"Allah, Kendisine Yonelene HidÂyet Eder"
İnsan, CenÂb-ı Hak’tan samimiyet ve ısrarla isterse, Allah ona cevap verir.

Barihud Tanrıkorur

İlk adı, Charmaine Angele Moo. Şimdiki ismi Şermin Barihuda Tanrıkorur. Ûdî bestekÂr, yazar, merhum Cinucen Tanrıkorur’un hanımı… 1946 yılında Jamaika’da doğdu. Universite eğitimi icin Amerika’ya gitti. 1972-1975 yılları arasında Kaliforniya EyÂlet Universitesi’nde (Amerika) Guzel Sanatlar Bolumu’nun Heykeltıraşlık ve Tasarım kısmında yardımcı docentlik yaptı. Daha sonra Turkiye’ye geldi. Sekiz yıl Konya’da yaşadı. Turkiye’de Ortadoğu Teknik Universitesi, Bilkent ve Selcuk Universitelerinde İngiliz Dili ve Edebiyatı Oğretim Uyeliği yaptı. 1984-2000 yılları arasında “Turk-İslÂm Sanat Tarihi” uzerinde calışarak “Mevlevî Mimarisi” adlı tez ile doktorasını tamamladı. 1995’ten beri İslÂm Ansiklopedisi’ne MevlevîhÂne Mimarisi ve Mevlevîlik uzerinde maddeler yazmakta olan Barihuda Hanım, ayrıca universitelerin duzenlediği panel ve sempozyumlara katılarak tebliğler sunmaktadır. 2004-2005 yılları arasında Turkiye Cumhuriyeti’ni temsilen UNESCO’ya takdim edilmek uzere «kultur mirası dosyası»nın hazırlanmasında gorevli 65 kişilik ekibin başında bulundu. Bu heyetin hazırladığı “Mevlevî Âyin-i Şerifi” adındaki bu dosya, UNESCO tarafından dunya şÃ‚hseseri secildi.

Doğduğum Yer

Ben Jamaika’da 1946 yılında doğdum. Âilece hıristiyandık. Âilem doğudan gelmişler. Annem de, babam da aslen Cinli… Beş cocuklu bir Âilenin tek kızıyım.

Jamaika, 1,5 milyon nufuslu bir ada… Orta Amerika’da, Antilles (Antilya) adaları arasında, Karayip denizinin icinde… Bizler, tabiatın icinde yaşadığımız icin AllÂh’a olan inancımız cok kuvvetliydi. Cunku yaşadığımız yerde cok sık bir şekilde kasırga, sel, deprem gibi tabiî felÂketlerle karşı karşıyaydık. Her zaman toptan yok olma tehlikesi vardı. O yuzden burada yaşayan insanlar, pek cok olumlere cok yakından şÃ‚hid oldukları icin AllÂh’a duÂları ile ayakta duruyorlar. Bu felÂketlerin sonunda, insanlarda kadere teslimiyet, şukur ve tefekkur duyguları gelişiyor ve oradaki insanlarla Allah arasında guclu bir bağ oluşmasına sebep oluyor. Bu hÂdiseler bize Allah icin imkÂnsız bir şeyin olmadığını, Allah’ın kudretini ve insanlara merhametini, duÂnın gucunu, kısacası AllÂh’a îmÂnı oğretiyordu.

Memleketim Jamaika, İngiliz somurgesi altındaydı. Okulumuzda İngiliz tarihi ve edebiyatı dersleri vardı. Butun hocalarımız İngiltere’den geliyordu. Ancak kreşten universiteye kadar butun eğitim hayatım boyunca, İngiliz somurgesi altında bulunmamıza rağmen kız ve erkek okulları birbirinden ayrıydı. Daha sonraki yıllarda Turkiye’ye geldiğimde, kız ve erkeklerin karışık bir şekilde eğitim gormeleri beni cok şaşırtmıştı.

Okul yıllarımda okuduğum şiirleri hatırlıyorum da, tevhid inancının izleri vardı icinde… Şimdi geriye doğru bakınca anlıyorum ki, icinde bulunduğum toplumun tabiatla haşır neşir olması, insanlardaki Allah’a bağlılık, cocukluk yıllarındaki tevhid izleri, Âdeta beni İslÂm’a hazırlamış. Hazırlamış diyorum, cunku bulunduğum adada İslÂm dininin adını bile duymamıştık. Cunku memleketime İslÂm’a dÂvet eden hic kimse gelmemiş. CÂmi yok, hoca yok!.. 1973 yılına kadar İslÂm’dan haberim yoktu.

Amerika ve Arayış Yıllarım

1973’te Amerika’ya Los Angeles’a gittim. En cok din arayışına yonelişim bu zamanlarda oldu.

Kendi kendime soru sormaya başladım: Amerika’da her şey var, ama insanlar neden huzursuz ve bir arayış icinde diye… İnsanlar, bilhassa universite gencliği maddî şeylerde huzur bulamayınca, mÂnevî şeylere yonelmişler; onlarda huzur arıyorlar.

Her turlu din hakkında bilgi topluyor, duşunuyordum. Âdeta mÂnevî bir supermarkete dondum. Bazen de beni ısrarla kendi mensup oldukları din ve mezheplere cekmeye calışan insanlar peşime duşuyordu.

Herkes Âdeta kendi dininin satıcısı olmuştu. Budistler geliyor, dinlerine dÂvet ediyor. Hinduizm’in temsilcileri geliyor:

“-Bizim dinimiz daha guzel!..” diyor.

Hepsi bende mÂnevî bir istidat gorduklerini soyluyorlardı. Gercekten kucukluğumden beri ben de bazı fevkalÂdelikler yaşıyordum. Mesela olacak bir hÂdiseyi, 3-4 gun oncesinden ruyamda goruyor ve etrafımdakilere haber veriyordum. Bunu fark eden herkes yanıma yaklaşıyor ve beni kendi dinine dÂvet ediyordu.

Peşime duşen insanlar ve ic dunyamda yaşadığım sıkıntılar, artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti.

“-Ben bittim, artık!..” dedim ve bir odaya kapandım. Uc aydan fazla kimseyle goruşmedim. Durmadan AllÂh’a yalvardım:

“-AllÂh’ım!.. Kaderimde hangi dini benim icin yazdıysan, hangisi benim icin hayırlıysa, beni o dine ulaştır. Ve bunun icin bana bir işÃ‚ret goster. Burada butun dinler var. Ama hangisi gercekten doğru bilemiyorum. Kaderimde ne yazıldıysa bana acıkla ve o cizgiye teslim olayım!..”

Bir yandan da surekli duşunuyordum.

“-Dunyaya nicin geldim? Allah benden ne istiyor? Dunyada ne yapmalıyım?”

Biliyordum ki, ilÂhî irÂde ile cuz’î irÂdem aynı istikamette olursa, o zaman gercek huzur ve selÂmete ulaşacaktım. Bunda muvaffak kılması icin Allah’a cok yalvardım.

İslÂm’la İlk Tanışma - İşaretler

O sıralarda yukarıdaki komşuma bir zÂt geldi: Pir VilÂyet Han… Pakistanlı. O zaman ben universitede hocalık yapıyordum. Komşum beni cağırdı:

“-Sizi biriyle tanıştıracağım!..” dedi.

Komşum bir sûfîydi. Bir anda kendimi zikir toplantısının ortasında buldum:

“L ilÂhe illallÂh, Mûs RasûlullÂh”, “L ilÂhe illallÂh, İs RasûlullÂh”,“L ilÂhe illallÂh, Muhammed RasûlullÂh” diye zikir yapılıyordu.

Ben bir taraftan da ilÂhî bir işÃ‚ret bekliyordum. Derken bir işÃ‚ret geldi: Pir VilÂyet Han, benim kaybolmuş yuzuğumu buldu. Şaşırdım. Bunun aradığım işÃ‚ret olduğunu duşundum. O topluluğun icine girdim.

Pir VilÂyet Han, İngilizce’yi cok iyi biliyordu. Peygamberlerin hayatını, Hazret-i MevlÂnÂ’nın, Bayezid-i BistÂmî’nin, İbnu’l-Arabî’nin hayatlarını ve «EsmÂu’l-Husn»yı hep ondan oğrendim. Onlar Cistiyye tarikatından gelen bir kola mensuptular. Kendilerinde zikir var, ama abdest-namaz ve itikad yoktu. Onların bÂtıl bir tasavvuf akımı olduğunu 3 yıl sonra anladım. İlk başladığım zamanlar bilmiyordum, tabiî…

Şimdi anladığım kadarıyla bunlar Halvetiyye’nin bir kolu idiler ve onların pîri Hindistan’da yatıyordu. Bunlarda her peygambere iman vardı, ama son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in şeriatını uygulamıyorlardı. Onlarla uc sene suren birlikteliğim, hep imtihanlarla gecti. Kalbî hazırlık safhasındaydım sanki… Onlardan kalb temizliğini, zikri, istiğfÂrı oğrendim. ŞÃ‚yet onlardan bu tasavvufî temrinleri oğrenmeseydim, belki İslÂm’ın itikad ve amelini anlamayabilirdim. Allah, Âdeta onların eliyle kalbimi temizleyip, İslÂm’a hazırlamıştı beni…

Cok ilginctir, Pir VilÂyet Han’la ilk tanıştığım gun, apartmandan aşağı indim. Durakta otobus bekliyordum ve esmer tenli bir adam bana doğru yaklaştı. Bu adamı daha once hic gormemiştim. İyice yanıma kadar yaklaştı ve:

“-Sen ya Muslumansın, ya da Budistsin!..” dedi.

Ben cekindim. Hic tanımadığım birisi, yabancı bir erkek, bana niye boyle diyor ki, diye duşundum icimden…

Adam:

“-Sen, yoksa o yukarıdaki pis ve yanlış yolda olanların yanında mısın?” diye sordu. Sonra da:

“-Gel, seni bizim evimize gotureyim, seni hanımımla tanıştırayım da sana salÂtı (namaz kılmayı) oğretsin!..” dedi.

Fakat ben iyice şaşırdım ve korktum. İlk otobuse bindim ve oradan ayrıldım.

Cok gariptir, bir sene sonra aynı adamı tekrar gordum. Bir parkta otururken, bu adam da parkın bir kapısından girdi ve onumde namaz kılmaya başladı. Secdeye vardı. O adamın yaptığı hareketlerin namaz kılmak olduğunu, ancak musluman olduktan sonra oğrendim. Sonra elini actı ve benim duyacağım şekilde -belki de bana duyurmak icin- yuksek sesle du etmeye başladı:

“-Allah’ım, bu kız cok temiz bir kız!.. Ne olur, doğru yola ulaştır!.. Bu insanlardan onu kurtar!.. Doğru yolu bulsun!..” dedi.

Her yerde hidÂyete goturen işÃ‚retler ortaya cıkıyordu. Allah TeÂlÂ, Âdeta bana, sırayla bu insanları gonderiyordu, kendisine yaklaşmam icin… Hani Âyet-i kerîmede, “Allah kendisine yonelene hidÂyet eder…” (er-Ra’d, 27) buyruluyor ya… Ben, Allah’tan bunu istemiştim, O da sebeplerini yaratıyordu.

Cile Devri

Tam bir cile devri dolduruyordum. İcinde bulunduğum tarikatın şeyhi Pir VilÂyet Han, bana bir gun:

“-Sen, bizden değilsin!.. Senin mÂnevî Âilen cok uzaklarda!.. Sen burada garipsin. Sen bu dunyaya garip geldin. Doğduğun yerde de seni kimse anlamadı. Şimdi etrafındakiler de seni anlamıyor. İnşÃ‚allah du edelim, er-gec mÂnevî Âileni bulacaksın. Biz senin son durağın değil, başlangıc durağınız. MÂneviyat dunyanın ilk basamağıyız. Ama bizim yanımızda kalabilirsin. Bu, yalnız başına kalmaktan daha iyidir. Merak etme, bir gun gercekten mÂnevî Âileni bulacaksın; gorunce de onları tanıyacaksın!..” dedi.

Onların yanında cok hizmet ettim.

* * *

Pir VilÂyet Han’la birlikte, 1975 yılında Fransa sınırında Alp Dağlarında Chamoni (Şamani) denilen bir yerde inzivaya cekildik. Cile ve riyÂzet donemi altı hafta surdu. Herkesin kucuk, ayrı ayrı cadırları vardı. Her sabah kalkar, kendi kendimize zikir yapardık. Kimse, kimseyle konuşmazdı. Ayrıca her gun oruc tutardık.

Bir gun onlarla birlikte Alp dağlarında kampa cekildiğimizde, şeyhime muracaat ettim ve:

“-Benim soyadım Moo; ama bana seslendiklerinde «Hû!..», «Hû!..» gibi geliyor. Bu zikri duyunca da, dunyadan sıyrılmak istiyorum. Sanki ben, obur dunyaya doğru cağrılıyormuşum gibi hissediyordum. Artık dayanamıyorum, bana bir isim verin!..” dedim.

Şeyhim yanıma geldi ve:

“-Oyleyse ismin «Bari» olsun!..” dedi.

Bir şeyler daha soyledi, fakat gerisini anlamadım.(1) Boylece beni rahatsız eden “Moo” şeklindeki soyadımdan da kurtulmuştum.

Esrarlı Bir Ruya

RiyÂzÂtımızın beşinci haftasında bir ruya gordum. Bu ruya icin, hayatımı değiştiren, beni İslÂm’la buluşturan bir ruya diyebiliriz. Ruyamda bir ses duyuyordum. Parmağımdaki yuzuğum kastedilerek:

“-O yuzuğu Davud’a ver. Konya’da icine «LÂilÂhe illallÂh» yazdırsın!..” deniyordu.

Davud Bellak, o kampta aşcılık yapan bir Amerikalı idi. Uyandım.

“-Bu ne garip bir ruya!..” dedim. “O adamı tanımam ki, nasıl gidip yanına boyle bir şey soyleyeceğim şimdi!..”

Yemeğin ardından Davud’un yanına gittim ve:

“-Konuşabilir miyiz?” dedim.

Şaşkınlıkla:

“-Tamam.” dedi.

“-Ben bir ruya gordum. Sanırım seninle alÂkalı…” dedim ve ruyamı anlattım. Birden yuzu değişti.

“-Altı haftadır buradayım ve ben niye buraya geldim, diye duşunuyor; bir işÃ‚ret bekliyorum. Demek ki, ben, senin icin buraya gelmişim.” diyerek anlatmaya devam etti:

“-Ben gecen sene Konya’da şeyhimin yanındayken bir ruya gormuştum. Ruyamda, bu Alp dağlarında her tarafı karlar burumuştu. Dağda, uzun beyaz elbiseli, uzun saclı bir kadın vardı. «Bana yardım et!.. Bana yardım et!..» diye beni cağırıyordu. Ruyamı, hizmetinde bulunduğum Suleyman Efendi’ye anlattım. Şeyhim Suleyman Efendi:

«-O seni cağıran Fahrunnis Hatun’dur.»(2) dedi. Sonra devamla:

«-O’nun rûhu, batıdaki kadınlarda doğuyor. Sen onlardan birine yardım edeceksin ve hidÂyetine vesile olacaksın…» diyerek size işÃ‚ret etmiş demek ki… Ben Konya’dan donunce Norvec’te calışmaya başladım. Bir reklam kağıdı geldi. Uzerinde Chamonix-Alp dağlarının resmi vardı. İcimden, işte ruyamda gorduğum dağlar dedim ve bir işÃ‚ret olduğunu duşunerek reklamdaki o işi kabul ettim. Şimdi verin yuzuğunuzu, seve seve «LÂilÂhe illallÂh» yazdırayım. Onu, Konya’ya bizzat gotururum.” dedi.

Ben de yuzuğumu cıkarıp kendisine verdim. Kamp bitti. Oradan ayrıldık. Sonra Davud’la mektuplaşmaya başladık. Kendisine yuzuğumu soruyordum hep; o da henuz Konya’ya gitmediğini soyluyordu.

Kozmik Mukabele Âyini

O sıralar ben de cok meşguldum. Pir VilÂyet Han’la beraber hazırlamış olduğumuz, buyuk dinlerin arasındaki munasebeti anlatan ve Peygamberlerin hayatlarından ceşitli bolumler bulunan bir Âyin Newyork’ta gosterilecekti. Ben de bu Âyinin tasarım ve dekorunu duzenlemeden sorumluydum.

Bu “kozmik mukabele” sahnelendiği esnada, hayatımda ilk defa bir ezÂn duydum. Hem de Newyork’ta… Sudanlı Hamzaddin, hÂfız idi ve harika bir ezÂn okudu. Cok etkilenmiştim.

İlginc olan bir şey daha var, bu “kozmik mukabele”de oynayan kimseler gercek birer oyuncu değil, hepsi birer muriddi. Amac, AllÂh’ın butun zamanlara peygamberler gondererek insanları kendisine dÂvet ettiğini gostermekti. Her bir murid, temsil ettiği peygamberin (!) hayatını oğrenmek ve hissetmek icin boyle bir işe girmişti. Ama yaptığımız iş, din bakımından cok buyuk bir cur’et ve hataymış, bunu da sonradan oğrendik.

Arayış, Arayış…

Sonra Boston’a gittim. Orada Harvard Universitesi’nde bir seminere katıldım. Bir profesor, sancısız doğumu anlatıyordu. Elimi kaldırdım ve soz istedim:

“-Siz hep maddî doğumdan bahsediyorsunuz, peki mÂnevî doğum sancısız olur mu?” dedim. Profesor, nÂzik bir ifadeyle:

“-Hanımefendi, sizinle biraz sonra goruşebilir miyiz?” deyince, arka tarafa gectim ve seminerin bitmesini bekledim.

Profesor yanıma geldi ve:

“-Kızım, sen olmeden once olmeye gidiyorsun!.. Senin cok buyuk bir zÂta ihtiyacın var. Benim murşidim Hindistan’da… İstersen sana onun adresini verebilirim. Cunku sen mÂnevî, ozel bir donemden geciyorsun. Bu donemi, bir murşid-i kÂmilin huzurunda gecirmelisin. En azından bu olum devresinden cıkana kadar!.. Ayrıca kesinlikle Batı toplumundan ve Amerika’dan dışarıya cıkmalısın. Bu donemi burada atlatamazsın, burada kalırsan sana kimse yardım edemez!..” dedi.

Hayatımın her safhasında birileri geliyor ve beni bir şeylere dÂvet ediyordu. İlk olarak anlattığım parkta namaz kılan ıraklı adam, sonra Davud Bellak, şimdi de bu profesor… Sanki Allah beni bir şeylere hazırlıyordu. Ben de cilemi tamamlıyordum.

Bu ikazlar ve insanlar, sanki bana:

“-Artık aklını kullan da, doğru yolu bul!..” diyorlardı.
1-Yıllar sonra tanıştığım Konya’daki şeyhim, ismimin “BÂri” olduğunu oğrenince, onu “Barihud” olarak değiştirdi. Cunku BarihudÂ, AllÂh’ın (husûsî olarak) hidÂyet verdiği kimse demekmiş.

2 -Fahrunnis Hatun, MevlÂn Hazretleri’nin en buyuk hanım muridiymiş.

"MevlÂn Kapısında"
Anneannemin Kabri

Yaşadığım ve bir turlu tatmin olamadığım bu arayışlar beni yormuştu. Uzun yıllardır memleketime, Jamaika’ya gitmemiştim. En kısa zamanda toparlandım ve anne-babamın yanına gittim.

Bu arada garip şeyler ust uste gelmeye devam ediyordu. Ben bir yaşındayken vefat eden anneannemin kabrini, bu gidişimde bulmuştum. Bunu anneme soylediğimde, bana şoyle dedi:

“-Onun olum haberini, bize, sen vermiştin. O, memleketinden kalkıp bizim yanımıza gelecekti. O gece sen, ağlamaya başladın. Oyle cok ağladın ki, ne yapacağımızı bilemez hÂle gelmiştik. Herkesi başına toplamıştın. Sonra oğrendik ki, tam senin hungur hungur ağladığın saatlerde annem vefat etmiş. Annem, cok buyuk bir hanımmış. Koyde herkes dertlerini ona anlatır, o da herkesin derdine derman olurmuş. MÂnevî yonu de varmış. Herkes ona saygı gosterirmiş.”

Annemden bunları ilk defa duymuş ve biraz daha hayret icinde kalmıştım. Onun mezarının başına gittim. Binlerce «kelime-i tevhid» getirdim.

“Hemen Los Angeles’a Don!..”

Sonra Jamaika’da bir ruya daha gordum. Yine bir ses, bana:

“-Sen, anne-babanla vedalaş!.. Los Angeles’a don. 23 Nisan’da orada olman lÂzım!..”

Ruyamda kaplumbağalar, gokyuzunde yuzuyorlardı. Uyandım. Âileme bir şey demeden onlarla vedÂlaştım. Los Angeles’a dondum. Kucuk bir yer kiraladım. Cunku Los Angeles’tan ayrılırken her şeyimi toplamış, işimi bırakmış, oyle gitmiştim. Şimdi her şeye tekrar baştan başlıyordum. Ve beklemeye başladım. “Ben şimdi buraya niye geldim?” diye duşunurken, Davud Bellak’tan bir mektup aldım. Davud, “Konya’ya vardım. Şeyhime hizmet ediyorum. Ona odun taşıyorum…” diye anlatıyor, bu hÂlinden de şikÂyet ediyordu.

Ben de, onu tesellî ediyor, Yunus Emre’nin hayatını bilmeden, “Ne kadar şanslısın, murşidini bulmuş, ona hizmet ediyorsun!..” diye Davud’a mektup yazıyordum. Sonra yuzuğumu sordum. O da yuzuğu “LÂilÂhe illallÂh” yazılmak uzere kuyumcuya verdiğini soyledi.

Davud, gonderdiği bu mektupta, bir de Konya’dan Los Angeles’a gelecek olan bir Mevlevî şeyhinden ve onların Los Angeles’ta icr edecekleri ilk sem Âyininden bahsetmiş ve sonra da:

“-Aman 23 Nisan’da Los Angeles’ta bulun da seni şeyh efendi ile tanıştırayım!.. Ben de şeyhimle birlikte geleceğim ve senin yuzuğunu de getireceğim.” diye eklemişti.

İşte beklediğim mesaj buydu. Ruyamda haber verilen ve gunlerdir ne olduğunu merak ettiğim işÃ‚ret!..

HidÂyetin Bedeli…

Ben uzunca bir ic seyahat yapmıştım, oturduğum yerde… Yaptığım duÂlarla, okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla ic dunyamda kilometrelerce yol kat etmiştim. İnsanın, hakikati ararken aslında gitmesi gereken yerdeydim; uzaklarda değil, gonul Âlemimde… Boyle bir seyahat icin diyar diyar gezmeye gerek yoktu, sadece bir rehbere ihtiyac vardı. Bu yuzden:

“-Allah’ım, ben hicbir yere gitmeyeceğim, burada oturacağım. Sen benim murşidimi buraya gonder!..” diye du etmiştim.(1)

Halbuki bazı arkadaşlarım, ihtiyacları olan rehberi bulmak icin Afganistan’a, Pakistan’a… gitmişlerdi.

Bu da samimi olarak ve ısrarla yapılan duÂların ne kadar tesirli olduğunu gosteriyor.

Bir de benim cÂhilliğimi gosteriyor. Ne kadar cehÂlet icindeymişim ki, herşeyi ayağıma istiyormuşum. Allah’a şart koşulur mu? Halbuki Allah, en iyisini bilir ve en guzel şekilde herşeyi gercekleştirir. O’ndan hayırlısını isteyip gerekli ortam ve şartları O’na bırakmalıydım. İnsan, yaşamadan birşey anlamıyor.

Siz, roportaja başlarken hidÂyet mÂceramı anlatmamı istediniz. Onemli olan “LÂilÂhe illallÂh” deyip istikamet uzerine olabilmek… AllÂh’a teslim olmak… Nefisle buyuk bir cihada azmedebilmek… Sadece “LÂilÂhe illallÂh” deyip sonra da muslumanca yaşamamanın hicbir faydası yok!.

* * *

Neyse, 23 Nisan’da bu Suleyman Dede Efendi ve Davud geldi. Ben de onları Los Angeles’a dÂvet edip karşılayan kimselerin arasına girmiştim. Onu dÂvet eden kişiler bana:

“-Sen bu gelen şeyh efendiyi nereden tanıyorsun ki?” diye sordular.

Ben de:

“-Bana mektup geldi. Beni de dÂvet ettiler.” dedim.

Onlar:

“-Nasıl olur, onu buraya biz dÂvet ettik.” dediler ve beni bir kenara doğru ittirdiler.

Suleyman Dede, ucaktan indi. Meğer daha once Davud, Suleyman Dede’ye benim fotoğrafımı gostermiş ve kısaca başımdan gecenleri de anlatmış. Konuşurlarken Suleyman Dede, fotoğrafa bakmış, alnıma bir carpı işareti koymuş ve:

“-Hazret-i Cebrail, bu kıza zaman zaman bazı haberler veriyor.” demiş. Tabiî, benim bunlardan cok sonradan haberim oldu.

* * *

Dînî konularda bilgi sahibi insanların sayısı bile bu kadar azken, benim başımdan gecen bazı olayları ve bazı tasavvufî incelikleri herkesin yeterince anlamasını beklememek gerektiğini duşunuyorum.

Gercekten bazı olaylar var ki, inanc taşımayan kimselerin kabullenmesi, inanması cok zor!.. Onun icin bunlar anlatılmaz, sadece hissedilir, yaşanır. Bu yuzden herkesin kendi ic yolculuğunu yaşaması lÂzım!..

Suleyman Dede ile Tanışma

Havaalanında ben kalabalıktan biraz ayrılmıştım. Davud ve Suleyman Dede uzaktan gorunduler. Davud, “İşte anlattığım kimse!..” der gibi eliyle beni gosterdi. Suleyman Dede, bana Turkce olarak:

“-Kızım, bana su getirir misin?” dedi.

Turkce bilmediğim hÂlde, ne demek istediğini anladım. Bir bardak su getirdim.

“-Kızım, akşam bizim tekkeye gel!..” dedi.

Akşam dedikleri yere gittim. Orada yeni musluman olmuş pek cok kimse vardı. Suleyman Dede, hepsiyle tek tek ilgilendi. Hatta bir Meksikalı genc vardı, yeni hidÂyete ulaşmış. Konya’ya goturup onu yetiştirmiş ve tekrar Meksika’ya gondermişti. Beni gorunce:

“-Sen Hazret-i MevlÂnÂ’dan mesajlar alıyorsun ve ruyaların bu mesajlara rehberlik ediyor. Ama senin bu dunyada bir rehbere ihtiyacın var. Kızım, ismin ne?” dedi.

“-Bari…” dedim.

“-Bundan sonra, «Barihuda» olsun. Şimdi benden ne istiyorsun?” diye sordu.

“-Aramızda Hazret-i Şems ve Hazret-i MevlÂn gibi bir munÂsebet (ilişki) istiyorum. Sizin Hazret-i Şems olup beni bir MevlÂn hÂline getirmenizi istiyorum.” dedim.

“-O gun de gelecek… Bazen ben Hazret-i Şems gibi olacağım, bazen de sen!..” dedi.

Buyuk laflar… Ne kadar cok cÂhilmişim, haddimi bilmeden neler soylemişim. Şimdi bile garibime gidiyor. Ben sorular soruyordum, o da Mesnevî’nin İngilizceye cevrilmiş Reynold Nicholson’un tercumesi veya şerhinden bazı yerleri bana gosteriyor:

“-Oku!..” diyordu.

Bir gun ona:

“-İngilizce bilmeden o hanımla nasıl anlaştınız?” diye sormuşlar. CevÂben:

“-Kalpten kalbe yol vardır.” demiş.

Gercekten, neyi sorsam, bana kitaptan yerini gosterirdi. Gosterdiği o bolumu okur ve cevabımı almış olurdum. Tekkede sohbetler yapılmaya başlamıştı. Sohbeti, Turkce’den İngilizce’ye cevirmek uzere bir tercuman getirdiler.

Gelen kimdi biliyor musunuz?! Yıllar once, bana o bozuk tarikattan uzak durmamı soyleyen, parkta namaz kılan ve benim doğru yolu bulmam icin du eden Iraklı!.. Adam, beni orada gorunce neredeyse kalp krizi gecirecekti. Dedenin elini minnetle opmekte ve bir yandan da şoyle demekteydi:

“-Ah dede, ne kadar iyi etmişsiniz, bu kızı evlat edinmekle… Ne kadar du ettim, bu kız doğru yolu bulsun diye…”

Uc sene sonra karşılaşmamız, hem de boyle bir yerde karşı karşıya gelmemiz cok garipti.

Suleyman Dede, o sohbette peygamberlerden bahsetti. Her zaman bir peygamber geldiğini, peygamberlerin hukmunun kendi zamanları icin gecerli olduğunu, eğer onların devrinde yaşasaydık, onlara tÂbî olmamızın gerekli olduğunu, şimdi ise son peygamberin gonderilmiş bulunması sebebiyle sadece ona tÂbî olunmasının zarurî olduğunu soyledi. Sohbette Yahudi ve Hıristiyanlar da vardı. Hepimizin rahatca anlayacağı ve kabulleneceği şekilde, bu gercekleri uzun uzun izah etti.

“Feyz” meselesini bilirsiniz. Dede, eskiden Konya MevlÂn DergÂhı’nın imÂretinde aşcıymış. Yemek yaparak insanlara şif dağıtırmış. Los Angeles’a gelir gelmez de kıyma aldırmış, kendi elleriyle kofte yapmıştı. Sohbete katılan coluk-cocuk herkese bu koftelerden ikram etti. Dinleyicileri arasından bazılarına işaret ederek:

“-Bu, feyzi aldı.” diyordu.

Bazı cocuklara yemekten once el yıkamasını oğretti.

“-Buralarda İslÂm’ı oğretecek bir hocaya cok ihtiyac var. Bu insanlar temiz, ama yol gosterecek kimse yok!..” dedi.

Benimle biraz hasbihal ettikten sonra:

“-Kızım, senin kafanı bÂtıl duşuncelerle corbaya cevirmişler. Aslında her şey cok kolay... Sen musluman ol, her şey temizlenecek ve her şey kolayca anlaşılacak!..” dedi ve bana kelime-i şehÂdeti telkin etti.

Musluman Oldum, ElhamdulilÂh!..

Huzurunda kelime-i şehÂdet getirerek musluman oldum, elhamdulillÂh!.. Sonra bana:

“-Kızım, şimdi İslÂmiyet’i oğrenmek icin bir musluman memleketine gitmen lÂzım… Burada doğru hoca bulamazsın. Ben Konyalı olduğum icin seni Konya’ya dÂvet ediyorum. Buyur gel, misafirim ol!.. İstersen başka İslÂm ulkelerine de gidebilirsin. Fakat burada kalırsan bir şey oğrenemezsin. Bazen ozel konularda goruşmen gereken hanım hocalara ihtiyacın olur, burada hocalar hep erkek!.. Sen, musluman hanımlarla tanışıp onlardan oğrenmelisin.” dedi.

Gercekten ben, Konya’ya gelene kadar hic musluman bir hanımla tanışmamıştım.

Sonra yine sozlerine devam etti:

“-Hem geldiğinde Konya’da MevlÂn hazretlerini ziyaret eder, du ederiz. Onun hurmetine inşaallÂh kapalı kapılar da acılır.”

Bu sohbeti muteakip Suleyman Dede, iki bucuk hafta Amerika’da kaldı. O zaman zarfında pek cok kimseyle birlikte ceşitli şehirlerden 11 kızı da Konya’ya dÂvet etmişti. Ben, butun bunları Konya’ya vardıktan sonra oğrendim.

Turkiye’ye DÂvet

Suleyman Dede, beni dÂvet etmişti; ancak icimde bir huzursuzluk ve tereddut vardı. O sıralar ruyamda Hazret-i Meryem’i gordum, o da beni “Gel, gel!..” diye dÂvet etti. Meğer onun kabri de Turkiye’deymiş. Daha sonraki zamanlarda ruyamda beni dÂvet eden başka evliyÂullÂhı da gordum. Oğrendim ki, onların da kabirleri Turkiye’deymiş.

Gitsem nasıl olacak diye duşunuyordum. Ama o zamana kadar Turkler hakkında hep olumsuz şeyler duymuştum. Turkler vahşî ve barbar insanlarmış. Osmanlı, şoyleymiş-boyleymiş. Elime bir harita aldım ve onda Turkiye’yi cok zor buldum. İcimden ne zaman, “Sonra giderim!..” desem, başıma bir kaza geliyordu.

Bu bunalımlar icindeyken, San Fransisko’ya gittim. Orada Kudus’ten gelen bir RifÃ‚î şeyhine uğradım. Kapıdan girer girmez, şeyh kalktı ve:

“-Sen Konya’ya dÂvet edildin ve gitmiyorsun!.. 25 Temmuz’a kadar gideceksin. Ben de orada olacağım.” diye azarladı.

Anladım ki, benim icin yollar Turkiye’den geciyor. Ama hÂl bir turlu kendimi ikna edemiyordum.

MevlÂnÂ’nın Kapısında

İkamet ettiğim şehre donerken, ustu acık bir arabaya binmiştim. Bir yandan da, “Gitsem, orada kimi tanırım, lisÂn bilmiyorum, yer bilmiyorum. Ne yaparım ben tek başıma..” diye duşunuyordum. Başımı yana eğmiş yatıyordum. Birden arabanın acılıp kapanan tavanı havalandı, ucup gitti. Arabanın arkasında yola savruldu. Eğer başım yatık vaziyette değil de dik olsaydı, kesinlikle kafam da kopup savrulacaktı. Bu, bir ikazdı.

“-Tamam Allah’ım, gidiyorum!..” dedim.

İkinci defa Amerika’daki herşeyimi sattım. Biletimi aldım. Donuşumun ne zaman olduğu belli olmadığı icin acık bilet aldım. Ucağa binip Turkiye’ye geldim. Davud da Temmuza kadar Turkiye’de olacaktı. O bana yardım eder diye duşundum. Davud bana, Konya’da MevlÂn turbesinin karşısındaki bir halıcının adresini vermiş ve:

“-O sana yardım eder.” demişti. Amerika’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da otobusle Konya’ya geldim. Yıl, 1976 idi. Konya’ya vardım, adresi buldum.

“-Suleyman Dede, Ilgın’a, kaplıcalara gitti.” dediler.

Davud da yoktu. Şaşkındım. İcimden, Hazret-i MevlÂn beni cağırdıysa, ben de ona giderim, dedim. Gittim. Kapıdan iceri girer girmez, turbedÂr Omer Efendi beni gordu ve:

“-Gel, gel!.. Kızım geldi!..” diye bana doğru yaklaştı. Ben de onun yanına gittim. Hazret-i MevlÂnÂ’nın tam onundeydik. Elini actı, gulbank cekti ve du etti. Sonra bana donerek:

“-Butun bunlar vÂsıta!.. Sen yarın yıkan, gel!..” dedi ve bana işaretlerle gusul abdestini oğretti. Bana, erkenden gelmemi ve geldiğimde kapıyı tıklatmamı tembihledi.

TÂrif ettiği uzere yıkandım ve ertesi sabah erkenden gittim. Beni girilmesi yasak olan butun bolumlere soktu, turbenin her tarafını gezdirdi. Hazret-i MevlÂnÂ’nın kabrinin dibine kadar yaklaştırdı.

“-Cok!..” dedi, oturdum ve sandukanın ortusunu optum. Başımı kaldırdığımda yukarıdaki kandile kafam carptı.

“-Akıllan, uyan!..” diye bir ses duydum ve mÂnevî terbiyem boylece başlamış oldu.

Her gun besmele cekiyor ve Mesnevî’den bir bolum secerek okuyordum. Oradaki hocalar bana İslÂm’la ilgili herşeyi oğretiyorlardı, hatta cenÂze yıkamaya varıncaya kadar… Cunku Amerika’ya donecek ve orada hizmet edecektim. Onlar boyle dedikce, hep:

“-Allah bilir!..” diyordum.

Konya’da Sekiz Yıl

Şimdi Suleyman Dede ile karşılaştığım icin cok şukrediyorum. Eğer beni musluman bir memlekete dÂvet etmemiş olsaydı, İslÂm’ın yaşanmadığı bir ulkede o ilk cile yıllarımı atlatamazdım. Amerika’da olsaydım, beni koruyan bir toplum olmayacaktı.

Burada bir cocuk, ilk doğduğu andan itibaren musluman bir cevrede buyuyup yetişiyor. Ben ise, bambaşka bir toplumda doğmuştum. Herşeye en başından başladım: elimi yıkamak, abdest almak, camaşır temizlemek (şartlamak) vb… Yirmi dokuz yaşımdaydım, ama Âdeta yeni doğmuş birisi gibiydim. Bana Suleyman Dede’nin Âilesi, Ferişte Teyze her şeyi oğretti. Bizi hamama goturdu, temizliği ve guslu oğretti.

Suleyman Dede, yeni musluman olan erkeklerle bizzat ilgilenir, onlara ilk anda gerekli olan herşeyi, en ince teferruatına kadar oğretir; sonra da Kur’Ân-ı Kerîm okumasını, akaid, hadis ve ilmihÂlini iyice oğrenmesi icin bir hocaya teslim ederdi. Boylece onlar akıllarına takılacak her şeyi sorup İslÂm hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilirlerdi.

1976 yılında, Konya’da olmak cok zordu. Halk o zaman cok daha muhafazakÂrdı. Orada Selcuk Universitesi de henuz acılmamıştı. Benim hakkımda:

“-Bu kız, burada tek başına ne yapıyor?” diyorlardı.

Hatta bazıları benim bir casus olduğumu duşunup beni sağa-sola şikÂyet etmişlerdi. Şeyh, muridinin mÂnevî babası oluyor ya, Suleyman Dede de:

“-Bu kız evlenene kadar, ondan ben sorumluyum!..” der ve bu tur insanlara karşı hep beni himaye ederdi. Hatta zaman zaman bana da:

“-Eğer ben vefat ettiğimde sen hÂl bekÂr kalmış olursan, babanın evine doneceksin!.. Burada tek başınasın. Yeni musluman olmuşsun. Kalbin temizlenmiş, arınmış. Şimdi kim sana ne soylerse inanıyorsun. Toplumu, gerektiği gibi tanımıyorsun.” diye tembih ederdi.

Konya’ya ilk geldiğimde bir muddet otelde kaldım. Daha sonra dul bir hanımla kızının yanında vakit gecirdim. Daha sonra yatılı bir Kur’Ân kursunda, kucucuk cocuklarla beraber kaldım. Ama hÂl Turkce bilmiyordum. Bu yuzden cok zorluklar cektim. Bazen ustu akan, kerpic evlerde gecelediğim oldu.

Nihayetinde hepsi Allah rızÂsı icindi. Tam 8 sene Konya’da kaldım ve sonunda evleneceğim kişiyle tanıştım.

Her Gun Bir İncelik, Bir Guzellik

Nicholson’un 6 ciltlik Mesnevî tercumesini yanımdan hic ayırmıyordum. Her sabah kalkınca tefe’ul yapıyordum. Yani rastgele bir bolumunu acıyor, okuyor ve:

“-Bakalım, bu gun bana MevlÂn ne diyor?” diye kendime ders cıkarıyordum.

Yeni musluman olan bir hanımın en buyuk problemi, butun zorluklarla tek başına boğuşmasıdır. Ancak musluman bir Âile veya musluman bir cevre icinde olunca, bu dertler buyuk oranda azalıyor. Aynı Peygamber Efendimiz’in ashÂb-ı kirama en basitinden en onemlisine kadar her merhalede her şeyi oğretmesi gibi, musluman bir cevre de insana her konuda buyuk bir lutuf oluyor.

Konya’da gecirdiğim ilk Ramazan ayını hic unutamam. Cevremizdeki komşular:

“-Bu kız, bizim memleketimizde misafir. Biz, ondan sorumluyuz!..” derler ve gonlumu almaya calışırlardı.

Bir yandan da:

“-Sen, burada ilim oğreniyorsun. Eğer gurbet elde olursen, şehit sayılırsın!..” diyerek surekli teşvik ederlerdi.

Ramazan ayında zengini-fakiri, hepsi nesi var, nesi yok bizimle paylaşırdı. Peygamber Efendimiz’in “komşuluk” hakkındaki hadis-i şeriflerini Âdeta yaşayarak oğrettiler bana… Cocuklarını sallarken, uyuturken “Huuu!.. Huuu!..” diye ninni soylerlerdi. Bunların hepsi benim icin cok guzel birer ornekti.

Ali Kemal Belviranlı hocaya sık sık giderdim. İngilizce bildiği icin bana namazı cizerek-yazarak oğretti. Namaz icin gerekli butun du ve sûreleri ezberletti.

Konya’da ne yaptıysak kalma problemini cozemedik. En sonunda İstanbul’a gittim. Konya’da yaşamak da hayli zorlaşmıştı. Konya’daki hanımlar genel olarak İngilizce bilmedikleri icin onlardan dinî bilgiler acısından istifade edemiyordum. Ancak onlardan dikiş-nakış, oya vs. oğrendim. Ceyiz bile yapmaya başlamıştım.

Bir de yaptığım bazı şeylerde hanımlar sadece:

“-Gunah!..” diyorlardı.

Ben de acaba “gelenek-gorenek” mi, yoksa “Allah’ın kesin bir emri” mi diye soruyordum. Bana kesin bir cevap veremiyorlardı. Hep sabrediyordum. Hemen her gun MevlÂnÂ’yı ziyaret ediyordum. Suleyman Dede de beni boyle uzgun gormeye dayanamıyordu. Sonunda İstanbul’a gittim.

Binbir Gunu Gecen Cileler

İstanbul’a her geliş gidişimde biraz daha rahatlıyordum. Bir ara memleketime de gittim. Ama bir tuhaf olmuştum. Kendimi hÂl Konya’da zannederek herkese guveniyordum. Birşey aldığımda, paranın ustunu kontrol etmiyordum. Halbuki Anadolu’da insanlar, Allah’tan korktukları icin paranın ustunu kuruşu kuruşuna oduyorlardı. Halbuki mesela Newyork’ta herkes birbirini nasıl kandırabileceğini duşunuyordu. İki dunya arasındaki fark, gece ile gunduz gibiydi.

Âilemin İslÂm’ la Tanışması

İlk duyduğunda annem, musluman olduğuma cok uzulmuştu. Turkiye’de, yabancı bir ulkede tek başıma olmamdan rahatsız oluyordu. Annem her Pazar kiliseye giderdi. Oradaki papaza, benim musluman olduğumu soyleyince, papaz da benim icin Allah’tan af dilemeye başlamış. Eski dinime donmem icin birlikte nice duÂlar etmişler.

Ben de annemin hidÂyete ermesi icin cok du ettim, ama bu iş, istemekle olmuyor. Allah’ın takdiri… Peygamber Efendimiz, oz amcasını bile istediği hÂlde hidÂyete getiremediği gibi…

Memleketimde aradığım huzuru bulamayınca İstanbul’a geri dondum. Donuşte bana Kur’Ân-ı Kerîm ve Hadis oğretecek hocalar ayarlamışlardı. İngilizce tercume yapacak birisi de vardı. Âdeta kendimi bir hanımlar tekkesinde bulmuştum. Sorularıma istediğim gibi tatminkÂr cevaplar bulabiliyordum. İlk defa Kur’Ân-ı Kerîm’i hatmettim. Kur’Ân-ı Kerîm okumayı cok zor oğrendim, bir turlu dilim donmuyordu. Ama yavaş yavaş, buyuk bir sabırla oğrettiler.

Turkiye’de herşeyi yavaş yavaş oğreneceğimi anladım. Yine anladım ki, insanlara ve makamlara takılmamak lÂzım!.. MevlÂnÂ’nın dediği gibi renksiz makama, berrak makama ulaşıncaya kadar hicbir şeye takılmamak lÂzım!..

Suleyman Dede, benim cektiklerimi gordukce:

“-Bir mevlevînin cilesi binbir gundur. Kızım, senin cilen ne kadar uzun surdu. Allah seni neye hazırlıyor, bir turlu anlamıyorum!..” diyordu.

Suleyman Dede, bana sık sık:

“-Şu anne-babana mektup yaz; onlar iyi olmasaydı, sen boyle iman edemezdin!..” diyordu.

Turkce’yi iyice oğrenmiştim. İlk hatmimi indirdikten sonra, hatim duÂmda hocam anne-babam icin dua etti… Aradan bir hafta gecmemişti ki, Suleyman Dede’yle beraber Amerika’ya dÂvet edildik. Orada dort gun kaldık. Oradan da onu, annem ve babamın yeni goctukleri şehre (Miami’ye-ABD) goturdum.

Annem-babam, onu gorur gormez:

“-Bu, bizim Tevrat ve İncil’de okuduğumuz Suleyman ve İlyas peygamberlerin nûrunu taşıyor.” demişlerdi.

Annem-babam cok bilgili insanlardı; ozellikle Tevrat’ı cok iyi bilirlerdi. Onların bu teveccuhu de beni Suleyman Dede’ye ayrı bir şekilde bağlamıştı.

Suleyman Dede, orada namaz kıldı. Babam, bizzat yemek yaptı. Herkes onu cok sevdi. Suleyman Dede de, onları Turkiye’ye dÂvet etti.

Âilem, 3 yıl sonra Turkiye’ye geldi. Suleyman Dede’yi ziyaret ettiler. Bu vesileyle tanıştıkları Turkleri de cok sevdiler.

Teslim Olmayı Oğrenene Kadar

Suleyman Dede ile tekrar Turkiye’ye dondum. Bir ara, ona dondum ve:

“-Ben, daha ne kadar Turkiye’de kalacağım?” diye sordum.

O da:

“-Aklından neden ve nicin sorularını cıkarana kadar!.. Herşeyi sorgulayan Batı kafasından kurtulup teslim olmayı oğrenene kadar…” diye cevap verdi.

Aradan bir hayli zaman gecti. Artık eskisi gibi tereddut ve endişeler, beynimi kemirip durmuyordu. İşte o zaman Suleyman Dede:

“-Artık gidebilirsin!..” diye izin verdi.

Ama bu sefer de ben gitmek istemedim. Suleyman Dede’ye:

“-Ben, Allah’a gitmek istiyorum, olmek istiyorum!..” dedim. O ise itiraz etti:

“-Kızım, sen daha otuz yaşlarındasın!.. Evleneceksin, beyine hizmet edeceksin. Allah rızÂsını kazanacaksın!..”

Konya’da Hazreti MevlÂnÂ’nın Şeb-i Arus (Duğun Gecesi) kutlamasında 17 Aralık 1981’de bir sem Âyini vesilesiyle Cinucen Tanrıkorur Bey ile tanıştım. Birkac ay sonra da kendisiyle 28 Ağustos 1982’de evlendim. Sonra oğrendiğime gore, ikamet etmekte olduğumuz evlerimiz birbirine cok yakınmış. Yine beyimin vefatından sonra, gunluğunden okuduğuma gore de, ruyasında ona benimle evlenmesini tavsiye etmişler.

Suleyman Dede, bu evlilikten uc yıl sonra, 1985 yılında vefat etti. Allah rahmet eylesin. MekÂnı cennet olsun.

Son Olarak Okuyucularımıza Soylemek İsterim ki…

Gencler, kulturunuzden, dininizden ve tarihinizden kacmayın!.. Bunları oğrenin ve onlarla gurur duyun!.. Eğer sahip olduğunuz bu değerlerden kacmaya calışırsanız, yok olmaya mahkum olursunuz. Ozunuze donun.

Değerli okuyucularıma da şunları soylemek isterim. Turkiye’ye ilk defa geldiğim 1976 yılındaki ulkenizle şimdiki Turkiye arasında maalesef cok fark var. Muthiş bir Batı hayranlığı, sizi esir almış. Batının teknolojisini alın, ama onun esiri olmayın. Batının kokuşmuş hayat tarzı; sizin dininizi, Âile hayatınızı ve orflerinizi alıp goturmesin!.. Buna izin vermeyin!.. Âile hayatının ozenle korunması lÂzım… Yaşadığınız toprakların altında bir cok evliyÂullÂh var. Onlar, sizin en buyuk yer altı hazineniz!.. Onların ruhları, bu mekÂnları muhafaza ediyor. Ama siz de onların kıymetini bilmelisiniz.

Batı dunyası bu mÂneviyattan mahrum… Toprakları da, ruhları da, mÂnevî hayatları gibi kurak ve corak…

Teknoloji geldi, rahatlık arttı, ama huzurunuz kayboldu. Dışarıda aradığınız huzur, icinizde… Bircok kişi yoga ile meditasyonla o huzuru arıyor. Tıpkı benim İslÂm’dan onceki cırpınmalarım gibi… Ben de İslÂm’la tanışmadan once, beyhûde yere huzuru oralarda aradım. Ama nafile… Gelin, siz de değerli vakitlerinizi boş yere kaybetmeyin… Huzuru, bulamayacağınız yerlerde aramayın. Huzur, sizde, sizin icinizde, sahip olduğunuz mukaddes değerlerinizde…

Son soz olarak biz de; bu duygu ve ibret yuklu hayat ve hatıralarını bizimle paylaşan Barihuda Tanrıkorur Hanım’a minnet ve şukranlarımızı sunuyoruz.


Halime Demireşik

__________________