(1931’de Irak’ın Musul şehrinde dunyaya geldi. 1980 yılında Bediuzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Kulliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediuzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış 5 kitabı ve cok sayıda makaleleri bulunmaktadır.)

Biz Araplar zaman ve mekĂ‚n bakımından uzak olsak da Bediuzzaman Said Nursî’yi tanıma ve anlama bakımından bir cihette daha buyuk bir imkĂ‚na sahibiz. Cunku yuksek bir binanın ihtişamını dışından bakanlar icindekilerden daha iyi gorur. İslĂ‚m ve imana Ă‚şina olan Arapların boylesine buyuk bir İslĂ‚m mutefekkirini elbette tanıması gerekir. Ben itiraf ediyor ve inanıyorum ki, Bediuzzaman’ın Arapca’ya tercume edilen eserleri kısa bir zamanda tecdide susamış insanların ihtiyaclarına cevap verecek, imanî bir fikir kaynağı haline gelecektir.

Boyle buyuk bir eser sahibinin şahsiyeti uzerinde durmak gerekir.

12 seneden beri Bediuzzaman’ın risalelerini okuyorum. Bu eserleri iman ve fikir sahasında kendime rehber kabul ettim ve şu neticeye vardım:

Biz oyle bir şahsiyet karşısındayiz ki, ruhu iman esrarıyla dolu, kalbi guneş kadar pırıl pırıl, aklı iman hakikatları ile alev alev; nefesi, uyumuş ve uyuşmuş fikirlerimizi uyandıracak kadar guclu; hitabındaki guzellik celĂ‚lî isimlere ayna olacak kadar berrak ve muessirdir.

Bediuzzaman’ın bu yuce mertebeye ulaşması, oyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhî ve kalbî seyahatlerden, cetin nefsî mucadelelerden gecerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en muhim donem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mucadeleden başarıyla cıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mucadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin “cenaze namazını” kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.

Bu mucadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine acılmış ve mĂ‚nen cole donmuş ruhlara hayat vermek, ancak iman Ă‚b-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun uzerine “Eski Said” i maziye gomdu, “Yeni Said” olarak dirilip fanilik toprağını uzerinden attı. Guclu bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tukenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.

Bediuzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslĂ‚mî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti uzerine yepyeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Oyle bir nesil ki, ehl-i dalĂ‚lete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dunyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...

Maddî cihadın harici duşmana karşı olacağını belirten Bediuzzaman, yeri geldiğinde kalem tutan eli ile silĂ‚h taşımış cepheye koşmuş, hattĂ‚ bu uğurda yaralanıp Ruslara esir duşmuştur. 1917’deki bolşevik ihtilĂ‚line kadar bu esarette kalmıştır.

Bediuzzaman Said Nursî, Hutbe-i ŞĂ‚miye isimli eserinde İslĂ‚m dunyasının icine duştuğu manevî felĂ‚ketlerin kaynaklarına işaret etmekte ve cıkış yollarını gostermektedir. Bu manevî hastalıklardan birinin, umitsizliğin Muslumanlar arasında hayat bulup dirilmesi olduğunu belirtir. Umitsizliğin her turlu ilerlemeye engel, kanser mikrobu gibi olduğunu ifade ederek Muslumanların umitvar olmaları gerektiğine işaret eder. Cunku umit ve iyimserlik duygusu, Muslumanlar icin kuvvet kaynağı, zamanın acı darbelerine karşı koymanın en guclu bir dayanağıdır. Umit, huzun karanlıklarını gideren ve gayb Ă‚leminden icimize yağan bir nurdur.


Felaket asrının adamı

Bediuzzaman, Barla’da kendini iki ayrı gurbetin icinde bulur. Birisi İslĂ‚mın başına gelen felĂ‚ketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin butun yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediuzzaman bu gurbetler icinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acı ve elîm bir gurbeti butun ruhunda hisseder.

Dunya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını cevirmiştir. O da dunyayı bırakıp Ă‚hirete yonelmiştir.

Bediuzzaman, İslĂ‚miyetin gurbete duştuğu bir zamanda geldi. İslĂ‚miyet adına her şeyin silinmek istendiği karanlık bir devirde, corak bir zeminde vazife başına gecti. O, bu gerceği şu ifadelerle dile getirir ve o karanlıklar arasından yine umidi haykırır.

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-Ă‚sĂ‚ bir baharda geleceksiniz.”

Bediuzzaman huznun her rengini tatmış, her turlu elem ve keder gomleğini giymiş, fakat halini kimseye şikĂ‚yet etmemiştir. İcinde yanardağlar kaynamasına rağmen, dışında sukûnet hĂ‚kimdi. O kendisini duşunmekten vazgecmiş, İslĂ‚mın elemleriyle inliyordu. Huşû icinde Rabbine yonelmiş, korkaklığı ayaklar altına almıştı. Ac canavara yakın olmanın, merhametini değil, iştihasını kabartacağını biliyordu. Onun icin bir defa olsun zalimlere boyun eğmemişti.


CelÂl ve CemÂl tecellileri

Bediuzzaman, İlĂ‚hî terbiyeden mahrum olan aklın, eşyanın ve kĂ‚inatın hakikatlarını kavramaktan uzak olduğu goruşundedir. O, iman nuruyla aydınlanmış, Kur’Ă‚n guneşiyle parlamış bir akıl ve basiretle ancak İslĂ‚m medeniyetinin kurulabileceği kanaatindedir. Bu medeniyetin iki temeli vardır: CelĂ‚l ve Cemal.. Cemal bu medeniyetin ruhu, celĂ‚l bedeni hukmundedir. Cemal o medeniyetin bahcesi, celĂ‚l da surlarıdır. Cemal, hakikattır, adalettir, hayırdır, guzelliktir, rahmettir, sıdktır, şeref ve fazilettir, butun guzel sıfatlardır; CelĂ‚l ise bu değerleri tahripten koruyacak kalkandır, kılıctır.

...Risale-i Nur, işte bu celĂ‚lî ve cemalî isimlerin tecellisi ve hendesesiyle kĂ‚inatın ozunden suzulmuş hakikatlerdir. Satırlarında ve sayfalarında celĂ‚l ve cemal kol koladır. Bazan bu eserler manĂ‚ guzelliğinin feyziyle bir şelĂ‚le gibi cağlar. Kendinizi şair ruhlu buyuk bir edibin karşısında bulursunuz. Bazan celĂ‚lin ihtişamı sizi kuşatır ve kalbinizi sarsar. Sizi hayret secdesine goturur. Risale-i Nurun sayfalarını cevirdikce şiddet icinde rikkat, kuvvet icinde şefkat, izzet icinde rahmet, azamet icinde tevazu, salĂ‚bet icinde lutuf, kalb icinde akıl, akıl icinde de kalbi gorursunuz... Said Nursî’nin kalbinin vecd icinde inlediğini hisseder ve Allah’tan uzak kalmanın ızdırabı icinde kıvranan insanlığın felĂ‚keti icin huzun dolu gozyaşı doktuğunu sezersiniz.

Said Nursi, Ă‚hiretin korkunc Ă‚kibetlerini işlerken bile asıl vazifesini ihmal etmez, insanlara, korkutmadan once Allah’ı sevmeyi oğretir. Yani once cemĂ‚li sergiler, sonra celĂ‚li...

Risale-i Nur, kuracağı medeniyetin temelini CelĂ‚l ve CemĂ‚l esasları uzerine atar. Buna gore bir insan modeli ve ornek Musluman yapısı orer. Bu insan, yuksek fikirli insanlar sırasına girer ve medeniyeti bu insanların omuzuna tevdi eder.

CelĂ‚lin şefkati “ene”nin kibir, ucub ve isyanını yok eder. CelĂ‚lin heybeti ile ’ene’ duşmanlarına boyun eğmekten, tezellulden ve umitsizlikten kurtulur. Cemal bizi fikre, adalete, hakka, fazilete ve mes’uliyete sevkeder; CelĂ‚l ise icimizden guclu bir kaynak fışkırmasına sebep olur. Pısırıklıktan, korkaklıktan kurtarıp cesaret, hamiyet ve fedakĂ‚rlığı aşılar.


KĂ‚inata bir bakış acısı

Hayattaki İlĂ‚hî musikinin nağmeleriyle insan arasındaki bağı Bediuzzaman kadar hisseden ve kuranlar azdır. Bediuzzaman bu dakik besteyi muşahede edip kaydetmeye muvaffak olmuş nĂ‚dir mutefekkirlerdendir. Bediuzzaman’ın eserlerini okuyanlar, zahmet cekmeden kĂ‚inat ile insan kalbi arasındaki bağı gorebilirler. HattĂ‚ dikkat ettiklerinde insanın kĂ‚inatın kucultulmuş bir nushası olduğunu farkederler. KĂ‚inat ile insanın vicdanında sevgi, yardımlaşma ve tesanut nağmeleri yankılanır. Bediuzzaman iman yolculuğunda ilerlerken, kĂ‚inatın fıtrî olarak, insanın da şuûrî olarak yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakka takdim eder. Bu hakikatı şu şekilde beyan eder:

“Evet, şu kĂ‚inatta insan bir fihriste-i cĂ‚mia olduğundan, insanın kalbi binler Ă‚lemin harita-i mĂ‚neviyesi hukmundedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillu, kĂ‚inatın bir nevi merkez-i mĂ‚nevisi olduğunu gosteren hadsiz funun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kĂ‚inatın mazharı, medarı, cekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velĂ‚yetin yazdıkları milyonlarla nûranî kitaplar gosteriyorlar.”

