Kader sırrı nedir? Kader kavramı ile ilgili ayet ve hadisler.Kişinin kendi irĂ‚desi dışında olduğu hĂ‚lde, irĂ‚desine tesir eden hususlar, kaderin sahasına girer. Bunlar irĂ‚deyi hayra yonlendiren, musbet tesirler ise; kişi bunları nîmet olarak gormeli ve AllĂ‚h ’a şukretmelidir. MeselĂ‚ mu ’min ve muttakî bir ailede, sĂ‚lih bir cevrede dunyaya gelmek, guzel bir İslĂ‚mî eğitim imkĂ‚nına sahip olmak, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın lûtuf ve ihsĂ‚nıdır. Menfî tesire gelince:
Kişi bu hususlarda CenĂ‚b-ı Hakk ’ın takdîrine rızĂ‚ ve teslîmiyet gostermelidir. Bunları şerre gitmenin mĂ‚zereti olarak gormemelidir. Cunku hicbir cevre şartı, bir kulun inkĂ‚r ve isyanına doğrudan ve zarurî sebep teşkil edemez.
Zira CenĂ‚b-ı Hak, enfus ve Ă‚fakta, yani her insanın ic dunyasında ve dış Ă‚lemde Yuce ZĂ‚t ’ının varlığına ve birliğine işaret eden sayısız delil halketmiştir. CenĂ‚b-ı Hak, ayrıca kullarının doğru yolu bulabilmeleri icin peygamberler gondermiş ve kitaplar indirmiştir. Kulların gidişĂ‚tında cevre şartlarının tamamen tesir edemeyeceğini, insan irĂ‚desi uzerinde zorlayıcı olmadığını unutmamak gerekir. CenĂ‚b-ı Hak bunu îzah ve ispat icin, peygamberlerini cok farklı şartlarda dunyaya gondermiştir:
–Kimisini
Hazret-i Suleyman -aleyhisselĂ‚m- gibi zengin kılmış,
–Kimisini
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- gibi cok ağır hastalık ve kayıplarla imtihan etmiştir. Fakat Suleyman -aleyhisselĂ‚m- kalbini korumasını bilmiş; sahip olduğu muazzam servet ve saltanat, onu gurur, kibir ve şımarıklığa sevk edememiştir.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- da mĂ‚ruz kaldığı ağır belĂ‚, musibet ve hastalıklar karşısında sabretmiş, Rabbine karşı hamd, şukur ve rızĂ‚ hĂ‚lini korumuştur. Yani her ikisi de, birbirine zıt imtihan şartlarında muvaffak olmuşlardır. Nitekim CenĂ‚b-ı Hak onlar icin; “نِعْمَ الْعَبْدُ :
o ne guzel bir kul” buyurmuştur.[1]
–Hazret-i MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, olabilecek en kotu mekĂ‚nlardan birinde, yani Firavun ’un sarayında yetişmiş, fakat aslĂ‚ zulme meyletmemiştir. Daha sonra da Medyen collerinde yokluk ve aclık icinde kalmış, yine hĂ‚l ve istikĂ‚metinde bir değişme olmamıştır.
–Hazret-i İbrahim -aleyhisselĂ‚m- ’ın yaşadığı toplumda ise, ona tevhîdi oğretebilecek hicbir kimse yoktu. Fakat o, bu menfî şartlara rağmen tevhid mucadelesinden vazgecmedi.
–Hazret-i Yusuf -aleyhisselĂ‚m-, fısk u fucûra dalmak icin cok musĂ‚it bir hayatın icinde, evlĂ‚t edinilmiş bir kole vaziyetinde bulunmak mecburiyetinde kaldı. Fakat AllĂ‚h ’a sığınarak iffet ve ahlĂ‚kını korumayı bildi. Bu mubĂ‚rek zĂ‚tlar, cevre şartlarının menfî tesirlerinden AllĂ‚h ’ın izniyle muhafaza olmuşlardır. Demek ki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yardımıyla kulun irĂ‚desi, en menfî gorunen imtihan şartlarına dahî gĂ‚lip gelebilir.
Dolayısıyla bir mu ’min; hayatın med-cezirlerini ve acı-tatlı surprizlerini, kullukta kusur ve ihmallere bahane etmemeli, Hakk ’a kulluk hususunda hicbir mĂ‚zeretin ardına saklanmamalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, imtihan şartlarının zorluğu ve ağırlığı, muvaffakıyetin ecrini daha da artıracaktır. Nitekim bir zaferin değeri, ona ulaşmak icin katlanılan guclukler nisbetinde buyuktur.
Diğer taraftan, kimi filozoflar, bazı insanların biyolojik olarak, fıtraten/yaratılıştan suclu doğduklarını iddia ederler. Genler, beyin yapısı ve benzeri sebeplerle, bu kişilerin irĂ‚delerini terbiye etmelerinin ve kendilerini suctan alıkoymalarının mumkun olmadığını iddia ederler. Bu doğru değildir. Nitekim yanlış yoldan donen, hatasından pişman olup hĂ‚lini ıslah eden pek cok insan mevcuttur.
Nitekim cĂ‚hiliye devrinde kız cocuklarını diri diri toprağa gomen, zulum ve haksızlıkta birbiriyle yarışan yarı vahşî insanlar, hidĂ‚yetle şereflendikten sonra, gunahlarının nedĂ‚met yuku altında ezilerek Ă‚deta iki buklum olan, gozu yaşlı, gonlu rikkat ve merhamet dolu, derviş ruhlu yıldız şahsiyetler hĂ‚line gelmişlerdir.
İmĂ‚m GazĂ‚lî Hazretleri şoyle buyurur:
“İnsan bal mumu gibidir. Terbiye ile ona -musbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.” Şayet insandaki birtakım menfî husûsiyetlerin değişebilmesi mumkun olmasaydı lugatlerde “terbiye” diye bir kelime olmazdı. Eğer beyinde akıl hastalığı, şizofreni gibi kişiyi mukellef olmaktan cıkaracak derecede fizyolojik bir hasar varsa, elbette boyle kişiler, ilĂ‚hî imtihanın dışında olacaklardır. Fakat bu nĂ‚dirdir.
Bazı filozofların iddia ettiği ise, toplum nazarında veya dînen suclu/gunahkĂ‚r addolunan kişilerin, fizyolojik sebeplerle suc/gunah işledikleridir.[2] Bu da doğru bir duşunce değildir. Şu hadîs-i şerîfler ışığında mevzuyu yeniden duşunelim:
“Sıdk (doğruluk), insanı iyiliğe, iyilik de Cennet ’e goturur. Kişi, doğru soylemeye devam ettikce, sonunda sıddîklardan olur. Yalan, kişiyi fucûra (gunah ve ahlĂ‚ksızlığa), fucûr da Cehennem ’e goturur. Kişi yalan soylemeye devam ettikce, sonunda Allah indinde yalancılardan yazılır.” (BuhĂ‚rî, Edeb, 69) Demek ki, kullara fucur ve takvĂ‚ ilham edilmiştir. Kul doğruluk ve yalancılık, iffet ve hayĂ‚sızlıktan birini secmektedir.
Sectiği istikamet yanlışsa, tevbe kapısı acıktır. Fakat ısrarla devam ederse, artık kalbi muhurlu, yani hidĂ‚yetten ebediyyen mahrum bir bedbaht hĂ‚line gelebilir. LĂ‚kin bu da onun kendi tercihlerinin neticesidir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kul yalan soylemeye ve yalan soyleme niyetini taşımaya devam ettikce, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta buyur ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihĂ‚yet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, KelĂ‚m, 18)
Âyet-i kerîmelerde, kalp katılaşması, kalp muhurlenmesi, kalp paslanması ve olu kalp tĂ‚birleriyle ifade edilen de bu hakîkattir. Ceşitli sucları işleyip de hapse duşenler; “Kader mahkûmuyuz.” gibi sozler sarf ederler. Bu sozler kısmen tesellî ifade etse de, tam mĂ‚nĂ‚sıyla doğru değildir. Rabbimiz ise Cehennem ehlinin hakîkati îtiraf ederek, şoyle soyleyeceklerini beyan buyurmuştur:
“Derler ki:
«–Şayet (vahye)
kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi)
şu alevli Cehennem ’in mahkûmları arasında olmazdık!»” (el-Mulk, 10)
Dipnotlar:
[1] Bkz. SĂ‚d, 30, 44. [2] 19. yuzyıl Avrupa ’sında
Pozitivist Kriminoloji ekolu, zemininde
Darwin ve onun meşhur “
evrim teorisi” olan “
biyolojik pozitivizm” adlı bir goruş geliştirmişlerdir. Buna gore; sucluluğun temelinde, fĂ‚ildeki bir anormallik vardır ve bu gibi kimseler biyolojik olarak normal insanlardan daha aşağı bir seviyededir. Fizikî olarak geri kalmış bu tur kişiler buyuk bir ihtimalle suc işleyecektir. (Bkz. Ali Emrah BOZBAYINDIR, Kriminoloji. T.C. Anadolu Univ. Yay. Eskişehir 2017; Fusun Sokullu AKINCI, Kriminoloji, Beta Yay. İst. 2017) Yine, evrim teorisini esas alan İtalyan Kriminolog
Lombrosso ’ya gore, sucluların coğu, irsî olarak evrim aşamalarının onceki safhalarında kalmış insan tipleridir. (Bkz. Tulin Gunşen İCLİ, Kriminoloji, Seckin Yay. 2013) Lombrosso ’ya gore bir sucluyu dış gorunuşunden ayırt etmek mumkundur. Yani suclular, suc işlemeyen normal insanlara nazaran daha vahşidir ve bu tarif (evrim teorisinden mulhem) maymunumsu bir gorunume uymaktadır. Bir kişi doğuştan suclu olma ozelliklerine sahipse, artık bu kişinin değişmesini beklemek anlamsızdır. Dolayısıyla bu kişilerin toplumdan ayıklanmaları gerektiği duşuncesi, biyolojik pozitivizmin tabiî bir sonucudur. (Bkz. BOZBAYINDIR, Kriminoloji, sf. 36)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkur Ufku, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan