî olan AllĂ‚h aşkını sec ki, o canına can katan mĂ‚nĂ‚ şarabını sana lutfetsin, sana hayat versin.” (c.1, 219)
“Sen oyle buyuk bir varlığın aşkını sec ki, butun peygamberler, O ’nun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saadete erdiler.” (c.1, 220)
Aşkın meşrû olan her turlusu, insanı fedĂ‚kĂ‚rlığa alıştırdığı ve benliğinden kurtardığı icin muteberdir ve ayrıca insanın ulvîleşmesine de rehberlik eder.
Mal, evlad ve eşler; AllĂ‚h ’ın sınırlarını tayin ettiği bir olcu icinde ve AllĂ‚h icin sevilirse, ulvî gĂ‚yelere ulaştıracak bir basamak; ilĂ‚hî vuslata erdirecek bir antrenman olur. Ancak Rabbimizin lutfettiği bu sevgiyi, nefsĂ‚nî arzuların elinde oyuncak yapmak ve kalbinde buyutup onu Ă‚deta putlaştırmak da aslĂ‚ kabul edilemez. Geminin altında bulunan ve onun seyru seferine yardımcı bulunan suyu; geminin icine taşımaya kalkmak, onun batışını hazırlamaktır.
Kalbin, AllĂ‚h ’tan başka hicbir şeye
“aşk” sayılacak bir derecede muhabbet beslemesi, aslında gercek bir mumin olmak icin uygun gorulmez. Bu fĂ‚nî aşklar, ilĂ‚hî aşka bir istasyon olduğu takdirde hoş gorulur. Kalp, AllĂ‚h ’tan gayri bir varlıkla aşırı bir unsiyet peydĂ‚ eder, ona muhabbetle takılıp kalır ve kalpte iyice kokleşip yerleşirse, bu, şirk olur. Âyet-i kerîmede:
“HevĂ‚ ve hevesini ilĂ‚h edinen kimseyi gordun mu?” (el-FurkĂ‚n, 43; ayrıca bk. el-CĂ‚siye, 23) buyrulur.
İlĂ‚hî muhabbette bir zemin teşkil etmek ve kalbi muhabbetullĂ‚ha istidĂ‚tlı kılmak husûsunda bir role sahip olan bu gibi mecĂ‚zî aşklarda, yahut şiddetli bağlılıklarda, en ziyĂ‚de mala ve evlada yonelik muhabbet tehlike teşkil ettiği icin, Kur ’Ă‚n-ı Kerim ’de
“Mallarınız ve evladınız, sizin icin fitnedir…” (el-EnfĂ‚l, 28) buyrulmuştur. Bu fitne tehlikesi, mal ve evlĂ‚da duyulan muhabbetteki meylin şiddeti ve istikrar ihtimalini gosteren bir durumdur. Yoksa gelip gecici bir istasyon olmak şartıyla meşrû hudutlar icerisinde mahlûka muhabbet cĂ‚izdir. Hatta kalbin muhabbetullaha istidad yonunden bir antrenmanı (temrini) demek olduğundan hoş gorulup izin verilmiştir.
“GONUL VERMEYİNCE, SEN GONUL BULAMAZSIN”
Mesnevî: “Ey dost, Ă‚şıkların hayatı olmektedir. Gonul vermeyince, sen gonul bulamazsın.” (c.1, 1751)
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Ă‚şık, mĂ‚şukunda fĂ‚nî olmak meyliyle doludur. Ondan lezzet alır. AshĂ‚b-ı KirĂ‚m, butun imkĂ‚nlarını vĂ‚sıta telakkî ederek fedĂ‚ya hazır hĂ‚le getirdiler. AllĂ‚h Rasûlu ’nun en ufak bir arzusuna:
“–Canım, malım senin uğrunda feda olsun, YĂ‚ RasûlallĂ‚h!” dediler. Bu hĂ‚lin gercekleşmesi, kalbin, muhabbetullĂ‚ha aid arzusunun had safhada tatminidir. Bu keyfiyetten bir zerre miktarı nasib alma bahtiyarlığına eren kelebekler,
“pervĂ‚ne” adını almışlar ve bu ışığa meftunlukları sebebiyle kendilerini yakıp kul ederek aşklarını ispat etmişlerdir. Bu gerceği Muhammed İkbal bir şiirinde ne guzel anlatır:
“Bir gece, kutuphanemde bir guvenin, pervaneye şoyle dediğini duydum:
«–İbn-i SînĂ‚ ’nın kitapları icine yerleştim. Farabî ’nin eserlerini gordum. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve kemirdim. Bu meyanda Farabî ’nin faziletliler şehri mĂ‚nĂ‚sına gelen Medînetu ’l-FĂ‚zıla ’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir turlu anlayamadım. KĂ‚buslu cıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir guneşim yok ki, gunlerimi aydınlatsın...»
