Sofinin biri, bir gun eve geldi... evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla icerdeydi. Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul kole kesilmiş, odada adamla buluşmuştu. Sofi, kuşluk cağı kapıyı sıkıca dover dovmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkan vardı, ne kacıp kurtulacak bir yol!
Sofinin, o zamanda dukkanı bırakıp eve gelmesi hic adeti değildi. Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şupheye duşmuş, bu yuzden o gun mahsus vakitsiz gelmişti. Kadınınsa onun, hicbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı. Fakat nasılsa bu fikri doğru cıkmadı... Allah sucları orter... orter ama cezasını da verir!
Kotulukte bulundun mu kork, emin olma, cunku yaptığın kotuluk bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir! Birkac kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye orter, gizler. O muminler ulusu Omer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
Hırsız, ey ulkenin beyi, diye bağırdı, beni oldurtme... bu, ilk sucum! Omer dedi ki: “Haşa, Allah, ilk sucta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez. Lutfunu meydana cıkarmak icin defalarca orter de sonradan adaletini gostermek icin cezalandırır;
Bu suretle bu iki sıfatının da meydana cıkmasını, lutfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.” Kadın da defalarca bu kotu işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş ona kolay gorunuyordu artık.
Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki! Fakat bu sefer kaza ve kader, onu oyle bir daraltmış, munafıkı ansızın olum nasıl yakalarsa oyle bir sıkı yakalamıştı ki!
Ne yol vardır , ne yoldaş, ne de kurtulma imkanı...(munafık, boyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir catar, canına el uzatır ya! İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belalara uğramış, oylece adeta kuruyup kalmıştı?
Sofi, gonlunden, hay kafirler hay... size kin gudup duruyorum ama hele sabredeyim. Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu canın sesini duymasın, diyordu. Hak yolundaki er de
size gizlice boyle kin guder... istiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır!
Hani, “sırtlan nerede? Burada yok yahu” diye aranırlar da sırtlan bu soze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya! Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tumsek, bir aralık, yukarıya cıkacak bir yol yoktu.
Ne bir tandır vardı, oynaşını oraya gizlesin... ne bir cuval vardı, perde gibi onune gersin! Evin ici kıyamet gunu arasat meydanı gibi dumduzdu... ne bir cukur vardı, ne bir tepe, ne de kacacak bir yer! Allah bu kıyamet gununu anlatırken mahşer meydanı icin “Orada bir cukur, bir tumsek goremezsin” demiştir.
Kadın hemen carşafını oynaşının ustune attı, erkeği kadın şekline sokup kapıyı actı. Carşafın altında adam, apacık rusvay olmuş, gorunup durmaktaydı... adeta merdiven ustunde bir deveye benziyordu. Kadın oynaşı icin kocasına dedi ki: “Şehir buyuklerinden birinin karısı... malı var devleti var, pek zengin! Yabancı birisi, cahilcesine gelmesin diye kapıyı kapadım.”
Sofi, ala dedi... ne hizmeti var,hele soyle de minnetsizce, seve seve yapayım. Karısı dedi ki: “Bize akraba olmak istiyor... iyi bir kadın ama icini Allah bilir artık. Kızı gormek istiyordu ama tesaduf bu ya, kız da mektepte. Fakat ister un olsun, ister kepek... onu canla gonulle gelinliğe kabul ederim dedi. Oyle bir oğlu var ki şehirde misli yok... guzel, anlayışlı, cevik, hem de iyi bir gecimi var.”
Sofi dedi ki: “İyi ama biz yoksuluz, perişanız... bu kadının ailesiyse mallı, mulklu kişiler. Nasıl olurda bize eşit olabilir? Kapının bir kanadı tahtadan, oburu fildişinden... boyle şey olur mu hic? Nikahta iki ciftin birbirine eşit ve denk olması lazım... yoksa iş bozulur, gecim olmaz!”
Kadın dedi ki: Ben de bu ozru soyledim, ama o, “Ceyiz filan arayanlardan değilim... Biz mala, altına doymuş, imtila olmuş, usanmışız... halk gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama duşuncesi yok bizde. Bizim istediğimiz şey, yalnız kapalı, temiz ve namuslu oluşudur. Zaten iki alemde de kurtuluş, bununla olur.”dedi.
Sofi, yine yoksulluk ozrunu ortaya koydu; bunu gizli kalmasın diye tekrar tekrar anlattı. Kadın dedi ki: “Ben de bunu tekrarladım, ceyizimizin olmadığını iyice anlattım.
Fakat onun inanışı dağdan da sağlam... yuzlerce yoksulluktan bile şikayet etmiyor. Benim istediğim şey namustur, sizden dilediğim doğruluktur, himmettir deyip duruyor.”
Sofi dedi ki: “Zaten ceyizimizi, malımızı gordu... gizli aşikar başka neyimiz varsa onları da hep gorur. İşte daracık bir evimiz, bir kişi sığacak kadar bir yerimiz var... oyle dar ki orada bir iğne bile gizlenemez. Temizliğe, kapalılığa, namuslu oluşa gelince: o, bunu zaten bilir!
Kapalılığını, ortulu ve namuslu oluşunu o, onunde de, sonunda da, başında da, nihayetinde de bizden daha iyi bilir, bizden daha iyi gorur. Zaten kızımızın ceyizi cimeni, aşcısı, işcisi olmadığı meydanda... iyi ve namuslu oluşuna gelince: o, bunu zaten bilir.
Kızın namuslu olduğunu babanın anlatması şart değil ya... nasıl olduğu esasen onca aydın gun gibi meydandadır. Senin de yanlışın meydana cıktı, rezil rusvay oldun... bari az soyle; bu hikayeyi onun icin anlattım.
A davada ayak direyip duran, senin anlayışın, hukum cıkarışın da bundan ibaret işte! Sen de sofinin karısı gibi hainsin, kotulukte hile tuzağını kurmuşsun! Bu suretle her yuzu yunmadık pis kişiye temizliğini anlatır durursun... kendinden utanır da Allah’dan utanmazsın!
Allah, her şeyi gorur, bu goruş de daima seni korkutsun diye kendisine “goren”dedi. Kotu sozlerden dudağını yumasın diye de kendisini “duyan diye anlattı. Korkasın da bir fesat duşunmeyesin diye “bilen”adını takındı.
Fakat bunlar, mesela zenciye kafur adının verildiği gibi Allah’ya konmuş adlar değildir. Allah ismi, sıfattan tureme, sıfattan meydana gelmedir, Allah sıfatlarıysa kadimdir, evveli yoktur. İlleti Ula misali gibi batıl ve sacma değildir.
Oyle olmasaydı sağıra duyan, kore aydın adlarının verilmesi gibi alay olur, maskaralık olurdu. Tanınma icin konan ad, mesela terbiyesiz ve utanmaz birisine mahcup, yahut kara ve cirkin birisine guzel diye konuvermiş bir addır.
Yeni doğmuş cocukcağıza hacı, yahut da soyunda var diye gazi adını koymaktır. Bu lakapları, ovmek icin soylerlerse ovulende bu sıfatlar yoksa ovuş, doğru olmaz ki. Ya alaya almaktır, yahut da oven delidir. Allah ise zalimlerin soylediklerinden beridir, paktır.
Ben seninle buluşmadan once de biliyordum: Guzel yuzlusun ama kotu huylusun sen!
Ben seni gormeden de inatcı bir adam olduğunu, kotulukte ayak diremiş, kotuluğe alışmış bulunduğunu biliyordum. Gozum kızarırsa, az gorsem bile yine o illete tutulduğumu bilirim ya!
Sen beni cobansız bir kuzu gibi yapayalnız gordun de bekcim, gozcum yok sandın.
Aşıklar, bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yuzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler. O ceylanı cobansız, o esiri ucuz sanırlar. Nihayet “Gozcusu, bekcisi benim... az bak!” diye bir bakış okudur gelir, ciğerlerine saplanır!
Ben, bir kuzudan da, keciden de aşağı mıyım ki ardımda gozcum, bekcim olmasın? Oyle bir bekcim var ki saltanat, ona yaraşır... bana nasıl bir yel esmekte? O bilir! O yel soğuk mudur, sıcak mı? O bilen Allah, gafil değildir... bilir a kotu kişi!
Fakat şehvete mensup olan nefis Hak’tan sağırdır, kordur. Ben de senin korluğunu ta uzaktan gordum. Onun icin sekiz yıldır hic seni sormadım... cunku seni bilgisizlikle kat kat dolu gordum ben. Kulhandaki adama nasılsın diye neye sorayım? Nasıl olacak; baş aşağı bir halde işte!
Dunya şehveti, kulhana benzer. Takva hamamı da onunla aydınlanır. Fakat takva sahipleri bu kulhanda safa ve zevk icindedirler... cunku onlar, hamama girmiş, yunup arınmışlardır. Zenginlerse hamamdakileri ısıtmak icin tezek taşıyanlara benzerler.
Allah, hamam ısınsın, tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir. Bu kulhandan vazgec de hamama git... kulhanı terk etmek, bil ki hamama girmenin ta kendisidir. Kulhanda kalan dunya şehvetine sabreden, dunyadan el etek ceken kişiye hizmetci mesabesindedir.
Hamamda olan, yuzunden, yuzunun temizliğinden, guzelliğinden anlaşılır. Kulhandakiler de yuzlerindeki ve elbiselerindeki duman, is ve tozdan belli olurlar. Yuzunu gormezsen kokusuna dikkat et... koku, her kore sopa gibidir! Kokusunu da alamadıysan onu konuştur; yeni sozden eski sırrı anla!Altın babası kulhancı der ki: Bugun akşama kadar tam yirmi kufe tezek taşıdım.
Bunun gibi senin hırsın da, bu dunyada ateşe benzer... her alevi, yuzlerce ağız acmıştır! Gerci tezek, ateşi alevler, kuvvetlendirir ama akla gore bu altın, hic de hoşa gitmeyen fışkıdır, tezektir. Ateşten dem vuran guneş, yaş fışkıyı ateşe atılmaya değer bir hale getirir. İşte bunun gibi hırs kulhanı yuzlerce kıvılcımla kıvılcımlansın, alevlensin diye o taşı altın haline getiren de yine guneştir.
Mal topladım diyen ne diyor yani? Bu kadar fışkı, bu kadar tezek getirdim diyor!
Bu soz, rezilliği arttıran bir sozdur ama kulhandakiler, aralarında bununla ovunurler!
Sen akşama kadar altı kufe tezek getirdin... halbuki ben, hic zahmet cekmeden tamam yirmi kufe tezek taşıdım, derler. Kulhanda doğup temizlik nedir gormeyen kişiye mis koklatsın incinir, hasta olur!
Birisi, guzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, buzulup yere yıkıldı. Kerem sahibi attarlardan gelen guzel kokular, başını dondurdu, yere duştu! O bihaber, gun ortasında yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı. Derhal halk, başına uşuştu... Herkes lahavle diyerek derdine derman aramaktaydı.
Birisi, eliyle kalbini yokluyor, oburu yuzune gulsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gulsuyundan geldi. Biri bileklerini başını ovuyor, oburu hararetlensin diye samanlı ıslak balcık getiriyordu.
Biri odağacıyla şekeri karıştırıp tutsuluyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup ustundekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, oburu ağzını kokluyor. Şarap mı icti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.
Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan bir halde duşup kaldı dediler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan duştu? Kimse bilmiyordu! O tabağın iriyarı, guclu kuvvetli, bilgili anlayışlı bir erkek kardeşi vardı, hemencecik koşa koşa geldi.
Yenine biraz kopek pisliği almıştı, halkı yardı, feryat ederek kardeşinin başucuna geldi. Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi gucleşir... hangi ilac iyi gelecek? Yuz turlu ihtimal vardır.
Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.
Adam kendi kendine, onun iliğine damarına kat kat kopek pisliği sinmiştir. Rızkını elde etmek icin her gun, akşamlara kadar pisliğe gomulmuştur, tabaklığa gark olunmuştur demişti. Buyuk Calinus da boyle demiştir: Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet ceker; onun icin hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!
Bokboceği, daima pislik taşır durur... bu yuzden de gulsuyundan bayılır. Onun ilacı yine kopek pisliğidir... cunku ona alışmıştır, onunla halli hamur olmuştur. “Pisler, peslerindir” ayetini oku da bu sozun onunu, sonunu anla!
Oğutculer, pis kişiyi, ona bir kapı acılması, iyileşmesi icin amberle, gulsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler layık değildir ki! Onlar, vahyin guzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz, biz, sizin yuzunuzden kotuluğe uğradık” diye feryada başlamışlardır.
“Bu soz, bize zahmet veriyor, bu sozden hastalanıyoruz... sizin vazınız iyi değil, bize iyi gelmiyor. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlar, oldururuz. Biz, oyunla, abes ve sacma şeylerle semirmişiz... oğute hic alışmamışız!
Bizim gıdamız yalandır, asılsız laftır, sacma sapan sozlerdir... sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sozlerle hastalığımızı yuzlerce defa artırıyor... akla ilac olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.
Delikanlı, kardeşine yapacağı ilacı kimse gormesin diye halkı uzaklaştırdı. Gizli bir şeyler soyler gibi ağzını kulağına goturdu, sonra da o şeyi burnuna koydu. Kopek pisliğine avucuna surtmuştu... pis beynin ilacını bu pislikle gormuştu. Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek muhim bir afsun dediler...
Afsunu okuyup kulağına ufurdu... adam adeta olmuştu, afsun imdadına yetişti! Kotu kişilerin hareketi o yandandır... zina, bakışla, goz ve kaş işaretiyle harekete gelir. Kime oğut miski fayda vermezse muhakkak o, kotu kokulara alışmıştır.
Allah, muşrikler, ta ezelden pislik icinde doğduklarından onlara “Necis-pis” demiştir. Pislik icinde doğan kurt, ebediyen huyundan donmez, ambere bakmaz! Ona nur sacısı isabet etmemiştir... o, tamamı ile cisimden ibarettir, kabuk gibi icsiz, gonulsuzdur o!
Hak nuru sacısından nasibi varsa, bu nur, ona da değmişse pisliğe duşse bile Mısır’da olduğu gibi o pislik icine gomulen yumurtadan bir kuş meydana gelir! Fakat meydana gelen kuş, evde beslenen pis tavuk cinsinden değildir, bilgi ve anlayış kuşudur.
Sen de nurdan nasipsize benziyorsun; cunku burnunu pisliğe sokmadasın! Ayrılığından yuzun, benzin sarardı ama sarı bir yapraksın, olmamış bir meyvesin! Comlek, ateşten, isten simsiyah oldu, is rengini aldı; fakat et, kartlığından oylece duruyor, hic pişmemiş!
Seni tam sekiz yıl ayrılık ateşiyle kaynattım ama hamlığın, munafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş! Hastalıktan donmuş kalmış koruksun sen... Halbuki koruklar, şimdi kuru uzum haline geldi, sense hala hamsın!”
Aşık dedi ki: “Kusuruma bakma... bakayım, bana uyacak mısın, yoksa namuslu musun diye seni sınadım. Senin namuslu olduğunu sınamadan da biliyordum ama haber alma, gozle gormeye benzer mi ya?
Sen bir guneşsin; adın sanın meşhur olmuş, aleme yayılmış! Guneşi boyle bir tecrubeye aldımsa ne ziyanı var? Sen bensin, ben kendimi her gun fayda da, ziyanda sınar dururum. Duşmanlar, peygamberleri de sınadılar, sınadılar da onlardan mucizeler zuhur etti.
Gozumu, nurla sınadım, ey gozlerinden kotu gozler, uzak olasıca sevgili! Bu dunya bir viraneye benzer, sense definesin... definede seni aradıysam incinme bana! Seni kustahca sınadım... bu suretle duşmanlara da her zaman soyleyeyim; Dilim seni anınca gozum de gorduğune tanık olsun!
Hurmet yolunu bulduysan ey ay yuzlu sevgili, işte boynumda kefen, elimde kılıc... huzuruna geldim! Ben bu eldenim başka elden değil ... lutfet, elimi ayağımı sen kes de beni, başkasına oldurtme!
Ayrılıktan dem vuruyorsun... dilediğini yap, fakat beni kendinden ayırma, bunu yapma! Şimdi soz ulkesine yol aldık... fakat vakit gecti, soylemeye imkan yok! İşin dış yuzunu soyledik, icyuzu ortulu kaldı... sağ olursak boyle kalmaz, onu da soyleriz elbet!
Sevgili, ağzını acıp şoyle cevap verdi: “Bizce senin halin gun gibi aydınlık ama sence gece! Bu kara hileleri adalet gununde goren kişilerin onune neye getirir, yayar dokersin ki? Gonlundeki hilelerin, duzenlerin hepsi bizim onumuzde rusvay olmada, hepsini de gun gibi gorup duruyoruz. O sucu, kulumuza acır da ortersek sen neden yuzsuzluk eder, haddini aşarsın?
Babandan oğrensene... Adem, suc işleyince hemencecik ayak cıkarılan yere geldi; O gizli sırları bilen Allah’yı hazır nazır gordu de iki ayak ustune durup sucunun affedilmesini dilemeye koyuldu.
Keder kulunun ortasına gecip oturdu; hileye, bahaneye sapıp bir daldan bir dala sıcramadı. “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” dedi... cunku onunde, ardında azap meleklerini gordu. Can gibi gizli olan azap meleklerini gordu; her birinin elindeki sopa, ta gokyuzune kadar uzanıyordu.
Kendine gel... Suleyman’ın huzurunda karınca ol da bu sopa, seni paramparca etmesin! Doğruluk durağında başka bir yerde bir an bile durma... insana kimse, gozu gibi lalalık edemez. Kor, oğutle arınıp temizlense bile yine her an surcer, pislenir.
Ey Adem, senin gozun var, kor değilsin... fakat kaza geldi mi goz kor olur! Gozlu adamın, bir tesaduf neticesi kuyuya duşmesi icin omurler lazım. Fakat bu kaza, korun yoldaşıdır. Cunku duşmek, onun tabiatıdır, huyudur.
Kor, pisliğe duşer de bu koku nedir, kendisinden midir, yoksa bir pisliğe bulaşmış da ondan mı? Bilemez ki. Ona birisi miskler sacsa onu da kendisinden bilir, sevgilinin lutfundan değil!
Hasılı ey gozu acık kişi, bu iki goz, sana yuzlerce anadır, yuzlerce baba!
Hele gonul gozu yok mu? O, bu goze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir... bu iki duygu gozu, onun nimetiyle gecinmededir. Yazıklar olsun ki yol kesiciler oturmuşlar, dilime yuzlerce duğum vurmuşlardır! Ayağı bağlı olan, nasıl rahvan gidebilir!Ağır bir bağdır bu... mazur gor!
Ey gonul, bu soz, kırık dokuk geliyor. Bu soz incidir, Allah gayreti de değirmen. İnci kucuk ve kırık bile olsa hasta goze tutya olur. Ey inci, kırıldığına acınma... kırılmakla parlayacak apaydın olacaksın! Boyle o kırık dokuk soylenecek... fakat Allah ganidir, sonunda onu duzgun bir hale getirir. Buğday, kırıldı,ufalandıysa zayi olmadı ya... un haline geldi de dukkana girdi, ekmek oldu.
Ey aşık, senin de sucun belli oldu... artık suyu yağı bırak da kırık dokuk bir hale gel! Adem’in has cocuklarına mahsustur bu... onlar, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik”derler.
Sen de hacetini arz et, lanetlenmiş yuzsuz iblis gibi delil getirmeye kalkışma! Yok eğer yuzsuzluk, İblis’in ayıbını orttuyse sen de inada giriş, yuzsuzlukte bulun, bu yolda calış, didin!
Ebucehil, Peygamber’den, kindar Oğuz Turk’u gibi bir mucize istedi. Fakat Allah Sıddık’ı mucize istemedi, bu yuzun sahibi zaten doğrudan başka bir şey soyleyemez ki dedi. Sen nerede, senin gibi birisinin benliğe duşerek benim gibi bir sevgiliyi sınaması nerede?
Mesnevi'den Hikayeler
Alıntı
__________________