Anlatacaklarım, yaşadıklarımdır. Dolayısıyla kimseyi bağlamaz. Birileri mĂ‚kul buldu diye, dediklerimle ilgili inancım kuvvetlenmez. Birilerine yanlış geldi diye de, yaşadıklarımdan oğrendiklerimi cope atacak değilim.
Henuz on bir yaşındaydım. Biraz iri yapılı olduğum icin, ilk dunurumun bile geldiği, babamın artık başımı ortmemi istediği, “Kocaman kız oldun, ne o oyle sac baş acık!..” dediği vakitlerdi. İkna edici olmaktan ziyĂ‚de, dayatmaya benzeyen bu talebi duymazdan geldiğim, ben duymamış gibi yaptıkca babamın yuzunun asıldığı zamanlar yani... “Bak, bizim Ă‚ilede hep boyle… Bak şunun kızına, bak bununkine!..” diyerek, kendince ikna etmeye calıştığı, ama benim daha sağlam gerekceler duymaya ihtiyac duyduğum bir donem… (Keşke sevgili babam, bir hadis, bir Ă‚yet soylese de, beni de, kendini de zora sokmasaydı. Bilse soylerdi gerci, belki onun da bildiği sadece bu kadardı…)
Gunler sonra, babam mutlu olsun diye başıma bir ortu aldım. Ben boyle ortununce, akrabalarımızın coğu da “MĂ‚şaallĂ‚h, mĂ‚şaallĂ‚h!” dediler ve iyi bir şey yaptığımı, yaptığımın AllĂ‚h’ın da sevdiği bir iş olduğunu buradan anladım.
Acemice orttuğum eşarp başımda, dışarı ilk cıktığımda, herkes bana bakıyor sandım. HĂ‚lbuki boyle bir şey yoktu. İnsanların kendi dertleri, sevincleri vardı ve acıkcası, başımı ortmem ya da acmam, kimsenin umurunda değildi. Ama hani, kendimce cok buyuk bir değişim yaşıyordum ya, sanki bu durumla ilgili, herkes de aynı duyguyu yaşayacakmış gibi geldi.
Evet, insanlar, yanlarından gecerken bakıyorlardı, ama gecer gecmez kendi dunyalarına dalıp beni unutuyorlardı. Aynısını ben de yapmıyor muydum? Yanımdan gecen yabancı birine sadece bakıyor, sonra arkasından gelen başka bir yabancıya da bakıyor, neredeyse hicbiri hakkında kalıcı bir his taşımıyordum. Sadece bakmaktı bu... Elbette ilginc tipler gorunce, daha buyuk bir şaşkınlık yerleşirdi bakışlarıma ama… Hepsi o kadar. Hatta bazen, başımı kaldırıp bakmazdım bile…
HĂ‚sılı, sonunda geleneklere uymuş ve başı ortulu biri olmuştum. Ortaokula devam ettiğim o yıllarda, vaziyetim buydu, fakat hĂ‚lĂ‚ ne yaptığının farkında olmayan bir cocuktum. Okulda bir Din Kulturu ve AhlĂ‚k Bilgisi oğretmenimiz vardı. Derslere, diğer oğretmenlerden farklı olarak başortulu girerdi. Yuzunde nedense hep keder olurdu. Bunun sebebini bilmezdim. Okuldaki diğer oğretmenlerin onu pek sevmediğini, hep yalnız dolaşmasından cıkartırdım azıcık…
* * *
Şoyle bir duşununce, tĂ‚ o zamanlardan varmış bu konu, diyorum… Sene, seksen dort-seksen beş olmalı… Oncesinde ben iyice cocuk olduğumdan, pek bir şeyin farkında değilim. Ama neresinden baksanız, yarım asrı coktan gecmiş bir mevzu bu “başortusu meselesi”… Gerci, hadisenin gecmişi, Ebû Cehil’lere kadar dayanır ya, o da meselenin bir başka boyutu…
Gecenlerde milletvekillerinden birinin, kursuye cıkıp, gozlerini portlete portlete: “Devran doneeerr, devran doneerr!” deyişini duyunca, bu, diye gecti icimden, devrĂ‚nın hem kacıncı donuşu olur… Ne siz tukendiniz, ne de biz… Ustelik, “AllĂ‚h’ın nûrunu tamamlayacağı” bir gercek ve siz, bĂ‚tıl tarafta durmakla kalmayıp, akıntıya kurek cekenlersiniz… Dalgalarsa hep, kimi yutmaları gerektiğini bilmişlerdir.