Guvenin bu feryadına mukabil, pervane guveye yanık kanatlarını gosterdi:
“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk icin kanatlarımı yaktım.” Sonra da şoyle devĂ‚m etti:
«–Hayatı daha canlı kılan cırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»”
YĂ‚ni pervĂ‚ne, guveye yanık kanatlarını gostererek hĂ‚l lisanı ile:
“–Sen bu felsefenin muteverrim (veremli) cıkmaz yokuşlarında helĂ‚k olmaktan kendini kurtar! Mesnevî ’nin aşk, vecd ve feyz dolu mĂ‚nĂ‚ deryasında nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Aşk, cırpınışla başlar. Hayat okyanusunu aşıp vuslata erebilmek, hep bu aşk ve vecd cırpınışlarının feyizli ve bereketli zemininde gercekleşir.
EZELÎ MUHABBET VE VARLIK NÛRU Hadis-i kudsî olarak meşhûr olmuş bir rivayette buyurulur:
“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmemi arzu ettim. (marifetime muhabbet ettim) de (bu) kĂ‚inĂ‚tı yarattım.” (İsmĂ‚il Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî

Bu beyan cercevesinde kĂ‚inat ve butun varlıklar, ilĂ‚hî muhabbetle meydana gelmiştir. Onun icin kĂ‚inĂ‚ta gonul gozu ile bakabilenler, butun eşyĂ‚yı, varlıkları; aşk ve muhabbetin bir tezĂ‚huru olarak gorurler. İdrĂ‚k ederler ki, AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, butun varlıkları kendisinin sanat ve kemĂ‚line delil olarak yaratmıştır. İlĂ‚hî bir sanat hĂ‚rikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kĂ‚mil bir tezĂ‚huru olmuştur.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, aşk ve muhabbetin insan icin ehemmiyetini Mesnevî ’sinde şu şekilde îzĂ‚h eder:
“Bil ki, ici ilĂ‚hî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. ZîrĂ‚ Ashab-ı Kehf ’in kopeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. RûhĂ‚nî bir safĂ‚ya erişti ve o has kullarda fĂ‚nî olarak cenneti kazandı.”
Yine Hak dostları bilirler ki, varlıkların zuhûruna vesîle olan ezelî muhabbetin goncası:
“–Habîbim! Sen olmasaydın bu Ă‚lemleri yaratmazdım.” hitĂ‚bına mazhar olan varlık Nûru, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’dir. Bu sebeple kĂ‚inĂ‚t O ’na ithaf edilmiştir.
NUBUVVET TAKVİMİNİN İLK VE SON YAPRAĞI Hazret-i Peygamber -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem ’den once, bedeniyle de butun peygamberlerden sonra zuhûr etmekle, nubuvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Dolayısıyla
O, yaradılış itibariyle ilk, zaman itibariyle son, peygamberdir.
Butun varlıkların sebebi, nûr-i Muhammedî olduğundan, CenĂ‚b-ı Hak, Hazret-i Peygamberi
“Habîbim” hitĂ‚bına mazhar olacak bir liyĂ‚katte yaşatmıştır. Rabbimiz, SallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem Efendimizin mustesnĂ‚ ve mûtenĂ‚ hayatını, zĂ‚hiren ve bĂ‚tınen en guzel bir şekilde terbiye ederek, O ’nu butun insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.
Rasulullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in sîreti ve mubĂ‚rek şahsiyeti, sırf insan idrĂ‚kine sığabilen tezahurleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. ZîrĂ‚ AllĂ‚h -celle celĂ‚luhû-, O mubĂ‚rek varlığı, butun insanlığa bir
“Usve-i Hasene” yani en mukemmel bir ahlĂ‚k numûnesi olarak yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, O ’nu, insan topluluğu icinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim cocukluk”tan başlatarak, hayatın butun kademelerinden gecirip, kudret ve salĂ‚hiyet bakımından en ust noktaya, yani devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yukseltmiştir.
