bu hikayede gecen olaylar tamamen gercektir, isimler ise değiştirilmiştir...
yıl 1999, depremden onceki aylar...
Afyon'da universitenin son yılı, iyice yaymışız kendimizi... uc beş sene uzatmış olmanın verdiği rahatlıkla... uc kişi kalıyoruz evde. bir apartmanın 5. katı. en alt katta bir aile var, cok iyi anlaşıyoruz, baba cezaevinde, anne calışıyor, iki cocuk da okuyor, biri ortaokulda, biri lisede...
kahramanlarımızdan biri bu liseli... adını vermiyeyim, soner diyelim, zaten buna benzer bir adı vardı... akşamları bize gelirdi, muhabbet, rahatlık ve sigara ozgurluğu icin... biz de sonerden hoşlanır, ona iyi davranırdık, baba ozlemini gidermek, arkadaşsızlığını gidermek ve en onemlisi, annesinin bize yolladığı şahane yemekler icin...
ikinci kahramanımız, benim gibi universiteden emekli olabilecek kadar okulu uzamış biri, adına da can diyelim...
can o yıllarda 29 yaşında, ama gorunum cook daha fazla diyor, 1,65 boyu, bir o kadar gobeği ve dokulmuş sacları, pek de yaşını gostermiyor. ayriyetten de soylemeden gecemeyeceğim,denize girdiğinde ıslanmayan biridir. bir miktar kıllı yani. nihayet okulun son yılı olduğundan okula gitmek gibi bir dert mevcut değil. bu yuzden can, sınav doneminde gelip bize misafir oldu. can'la soner'in ilk tanışması da bu zamana rastlar...
can'la soner tanıştıklarında benim canice planım da yavaş yavaş yeşermeye başlamıştı. bunu ev arkadaşlarımla paylaştım, cok beğendiler ve hemen uygulamaya başladık...
once can'la konuştuk;
bak hacı, bu soner var ya, babası cezaevinde, asıl kotusu, gercek babası bile değil, uvey babası. kendi babası 5-6 sene once olmuş (nasıl yazıyoruz belli değil, salladıkca sallıyoruz). sana cok ısınmış, babasına benzetmiş, ama bunu sana soyleyemiyor, yanlış anlama diye sana acılamıyor, korkuyor da senden. bize anlattı, biz de elcilik yapıyoruz, ama onun haberi yok haa sana anlattığımızdan, sakın acık verme. yap bi babalık be şu yetime. gorduğunde soğuk davranma, bi başını okşasan, bi sıcak oğlum desen yeter...
bizim sazan bir duygulandı, bir iclendi;
tamamdır hacı, ne demek, yapcaz tabi yetime, ah kadersiz evlat be...
planın ilk kısmı başarıyla sonuclanınca ikinci kısıma gectik...
soner'i aldık karşımıza;
bak soner, sana bir şey soylicez ama kızma, biz elciyiz,bu can var ya, bu yaşında hala bekar, neden, biliyor musun? kızlardan hoşlanmıyor da ondan, erkeklerden hoşlanıyor, seni de cok beğenmiş, boyle parlak, taze filansın ya, ondan heralde. bak hacı, kapa gozunu "he" de bi kere, hayatın kurtulur şerefsizim. cok zengin bu herif, bildiğin gibi değil, malının parasının hesabını bilmiyor. hani, denizde kum bunda para, o derece yani, bi kere tamam de paraya boğar seni... yani bize filan dese dunden razıyız ama seni beğendi işte...
buna da cok sağlam yazdık senaryoyu... anlattıkca anlattık, yazdıkca yazdık, bunun suratı değişti, bembeyaz oldu, mosmor oldu, kızardı, sarardı... sonunda patladı tabi;
olmaz oyle şey, nasıl yaparım abi, manyak mısınız siz, delirdiniz mi, sapık mısınız yaa, erkek adamım ben yaa, nasıl dersiniz bunu yaa...
oğlum bikereden bi şey olmaz, hem kim bilecek yaa, aramızda kalacak işte, merka etme...
olmaz yaa, nasıl bakarım milletin yuzune, kimse bilmese de ben bilecem ya, hem istesem de yapamam ki, kıllı kıllı ooooğğğ....
bu sazan bize sove sove gitti... şimdi geriye bunların buluşmasını yakalamak kaldı, bunu kacırmamak icin de can nereye biz oraya, nerdeyse helaya bile beraber gitcez... soner baya korkmuş anlaşılan, 3-5 gun piyasada gozukmedi, bize gelmek bir yana, sokakta bile goremedik...
baktık ki bunlar kendi kendilerine karşılaşamayacaklar, kucuk bir mudahalede bulunalım dedik...
bir kac gun sonra bir internet cafede oturuyoruz, tam da sonerin okul cıkışı zamanı, tam da gececeği yolun uzerindeki cafe olması pek de tesaduf sayılmamalı... bizim gozumuz dışarda, can dalmış net alemine (sahi yaa, bir de can'a papatya numaram var, unutmazsam onu da yazarım bir ara). baktık ki kucuk sazan elinde iki defter serseri serseri geliyor, hemen buyuk sazana verdik gazı;
hacı, bak soner geliyor, hadi git bir gorun, gonlunu al.
hemen cıktı bu dışarı, biz de peşinden...
can tuttu omzundan soneri, soner dondu, can'ı gurduğu anda yuzu allak bullak oldu. diyaloglar aynen şoyleydi;
s: abi bırak yaa
c: gel oğlum gel, korkma.
s: ya bırak yaa
c: korkma oğlum, bir şey yapmam
can'ın, soner'in yanağından aldığı makas olayı daha da alevlendirmiştir
s: ya abi bak yapma, walla baaracam bak
c: niye bağıracan ki, gel bizim eve gidelim, konuşuruz hem.
s: he, yok yaa, gelmem, niye geliim ki?
c: kacma be soner, bak ben seni cok sevdim.
s: bilmem mi, yok abi gelmem, unut sen beni.
soner'in sesi cığlık seviyesine gelmek uzereydi, benzi soldu, can'ın elinden kurtulmak icin cırpınırken gomleği pantolonundan fırladı, defterler yere duştu, can hala babalık yapmaya, soner de kestaneyi kurtarmaya cabalıyordu. sonunda soner, kabusunun elinden kurtulup eve doğru sprint attı, bir kac saniyede kayboldu gozden.
biz mi? gulmekten nefes alamaz olmuştuk, kaldırımın kenarına oturmuş, katıla katıla gulen uc sazan. can geldi yanımıza;
niye kactı ki, daha opemedim bile
sozu, bizi bitiren son noktaydı...
__________________