Allah TeĂ‚lĂ‚, insanların birbirinden yardım istemesine izin vermiş ve biri kendisinden yardım istediğinde ona icĂ‚bet edip yardım edilmesini emretmiştir.SahĂ‚be-i KirĂ‚m, Resûlullah ’tan yardım ister, şefaat talep eder, fakirlik, hastalık, borc gibi hĂ‚llerini arz eder, sıkıntıya duştuklerinde O ’na koşarlardı. Pek cok rivĂ‚yette nakledildiğine gore, bir kuraklık hĂ‚li zuhûr edince insanlar Allah Resûlu ’ne gelir, Oʼndan CenĂ‚b-ı Hakk ’a duĂ‚ ederek yağmur talep etmesini isterlerdi.
AshĂ‚b-ı KirĂ‚m, boyle yaparken şunu cok iyi biliyorlardı ki; Resûlul­lah, hayırlara ulaşmakta sadece bir vĂ‚sıta ve sebeptir. Hakikî fĂ‚il, kĂ‚dir-i mutlak, yalnız CenĂ‚b-ı Hakʼtır. Fakat Rabbimizin, Habîbʼine olan muhabbeti hurmetine, Oʼnun duĂ‚larını daha cok kabul edeceğini umduklarından, bu yola tevessul ediyorlardı. SahĂ‚be efendilerimiz, neyin “şirk” neyin “tevhîd” olduğunu da elbette bizden cok daha iyi bilen kimselerdi.
TEVESSUL ŞİRK MİDİR?
Eğer bir muʼmin, AllĂ‚h ’ın vesîle edinilmesini emrettiği bir şeyi vesîle ediniyorsa, bu, o kişinin, vesîleyi emreden AllĂ‚h ’a itaat icin boyle yaptığını gosterir; -hĂ‚şĂ‚- Allah ’tan başkasını Rab tanıdığını değil!.. Ustelik bir şeyi vesîle edinen kişi, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın o şeyi ya da kişiyi sevdiğine inandığı icin onu vesîle edinmektedir. Tevessul eden kişi, vesîle edindiği şeyleri, Allah TeĂ‚lĂ‚ gibi bizzat fayda veya zarar verebilecek bir mevkîde gorurse, bu o zaman şirk olur. Tevessul eden kişi, kendisiyle te­vessul edilen zĂ‚tın, sadece AllĂ‚h ’ın izniyle bir hayra sebep olabileceğini, bir kotuluğu de, ancak Oʼnun dilemesiyle defedebileceğini bilmelidir.
DORT BUYUK MELEĞİN VAZİFELERİ
Ce­nĂ‚b-ı Hak, bir şe­yin olmasını mu­rĂ‚d et­ti­ği za­man ona “كُنْ” yani “Ol!” der ve o iş ger­cek­le­şir. Bu­na rağ­men Al­lah Te­Ă‚lĂ‚ ilĂ‚­hî mu­rĂ‚­dı muk­te­zĂ‚­sın­ca bĂ‚­zı hĂ‚­di­se­le­rin ta­sar­ru­fu­nu bir­ta­kım kul­la­rı­na tev­dî ey­le­miş­tir. Tıp­kı dort bu­yuk me­lek­te ol­du­ğu gi­bi:
Ceb­rĂ‚­il -aleyhisselĂ‚m-, vah­yi Pey­gam­ber­le­re bil­dir­mek­le; Mi­kĂ‚­il -aleyhisselĂ‚m-, ta­bi­at hĂ‚­di­se­le­ri­ni sevk ve idĂ‚­re et­mek­le; Az­rĂ‚­il -aleyhisselĂ‚m-, ruhları kabzetmekle; İs­rĂ‚­fil -aleyhisselĂ‚m- ise, Sûr ’a ufle­mek­le vazife­len­di­ril­miştir. Ce­nĂ‚b-ı Hak, el­bet­te ki bu vazife­le­ri o me­lek­le­re ge­rek ol­mak­sı­zın da ger­cek­leş­ti­re­bi&#173 ;lir. Fa­kat Al­lah Te­Ă‚lĂ‚, ilĂ‚­hî irĂ‚­de­siy­le on­la­ra boy­le bir vazife ve sa­lĂ‚­hi­yet ver­miş­tir. O gu­cu on­la­ra ve­ren Al­lah Te­Ă‚lĂ‚ ’dır. Bunun gibi, ehlullah da bĂ‚zen CenĂ‚b-ı Hakkʼın murĂ‚dına Ă‚let ve mĂ‚kes olurlar. Kudret-i ilĂ‚hî onlar vĂ‚sıtasıyla zuhûra gelir.
MeselĂ‚ şifĂ‚ Allahʼtandır. Fakat CenĂ‚b-ı Hak, doktoru, ilĂ‚cı vs. şifĂ‚ya vesîle kılmıştır. Dolayısıyla şifĂ‚yı bu vesîlelere tevessul ile aramak gerekir. Kulların şifĂ‚ icin hastahĂ‚neye, eczĂ‚hĂ‚neye murĂ‚caatı şirk sayılamaz. Zira her muʼmin bilir ki, şifĂ‚yı veren Allahʼtır; doktor, ilĂ‚c birer vĂ‚sıtadan ibĂ‚rettir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Ornek AhlĂ‚kından 2, Erkam Yayınları


İslam ve İhsan