TĂ‚ ki, beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O ’ndan kendileri icin en mukemmel fiilî davranışları ornek alıp, O ’nu kendi iktidĂ‚r ve istîdĂ‚dı nispetinde gercekleştirmeye meyledebilsin.
EsĂ‚sen CenĂ‚b-ı Hak, O ’nu peygamberlikle vazifelendirdiği Ă‚ndan itibaren, kıyĂ‚mete kadar gelecek butun insanlara bir
“ornek” olarak gonderdiğini beyĂ‚n buyurmaktadır:
“Andolsun ki, AllĂ‚h ’ın Resûlu, sizin icin, AllĂ‚h ’a ve ahiret gunune kavuşma­yı umanlar ve AllĂ‚h ’ı cok zikredenler icin guzel bir ornektir.” (el-Ahzab, 21)
Bu demektir ki, butun insanlık îmĂ‚nî ve ahlĂ‚kî, daha emin bir tĂ‚birle, tasavvufî davranış mukemmelliğine ulaşabilmek icin, o mubĂ‚rek varlığın hayat ve faĂ‚liyetlerini lĂ‚yıkıyla oğrenmek mecbûriyetindedir. Her insan, oğrendiklerini kendi istîdĂ‚dı nisbetinde taklîde yonelmelidir. Bu ise, O ’na duyulan muhabbet ve O ’nun rûhĂ‚niyetine burunebilme nispetinde gercekleşir.
AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten once de tevhid muhtevĂ‚sı icinde asîlĂ‚ne bir hayat yaşamıştır. Bilhassa, peygamberlik vazifesinin kendisine verilmesinin yaklaştığı zamanlarda, kendini daha cok AllĂ‚h -celle celĂ‚luhû- ’ya gercek bir kul olmaya adamıştı. Hira (Nûr) dağında uzun muddet inzivĂ‚lara cekilmiş ve derin tefekkurlere dalmıştı.
Bu inzivĂ‚nın sebebi, zĂ‚hirde halkın icine duştuğu sapıklık, zulum ve sefĂ‚letten gonlune akseden ızdırap ve butun Ă‚lemleri icine alan merhameti idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir meş ’ale olan Kur ’Ă‚n ’ın, AllĂ‚h katından, Peygamber Efendimizin kalb-i şerîfi vĂ‚sıtasıyla insanlığa ulaştırılmasını sağlayacak bir hazırlık safhasıydı.
ZîrĂ‚ Ă‚yet-i kerîmede,
“De ki: Cebrail ’e kim duşman ise, şunu bilsin ki, AllĂ‚h ’ın izniyle Kur ’Ă‚n ’ı senin kalbine bir hidĂ‚yet rehberi, once gelen kitapları tasdîk edici ve mu ’minler icin de mujdeci olarak o indirmiştir.” (el-Bakara, 97) buyrulmuştur.
Bu tecellî ve tezĂ‚hurlerle onun kalb Ă‚lemi, gercek bir sĂ‚fiyete ererek, vahyi telakkî edebilecek bir seviyeye ulaştı. Vahye hazır hĂ‚le gelen o mubarek kalb, altı ay muddetle
“sĂ‚dık ruyĂ‚lar” şeklinde tecellî eden manevî işaretler ve ilhamlara mazhar oldu. Boylece kendisine mĂ‚neviyĂ‚t Ă‚leminden esrar perdeleri aralandı. Bu hĂ‚l, vahye muhĂ‚tap olmanın, sıradan kullar icin tahammulu imkansız ağır yukunu taşımak hususundaki yaratılışında mevcut, ama gizli hĂ‚lde bulunan kĂ‚biliyet ve istîdĂ‚dının zĂ‚hire cıkma mevsimi idi. Tıpkı, ham demirin icindeki istidĂ‚t ile celikleşmesi gibi…
Kısaca Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz, butun peygamberlerin salĂ‚hiyet ve vazifelerinin cumlesini, şahsiyet ve davranışlarında cem etti. Neseb ve edeb asĂ‚leti, cemĂ‚l ve kemĂ‚l saĂ‚deti onda zirveye ulaştı. AhkĂ‚m vaz ’ etti.
“Kalbi tasfiye” ve “nefsi tezkiye” keyfiyetini ta ’lim edip, berrak bir kalb ile CenĂ‚b-ı Hakk ’a karşı yapılacak kulluk ve duĂ‚yı oğretti. En guzel ahlĂ‚kı yaşayarak, insanlığa en mukemmel numûne oldu.