* * *
Aradan aylar gecip, liseye başladığım yıllarda, yine ve tamamıyla “Ă‚ile geleneği” olması sebebiyle okula başım ortulu gidip geldim. Okul kapısından iceri girerken, Ă‚ilemin “Kızım, kurallara uy, sorun cıkartma!..” telkininden oturu, başımı acarak okula girdim, cıkarken de pencereleri ayna edip, iyi-kotu ortundum. Pek başarılı ve aktif bir oğrenciyken, okul genelinde duzenlenen bir munĂ‚zarada, “Kadın, evdeki sorumluluklarını yerine getirdikten sonra calışmayı duşunmelidir.” dedim diye, oğretmenlerim tarafından “yobaz” bir Ă‚ilenin cocuğu olmakla suclandım. Bu ithamla beraber, okuldaki tum iyi performansıma karşın, neredeyse butun oğretmenler tarafından yapayalnız bırakıldım ve bu yalnızlıkla birlikte belki de ilk kez “Ben kimim?” sorusunun cevabını aramaya başladım.
Her şeye rağmen, liseyi iyi bir dereceyle bitirip universiteyi kazandığımda, “okulun en populer oğrencisi olmak ve butun sosyal aktivitelere katılmak” gibi bir niyetim ve bunu başarabilecek gucum vardı. Sesim guzeldi, koroda olmalıydım. Resmim iyiydi, sanat faaliyetlere katılmalıydım. Diksiyonum ve kalemim kuvvetliydi, o hĂ‚lde programlarda aktif olarak gorev almalıydım. Bir gazete de cıkartmalıydım meselĂ‚. Orası bir okuldu ve ben, okulun klasik gereklerini yerine getirmekle kalmayıp, artı faaliyetlerle “etkileyici” bir oğrenci olmalıydım. Beni kim tutardı be! İşte cıkmıştım meydana! İşte, herkesin imrenerek bakıp durduğu bir okulu kazanmıştım! Bu fırsat, kac kişiye nasip olurdu ki?!
Zaten, Ă‚ilemden de hep “Kurallara uy kızım!..” telkini geliyordu. Oyle her kurala eyvallah diyen bir tip değilimdir, ama ne hikmetse, okul kuralları karşısında, uslu bir kedi gibiydim. O kadar ki, universite birinci sınıf bittiğinde, cevremde bircok arkadaşım vardı. Beni ove ove bitiremeyen profesor hocalarımdan birisi, ara sıra dersi bana anlattıracak kadar, potansiyelime değer verirdi. Tabiî ben de bir yıl boyunca, başortulu olduğumu kimselere belli etmeden devam etmek başarısı gosterdim. Ne adına? İyi oğrenci olmak adına… HelĂ‚l olsun canım, kurallara o kadar iyi uy(u)dum(!)..
* * *
Ben boyle, dışarıda bir turlu, iceride başka turlu gelip giderken, bir gun, okul kapısında karşıma cıkan bir takvim yaprağı, butun hayatımı değiştiriverdi. Onume cıkıveren bu kucuk kĂ‚ğıtta, “Dunyası icin Ă‚hiretini satanları gordun mu?” diye soran bir cumle vardı. Hani, durur durur da birden “Trink!” diye duşer ya jeton, tam da bunun gibi, birden şunu sordum: “İşte, bu sen değil misin?!”
Evet, dunya menfaati icin Ă‚hiretimi satıyordum. Âhiretimi sattığımı nereden biliyordum? Ortunmek AllĂ‚h’ın sevdiği bir şeydi ya, e ben de tĂ‚ okulun bahce kapısındayken ortumu acıyordum ya… İşte bu. Niye acıyordum? Cunku başka turlu gelsem, beni okula almazlardı. Okula almazlarsa ne olurdu? Diploma alamazdım. Diploma almazsam ne olurdu? İnsanların, bakıp da saygı duyacakları bir etiketim ve elimde bir mesleğim olmazdı. Bunlar olmasa ne olurdu? Şeyy, bilmiyordum ki, sahi ne olurdu? Ne olacak, bir kere annem-babam:
“-Onca yıldır emek veriyoruz, bunu mu yapacaktın bize!” diyebilirlerdi. Komşular, benim gibi calışkan bir kızın, universite bitiremeyişini yadırgar:
“-Vah yazık, senden de hic beklemezdik ayol!..” derlerdi.
Hem canım, gunĂ‚hı vebĂ‚li, o yasakcıların boynunaydı, bize neydi!? Kopruden gecene kadar, ayılara dayı denirdi… Hatta eğer ben diploma alabilmek uğruna başımı acmasam, belki memleket kurtulmazdı. Cunku Allah icin hizmet etmek, bazı fedakĂ‚rlıklara goğus germekle olurdu. Tabiî ya, kim demiş, “Ă‚hiretini satmak” diye, okulu bitirene kadar başını acmak, ustelik fedĂ‚kĂ‚rlıktı. TĂ‚viz mi!? O da ne canım?! Yok yok, bu bir fedĂ‚kĂ‚rlıktı… Falandı, filĂ‚ndı, feşmekĂ‚ndı…
Bir anda, kalın bir perde Ă‚niden aralanıp, guneş gorundu sanki… Yukarıda sıraladığım ve birilerinin her zaman soyleme ihtimali bulunan o cumleleri, vicdanım kabul etmedi. Vicdanım, diyorum, zira ondan başka bir mihengim neredeyse yoktu. Karar verdim: “Bu, Ă‚hiretimi satmamdır, başka bir şey değil! Hele fedĂ‚kĂ‚rlık, hic değil!”
O gunden sonra, başka hicbir etki olmaksızın, derslere başortulu girmeye başladım. Zira okul ille de bitecekse, bu şartlar altında bitmeliydi. Benim icin gecerli olan, vicdanımın kurallarıydı ve o uslu kedi ilk defa o gunlerde, sessizce kukreyen bir aslana donuştu. Zaten, ne olduysa, ondan sonra oldu.
O beni yere goğe sığdıramayan profesor ve docent hocalarım, yeni kılığımı hic beğenmediler ve birden bire azılı birer duşman kesildiler. Onlar sorguladıkca, onlar duşmanlık ettikce, kendimi keşif gucum arttı. Sırf bana kimliğimi fark ettirdiği icin, onların duşmanlığını sevdim.
Bu arada, uzerimde tesetture dair biricik unsur, aynı ortaokul yıllarında olduğu gibi, sadece bir başortusunden ibaret kalmaya devam ediyordu. Başta ortu, etekte yırtmac… Altı kaval, ustu şişhĂ‚ne derler ya hani... Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler ya, o hesap. Yani onca duşmanı, daha bu kadarcık bir ortunmeyle kazanmıştım. Şaşkındım. Şuursuzluk acı bir şey. Nedenini, nicinini bilmezlik acı… Hani kendimi az biraz fark etmiştim ya… Hani ben Musluman’dım ve bu bana karşı cıkanların derdi, başımın ortusuydu ya, şoyle bir karar almıştım: “O kadar zarif ve hoş bir tesetturum olmalı ki, başkaları da bana bakıp, ortunmeli. Hatta şu duşmanlık edenler, bu vesileyle sıcak birer dosta donuşmeli…”
Bu amacla, pek zarif ve şık giyinen bir genc kız oldum. Oğrenci yurdunda adım “bayan zerĂ‚fet”e cıktığında pek mutluydum. HĂ‚lbuki durumum, şer’î olculere uygunluk arz etmiyordu. Sadece, başımda bir ortu vardı ve cok şıktım, o kadar…
Bir gun, okuldan yurda donerken, bir kız lĂ‚f attı:
“-Şuna da bak! Başını sımsıkı kapatmış, ama eteğinde kocaman bir yırtmac var!”
Başımdan aşağı kaynar sular dokulur gibi olmuş, ama kimseye belli etmemiştim. Kız haklıydı… (Haklı olduğunu, aynı şeye babam da kızardı, oradan biliyordum. Ama başka bir bilinc taşımıyordum.)
Bir başka gun (ki, artık “tesetturle ilgili bir Ă‚yet olduğunu yeni duyduğum zamanlar” ) yine okul-yurt arasındaki yolda, bir adam edepsizce bana doğru uzandı. Kendimi cok korumasız ve kotu hissederken, bir yandan da şunu sordum o anda: Hani tesetturlu hanımlar rahat edecekti, hani onları herkes namuslu bilecekti? Evet, Ă‚yette boyle buyrulmuştu. Ama ben, işte, hic de rahat değildim. Birileri bana elini uzatacak kadar densizleşiyor ve tesettur beni korumuyordu. Bu soruların cevabı, bir sure sonra icimde şoylece yankılandı:
“Allah yalan soylemez. O hĂ‚lde kendine tekrar bak, sen tesetturlu değilsin!..”
İşte o andan itibaren, eksiklerimi sorgulamaya başladım. Acaba, “Cok şık olayım da, bana bakıp başortusunu sevsinler.” diye duşunmem hata mıydı? Her gittiği yerde goze carpan ilk insan olmak, caddede, durakta, mağazada, gozlerin hemen uzerine cevrilmesi, iyi bir şey miydi?
Babam, birkac sene evvel, yine geleneksel gerekcelerle pardesu giymemi istediğinde, kabul etmemiştim. Sırf bana hoş gorunsun de alışayım diye, leylak rengi ipek bir pardesu almıştı. Bu yaşadıklarımın ardından, onu kullanmaya başladım. Hic değilse yırtık bir etekten daha iyi orterdi. Fakat incecik, leylak rengi bir ipekli kumaştan pardesu mu olur hic? Zaten cok gecmeden, duyduğumda şok olduğum, burada anlatmaktan hayĂ‚ edeceğim, buna karşın beni kesinlikle geliştiren ve yabancı bazı adamların laf atmasından ibaret olan yeni bir ders neticesinde anladım ki, bu da tesettur değil… Ardından, evde dolap bekleyen, bir akrabamızdan yĂ‚digĂ‚r deri pardesuyu denedim. Onunla da huzur bulamadım.
Sonunda, buyuk bir muhtaclık hissiyle, kimselerin dikkatini cekmeyecek bir dış kıyafetin peşine duştuğumde, universite ucuncu sınıftaydım ve cok zuğurttum. Yeni pardesumun ilk taksidini arkadaşım Ulku odemeseydi, işim cok zor olacaktı. Onu uzerime giydiğimde, ne kadar da rahat hissetmiştim. Lacivert ve bol bir kıyafetti. İşte o gun, ilk kez ortunduğumu hissettim. Uzerime giydiğim şey beni kapatıyordu ve rahat yuruyordum. Bu da yetmeyip renkli eşarpları elden cıkardığım, buyuk siyah eşarplar kullandığım, eldivenim ve guneş gozluğum olmadan dışarı cıkmadığım, bir peceyle yuzumu de kapatmaya başladığım zamanlarda, universite dorduncu sınıftaydım.
Sadece benden değil, başında ufacık bir eşarp bulunan herkesten savunma istenirdi. Başımızı ortmek gibi bir suc (!) dolayısıyla, defalarca savunma verdik. Derslerden cıkarılıyor, yoklamalarda “yok” sayılıyor, acıkca, “psikolojik bir savaşta karşılıklı cepheler” oluyorduk. Bu, ciddi bir yorgunluktur ve ders calışamayacak hĂ‚le getirir insanı… Okul bu mudur? Bu mu olmalıdır?
Bu arada, tum aykırı duruşuma karşın, benden hĂ‚lĂ‚ umidini kesmeyen bir hocam soruyordu:
“-Hele de sen! Hele de sen! Anlamıyorum, senin gibi aydınlık bir beyin, nasıl boyle giyinir?!”
Kendisine:
“-Bu kıyafetimi, o aydınlık beynime borcluyum.” diyerek cevap verdiğim yaşlı hocam, bana ve aynı safta durduğumuz arkadaşlarıma:
“-Ben sizi bu kılıkta oğretmen yapmam!” diyerek, neredeyse kendi capında bir dĂ‚vĂ‚ andı icmişti. Cok şukur ki, birinin oğretmen olması, başka birinin değil, AllĂ‚h’ın dilemesiyledir. Herkes bildiğinin oğretmenidir ve okul, oğretmenlik yaptığınız her yerdir…
Sadece okulla kalsa mesele, belki de cekilir. Fakat hayır, boyle olmadı. Okuldaki oğretim gorevlilerinin yanı sıra, sırf bu yeni ortunme şeklim sebebiyle, yakınlarım da beni dışladı.
Genc bir kızdım. Koca bir şehirde yalnızdım ve başıma tatsız olaylar gelmişti. İnsanlar terbiyesiz, ahlĂ‚ksız ve futursuzdu. Yaşadıklarım beni, daha fazla gizlenmem gerektiğine inandırdı.
Biricik amacım, başıma gelenlerden daha beter bir durum yaşamamak ve birilerinin, benden oturu gunaha girmesine mĂ‚ni olmaktı. Oysa sırf bu tercihim sebebiyle, annemden bile olmadık laflar işittim.
Canlarım benim... İnanabilselerdi iyi niyetime, boyle yaparlar mıydı hic? Ben onların bir tanecik kızıydım. Babam cok edepli ve temiz bir adamdı ve birilerinin kızına ya da hanımına, omru boyunca tek bir laf atmışlığı yoktu. Bu sebeple, başıma gelenleri anlayamadı. Annem gencliğinde hic, benim yaşadığım tarzda imtihanlar yaşamamıştı ve:
“–Bana niye kimse bakmadı, bana niye kimse lĂ‚f atmadı!..” diyerek, hĂ‚limi anlamadığına dĂ‚ir işĂ‚retler verdi.
“Dul kadın gibi giyinmek”le, “bir ocuye benzemek”le ve daha bircok tuhaflıkla itham edildim. Okuldakiler ve evdekiler beni, alışveriş yaparken karşılaştığım o cocuk kadar tebessumle karşılayabilselerdi, her şey bambaşka olurdu:
Kucuk cocuk bana bakıp:
“–Niye yuzunu ortuyorsun?” diye sormuştu. Ona:
“–Cunku boyle daha mutlu hissediyorum.” dediğimde:
“–Yaa, tamam o zaman!..” diyerek, tatlı bir gulucukle karşılamıştı.
Evet, mesele buydu aslında… Bu benim tercihimdi ve boyle mutluydum. Kimseye karşı değildim. Bu tavrım, inat da değildi. Sadece kendimden yanaydım ve ayıp bir şey de yapmıyordum.
İnsan, diyorum, iyi niyetinden oturu bunca asılıp kesilirse, acep, kusurundan oturu ne edilir ki?
Hayır, hayır, sordum; ama, merak etmiyorum aslında… Oylesine sordum. ZîrĂ‚, yarın bir gun:
“–İşte biz kusurundan oturu insanı boyle ederiz!” demesini istemem Rabbimin… Kusurlarımı bugune kadar yaptığı gibi, bu gunden sonra da ortmesini dilerim.
Bu durumda, yani kendi Ă‚ileme dahî anlatamamışken bir zamanlar derdimi, şimdi, birileri başımdaki ortunun sebebini kavrayamamış; mĂ‚nĂ‚sından gectim, daha ismini bile oğrenememişlerse, inanın cok fazla yadırgamıyorum.
Bu arada, nedir ortumun adı: Başortusu!.. Turban değil…
* * *
Okuldan mezun olduğumda, “Allah kurtardı.” dedim ve universiteye devam etmekte olan butun tesetturlu genc kızlar icin, yıllarca aynı duĂ‚da bulundum:
“–Allah kurtarsın!..”
Acıkcası, şimdiki duĂ‚m daha farklı:
“–Allah duşurmesin!”
Cunku bugunku hĂ‚liyle universiteye girmek, bir nevî “iki araya, bir dereye” duşmektir. Sadece bundan on beş yıl once, kendi okuduğum universitenin bahce manzaralarını hatırladığımda bile, haklı olduğumu derinden hissediyorum. Tarih hocamız, o manzarayı bir gun derste şoylece ozetlemiş ve beni cok şaşırtmıştı: “Nisan-Mayıs ayları, gevşer gonul yayları, bahceler bağlar bekler, bayanlarla bayları…”
Hemen şimdi aklıma; “Bir hilĂ‚l uğruna yĂ‚ RĂ‚b, ne guneşler batıyor.” mısrası geliverdi. Yalnız ufacık bir farkla; “Etiket uğruna yĂ‚ RĂ‚b, ne guneşler batıyor!”
İlĂ‚hî, aklım da pek bir Ă‚lem…
* * *
Doneyim kendime… Yeni kılığımla, yani, sadece alnımın bir kısmı ve buruncuğum ortadayken, rahat ettim mi? Hayır. Bir gun, boyle ortunmuş okula giderken, yanımdan gecen iki adamın terbiyesizce:
“–Kim bilir icinde neler var?!” diyerek lĂ‚f attığını duyduğumda, elbette tĂ‚rifsiz bir rahatsızlık kapladı her yanımı… O vakit:
“–YĂ‚ Rabbi, ben daha ne kadar ortunebilirim? Bunlar hasta… Sen bu hasta kullarına şifa ver.” diyebilmiştim.
Birkac sene sonra, onların merakını bu derece guclendirecek bir ortunmenin de cok doğru olmadığına yattı gonlum.
Demem o ki, tesetturun gerekliliğini ve ne şekilde olması gerektiğini, Ă‚yet ya da hadislerle emredildiğini daha bilmezken, Allah bana, cevremdeki yabancı insanların lĂ‚fları ve edepsizlikleriyle anlattı. O an ağır, yıpratıcı ve kucuk duşurucu gelmiş de olsa, netice itibarıyla yaşadıklarım beni olgunlaştırmıştır. Bilmeden beni eğiten o yabancıları da, sırf bundan oturu severim. Umarım, her biri, hayırlar icinde bulunuyorlardır.
Cok değil, iki yıl kadar sonra, oğretmenlik mesleğine boyle pur tesettur başladığımda, pek idealisttim. Aldığım paranın hakkını verecektim. Deli gibi calıştım. İkinci yıl geldiğinde, bir gozluk bahĂ‚ne oldu, pecemi actım. Ardından, beyaz onlukle derslere girmeye başladım. Mufettişler geldiğinde Ă‚dî bir suclu gibi yemekhĂ‚neye kacıştım. Universitede verdiğimiz sacma sapan savunmalar yetmemiş gibi, bir de oğretmenlik yaparken, bunları yaşamak cok ağır geldi. Bir yandan, borclarımız vardı ve paraya da ne cok muhtactım?!
Sırf kendim olarak kalabilmek ve inanclarımı huzur icinde yaşayabilmek adına istifa ettiğimde, kırık, yorgun ve sinirleri bozuk biriydim. Ustelik artık, onceki iyi niyetimi kaybetmiş, aldığım paranın hakkını vermek şoyle dursun, “Zaten ne alıyorum ki?” der olmuştum. Kabuğum da, ozum de zaafa uğramış, ibadetlerim iyice aksar hĂ‚le gelmişti.
Bu hĂ‚ldeyken istifamı vermek sûretiyle, kendi capımda oğretmenlikten ev hanımlığına hicret ettim. Durum bu minvaldeyken dahî, başını acarak devam etmeyi fedĂ‚kĂ‚rlık değil, “tĂ‚viz” olarak goruyorum. Her tĂ‚viz, yeni bir tĂ‚vizin dĂ‚vetcisi… Bunun da otesinde, insanın vicdĂ‚nını ve kalbini yaralayan bir bıcak gibi… İnsan, kendine ters duşerek nasıl hizmet edebilir? Bizim donemimizde, tıp fakultesinde okumakta olan bazı arkadaşlarımı hatırlıyorum şimdi. Nasılsınız diye sorduğumda:
“–Geleceğimizi hazırlıyoruz işte... Geleceğimiz kaldıysa tabiî!..”diyerek, pek kederli bir yuzle cevap vermişlerdi.
TĂ‚viz, gucunu alır insanın... FedĂ‚kĂ‚rlık ise, gucune guc katar. Dunyanın bir sahibi var. Ve benden istediği, dunyaya değil, kendisine kul olmam… Dunyayı kurtaracak olan da, batıracak olan da O… O hĂ‚lde ben, uzerime duşeni yapmalı ve emre mutî olmaya calışmalıydım. Ne zaman ki, her ay almakta olduğum oğretmen maaşını bir kenara itip istifa etmek nasip oldu, rızık kapılarım da, huzur kapılarım da, hizmet kapılarım da ondan sonra acıldı. Allah, butun kapıları elinde bulundurandır. Sanki şunu duydum: “Sen bir emrim icin bir kapıdan gectin ya, işte al kulum, dilediğinden gir, işte sana bin kapı…”
Bugun, yıllardır başını orten, fakat şuurlu olarak ortunmeye başlaması universite yıllarında nasip olan, biriyim. Şuurlandıktan sonra dayatmayla iş yapmadım. Zaten, başımı ortmemle ilgili babacığımın iyi niyetli cıkışları dışında bir zorlamayla omrumce hic karşılaşmadım. Biricik dayatma, inanclarıma karşı cıkan, goruntumu ve dunya goruşumu hazmedemeyen, dar goruşlu birtakım insanlardan geldi. İşin tuhaf tarafı, o zavallıcıklar dahî, sanırım kendilerince iyi niyetliler ki, yaptıklarının adını “aydınlığa cıkarmak” koyuyorlar. Yani onlara gore, bir kadın başını acarsa, tum prangalardan kurtulur.
Yaşadıklarımla, bir hanım icin ortunmekten daha hayırlı bir tercihin olamayacağını kavramış bulunuyorum. Ustelik zaman icerisinde, bu hususta Ă‚yetle sĂ‚bit bir emir bulunduğunu, hadîslerin de Ă‚yetle paralel mesajlar verdiğini, yani inanan bir Musluman hanımın, ortunmeyi AllĂ‚h’ın bir emri olarak kabul edip uymaya calışması gerektiğini oğrendim. Dolayısıyla, “Atın başınızdaki ortuleri!” diye feryat-figan dolananların hĂ‚lini tuhaf buluyor ve umursamıyorum.
Sadece bedenimi ortebildiğim, sadece bu hususta vicdanım rahat olduğu icin, “sutten cıkmış bir ak kaşık” mıyım, hayır, değilim. Toparlamam, duzeltmem, tevbe etmem gereken nice hĂ‚llerim var. İnsanım. Ve bu “Namuslu, iffetli, zararsız, emre mutî bir kul olmaya calışıyorum.” demektir.
Başımdaki ortuyle uğraşmaktan bıkmamış olanlara diyecek sozum şudur: “Evet, o bir bez parcası olmanın otesindedir. Evet, o bir simgedir! Her Ă‚yeti tastamam yaşayamasam da, tesetturle ilgili emri dikkate aldığımın bir simgesidir! Nefsimle her hususta savaşmakta olup, bazen zaferler, bazen yenilgiler yaşasam da, bu bez parcası benim, AllĂ‚h’ın rızası yolunda yuruyen bir karınca olduğumu haykırmamdır! Tam teslîm, sekînete ermiş biri değilsem de, hĂ‚l diliyle, «Ben Musluman bir hanım olmaya calışıyorum.» deyişimin simgesidir!
Evet! Var mı îtirazı olan!? Başortum bir simgedir! Ama birilerinin sandığı gibi bir cıkarın, bir dunyalığın, bir kavganın değil; bir inancın, bir tercihin, bir vicdanın simgesidir! Beğenin veya beğenmeyin, kendi oz tercihimdir, başımdadır ve Allah ayırmasın, hep başımda tac olarak kalacaktır!”
Başlarını acanlara diyecek bir sozum yok… ZîrĂ‚ onlar arasında, hĂ‚lleri, ibĂ‚detleri, guzel gonulleri ile beni beşe katlayacaklar coktur. LĂ‚kin her hayra muhtac olduğumuz bir zamanda, hangi emrin bir ucuna tutunup da itaatkĂ‚r olabiliyorsak, o kadar iyidir. Dilerim, onların gorunen eksiklerini, benim de gorunmeyen eksiklerimi, Rabbim katından bir lutufla tamama erdirsin.
Artık, dışarı cıktığımda, herkesin bana baktığını sanmıyorum. İnsanların hĂ‚lĂ‚ kendi dertleri, sevincleri var ve acıkcası, başımı ortmem ya da acmam, kimsenin hayatını etkilemiyor.
“Başortulerinizi acın, ozgurleşin!” safsatalarıyla cocuk kandırmaya calışan birkac kişi, varlığımı hazmedememişse, bu da onların kendi meselesi... Yine de bir Musluman olarak, bundan kayıtsız kalmıyor, onların “kabızlıkları” icin, Hak katından Ă‚cil şifalar diliyorum…
VesselĂ‚m…
Neslihan Nur Turk
__________________