Said Nursî eşsiz tecrubesiyle kĂ‚inata yepyeni bir bakış acısı getiriyor. Bu bakış acısı, edebiyatcılara, kalem erbabına ve fikir sahiplerine devamlı sûrette kaynayan gur bir pınar oluyor. İman edebiyatını zenginleştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyor. Bir yandan goklere tırmanıyor, diğer yandan yerin derinliklerine kok salıyor. Cunku o, bu zamanda insan fikrinin, kĂ‚inatla cok yakından alakadar olduğunu biliyor.

Vicdanı, asaletinden bir şey kaybettirmeden terbiye etmek ve ona yol gosterebilmek Musluman duşunurlerin uzerinde cok durdukları bir konudur. Fakat bu konuda muvaffak olanlar pek azdır. Said Nursî, bu asırda bozulan vicdanı tamir etmekte muvaffak olmuştur. İnsanları bu asrın dışına cıkarmadan, kalbiyle, ruhuyla, aklıyla bu asırda tutarak ona hitap ediyor. Sorumluluklardan kurtulmak icin cemiyetin dışına cıkarmıyor.

İnsan hayatı mukaddestir. Bu kudsiyet, hayatı veren Allah’tan gelmektedir. İnsan buna inandığı zaman elbette uzerinde titreyecek, hayatını kirletmeyecek, zayi etmeyecektir. Sıkıntılar sebebiyle onu uzerinde ağır bir yuk olarak gorduğunde ondan kurtulmak istemeyecek, ona en yuksek fiyatı veren Allah’ın hizmetine sunacaktır.

Bediuzzaman hayatın kıymetini belirtirken diyor ki: “Hayat, bu kĂ‚inattan suzulmuş bir hulĂ‚sadır ve şuur ve his dahi hayattan suzulmuş, hayatın bir hulĂ‚sasıdır.”

Hayat kĂ‚inatın ozlu bir parcası olduğuna gore, kĂ‚inatı tanımazsak hayatı da tanıyamayız. İlim bize eşyanın boyutlarını sadece nisbi olarak tanıtıyor. İlim, eşyanın hakikatını hĂ‚lĂ‚ tam olarak keşfedebilmiş değildir. Eli her yere uzandığı halde, hĂ‚lĂ‚ kesin bir neticeye ulaşamamıştır. Bu durum daha cok teori plĂ‚nında kalıyor.

Bunun yanında insan, mutlak hakikata ulaşmak ve gerceği bulmak icin calışmaktadır. Mutlak gerceğe yonelmek sanılmasın ki, aklî meseleleri bir kenara itmek demektir. Mutlak gerceğe akıl ve mantığı bir kenara itip ulaşılmaz. KĂ‚inatın otesine sırf hayalle yapılan seyahatle de mutlak gercek bulunmaz. Cunku hicbir dinî hakikat yoktur ki, akıl ve mantığın esaslarına uygun olmasın. Tersine, aklî meselelerin derununa inildiğinde orada dini buluruz. Vicdana hitap eden Ă‚limler, genellikle en ince aklî delilleri ortaya koymuşlardır. Gazalî, Said Nursî ve benzerlerinde olduğu gibi.

Ozetle; tahrif edilmemiş bir din aklî bir dindir, akla ve mantığa asla ters gelen meselesi olmaz. KelĂ‚m ilmi, modern cağ oncesinde İslĂ‚mın akıllaştırılma calışmasının bir merhalesidir. Ancak, bu modern ilim asrında, gecmiş asrın ilm-i kelĂ‚m calışmaları kifayetsiz kalmaktadır. Bediuzzaman Said Nursî bu boşluğu gormuş ve kelĂ‚mı bu asra uygun bir şekilde ortaya koşmuştur. Bu mazhariyet Bediuzzaman Said Nursî’ye nasip olmuştur. O, akıl ve mantığa uzak gibi gorunen meselelerde bile en yuksek akıl ve mantık olculerini vazediyor. Ve meseleleri oylesine ulvileştiriyor ki, şair ruhluları bile ihtizaza getiriyor.

Sozler’den Ă‚deta hayat fışkırıyor. KĂ‚inatın İlĂ‚hî nağmeleri dinleniyor. İmanı gurbette kalmış gonuller en guzel teselliyi, vuslatı onda buluyor.