TASAVVUFUN OZU Tasavvuf, ozu itibariyle gonul Ă‚lemimizin selîm (temiz, şeffaf, berrak, hastalıksız) bir hĂ‚le gelip, mĂ‚rifetul­lĂ‚h (AllĂ‚h ’ın kalb ile tanınması) ve muhabbetullĂ‚htan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sĂ‚yede ilĂ‚hî vuslata medĂ‚r olabilecek bir kıvĂ‚ma gelebilmesidir. Peygamber Efendimiz ’e, vahyi telakkîde uygulanan manevî eğitim, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesinin zeminini teşkil etmektedir.
Henuz vahiy gelmeden once, belli bir kalbî ve ruhî seviyeye ulaşmış olan Peygamber Efendimiz, ulvî bir hayatın ve yuksek bir ahlĂ‚kın icindeydi. LĂ‚kin, ilĂ‚hî bir tĂ‚limat ile Hira Mağarası ’ndan donduğunde, eski hayatını fersah fersah aşan yuce bir merhaleye ulaşmış bulunuyordu. Boylece yuce Rabbiyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibĂ‚ta gecmiş, tevhid ve mĂ‚rifetullĂ‚h nûrunu butun zerrelerine sindirerek, kullukta takvĂ‚ ve huşûun zirvesine ulaşmıştır. Oyle ki, geceleri ayakları şişinceye kadar gozyaşları icinde kulluk ve ibĂ‚dete devam etmiş, gozleri uyusa bile kalbi dĂ‚imĂ‚ uyanık kalmış, AllĂ‚h ’ın zikrinden, tefekkur ve murĂ‚kabesinden bir an bile uzak kalmamıştır.
AllĂ‚h ’ın lutfu sĂ‚yesinde ulaştığı bu kalbî kıvam ve kemĂ‚lle, butun beşeriyete hidĂ‚yeti ulaştırabilme iştiyĂ‚kı icinde din-i mubîni tebliğe devĂ‚m etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilahî emaneti îfĂ‚ şuûru, O ’nu zirvelerin zirvesi haline getirmiştir. Vazifesini yerine getirmesine mĂ‚nî olacak butun dunyevî teklifleri tereddutsuz reddetmiş ve Hakk ’a kulluğu her şeyin uzerinde kabul etmiştir.
Esasen, ilk olarak Âlemlerin Rabbine hamd ile başlayan, neticede de kalbi kotu duygu, duşunce ve vesveselerden arındırıp, butun mahlûkĂ‚tın yegĂ‚ne Rabbine kayıtsız şartsız sığınmayı emrederek son bulan Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, kıyĂ‚mete kadar insanlığa hidĂ‚yet rehberi olmuştur. İnsanlığın fiiliyĂ‚ttaki rehberi ise Peygamber -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ve O ’nun bir hayat boyu ta ’lim ettiği sunnet-i seniyyesidir.
Bilmelidir ki, AllĂ‚h ’a muhabbet deryasına goturecek olan yegane rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’dir. Oyle ki,
Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e muhabbet, AllĂ‚h ’a muhabbet; O ’na itaat AllĂ‚h ’a itaat; O ’na isyan ise AllĂ‚h ’a isyan mĂ‚hiyetindedir. Buna gore Hazret-i Peygamberin muazzez varlığı, beşer icin bir muhabbet melcei, yani sığınağıdır.
İşte tasavvuf, -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mubĂ‚rek hayatıyla zĂ‚hiren ve bĂ‚tınen butunleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktan ibĂ‚rettir. Cunku
RasûlullĂ‚h -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in her hĂ‚li tasavvuftur.
Diğer bir ifĂ‚deyle
tasavvuf; bir yuce nasîbin, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’a “rûh ufurulmesi”yle başlayan, Ă‚hir zaman Nebîsindeki kemĂ‚l tezĂ‚hurunden, muhabbet dolu kalblere akseden feyz şebnemlerinden ibĂ‚rettir.
Dipnotlar:
[1] Bu hukumdeki
“Ă‚lem” sozu Allah katındaki hakîkatin, insan idraki seviyesine indirilmesi icin mecĂ‚zen ve zarûreten kullanılagelmiştir. Aynı şekilde, ezel (zamanda başı olmamak) ve ebed (zamanda sonu olmamak) gibi kelimeler de CenĂ‚b-ı Hakk ’a izĂ‚fe edilerek kullanıldığı zaman, boyledirler.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan