İcinde yaşadığımız bu muazzam kĂ‚inĂ‚t, tesĂ‚dufen meydana gelmemiştir. NefsĂ‚nî arzuların menfaat sahası olarak da yaratılmamıştır. Ancak yuce bir gaye ve maksat icin yaratılmış ve bu cercevede insanoğlu icin bir imtihan mekĂ‚nı kılınmıştır. Dolayısıyla cihanın da insanın da yaratılışı, abes değil; yani sebepsiz, gĂ‚yesiz, hikmetsiz ve boşuna değildir.
Cunku yuce Rabbimizin bir ism-i şerîfi de, “el-Hak”tır ve O, her turlu abeslikten/sebepsizlikten, gayesizlikten, hikmetsizlikten ve boşunalıktan munezzehtir. O’nun her şeyi, ancak haktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O, gokleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır...” (el-En’Ă‚m, 73)
İşte muhteşem birer sanat harikası olan cihan, insan ve diğer varlıklar!.. Hepsi de sayısız hikmetler, ibretler, fevkalĂ‚de hassas olculer ve dengeler icinde yaratılmıştır. Akl-ı selîm sahibi her insan, bu ilĂ‚hî kudret ve azamet tecellîlerini, derin derin tefekkur etmek mecbûriyetindedir. Hak TeĂ‚lĂ‚, Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de bu hakîkate dikkat cekerek biz kullarını şoyle îkaz buyurur:
“Goğu Allah yukseltti ve mîzĂ‚nı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-RahmĂ‚n, 7-8)
“Biz gokleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gercek bir sebeple yarattık. Fakat onların (yani insanların) coğu (gafletlerinden dolayı) bilmiyorlar.” (ed-DuhĂ‚n, 38-39)
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-KıyĂ‚me, 36)
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mu’minûn, 15)
Âyet-i kerîmelerde acıkca ifade edildiği uzere bir imtihan mekĂ‚nı olan bu cihĂ‚na gĂ‚yesiz gelmediğimiz gibi, burada başıboş bırakılmış da değiliz. Rabbimiz, hayra da şerre de kullanabileceğimiz irĂ‚demizi, bazı yasak ve hudutlarla sınırlandırmış ve bu sınırlara riĂ‚yeti emretmiştir. Buna bîgĂ‚ne/duyarsız kalıp da dunya hayatında ilĂ‚hî hudutlara gerektiği kadar dikkat etmeyen insan, nefsinin fesĂ‚dına rĂ‚m olarak kolayca zĂ‚lim olabilir. Boylece kendisinin ebedî hayatını ziyĂ‚n etmiş olur.
İlĂ‚hî hudutlara riĂ‚yet demek olan kulluk da, aslında kişinin kendi nefsini ilĂ‚hî azaptan koruması demektir. Aksi hĂ‚lde, kendi azĂ‚bına kendisi sebep olduğundan, bizzat nefsine zulmetmiş olur. Unutmamalı ki:
AdĂ‚lettin Zıddı, Zulumdur...
CenĂ‚b-ı Hak, Ă‚yet-i kerîmede insanoğlunun şu vasfına dikkat ceker:
“…Doğrusu o (insan), cok zĂ‚lim ve cok cĂ‚hildir.” (el-AhzĂ‚b, 72)
CehĂ‚let, insanı zulme ve haksızlığa surukleyen belli başlı sebeplerden biridir. Âyet-i kerîmede bahsedilen cehĂ‚letin zıddı ise ilimdir.
Gercek ilim; kişiyi mĂ‚rifetullĂ‚ha, yĂ‚ni CenĂ‚b-ı Hakk’ı kalben tanımaya sevk eden ilimdir. Dolayısıyla cehĂ‚let, kişiyi zulme dûcĂ‚r ettiği gibi, ilim de insanı hayra, hakka ve adĂ‚lete istikĂ‚metlendirir.
Hak ve hakîkatlerin merkezi ve kaynağı, Allah TeĂ‚lĂ‚’dır. KĂ‚inĂ‚tın yaratıcısı ve sahibi, bize hak ve hakîkat nĂ‚mına neyi bildirmiş ise, hak ve hakîkat odur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…De ki: AllĂ‚h’ın hidĂ‚yeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize Ă‚lemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir.” (el-En’Ă‚m, 71)
O hĂ‚lde Allah ve Rasûlu’nun ebedî saĂ‚det rehberi olan emir ve yasaklarına bîgĂ‚ne kalmak; o yuce hakîkatlere haksızlık ederek kişinin nefsine zulmetmesidir. Zulumlerin en fecî olanı da, ilĂ‚hî hakîkatlere Ă‚mĂ‚ kalmaktır. Her zulmun belli ağırlıkta bir cezĂ‚sı vardır. Fakat ilĂ‚hî hakîkatlere karşı işlenen haksızlığın cezĂ‚sı, “ebedî bir azĂ‚b” olarak takdîr edilmiştir. Bu da gosteriyor ki, kişinin kendisini ebedî cehennemlik kılacak olan îmansızlık; zulum ve haksızlığın en buyuğudur.
Zulum, zĂ‚hirde her ne kadar başkalarına zarar veriyormuş gibi gozukse de, neticede donup dolaşıp o zulmu irtikĂ‚b edeni acı bir azĂ‚ba surukleyecektir. YĂ‚ni zĂ‚limin en buyuk zararı yine kendisinedir. Bunun icindir ki Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de sık sık; “nefislerine (kendilerine) zulmedenler” ifĂ‚desi zikredilir.
MevlĂ‚nĂ‚ -kuddise sirruh-, adĂ‚let ve zulmu şu carpıcı teşbihlerle îzĂ‚h eder:
“AdĂ‚let nedir? Meyve ağaclarını sulamaktır. Zulum nedir? Dikenleri sulamaktır.”
“AdĂ‚leti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keciye benzer.”
YĂ‚ni besleyip buyuttuğu zulum, kendi helĂ‚kini hazırlar, gun gelir onu paramparca ederek ortadan kaldırır.
Tarih şahittir ki, fĂ‚nî menfaatler icin hakkı ihlĂ‚l edenler, ancak kendi kuyularını kazmış olurlar. Sonunda o girdapta boğulur giderler.
O hĂ‚lde, nefse ne kadar ağır gelse de, dĂ‚imĂ‚ adĂ‚let uzere bulunmak ve hakkı şiĂ‚r edinmek îcĂ‚b eder.
VelhĂ‚sıl zulum; haksız yere acı cektirmektir.
Varlıklar icinde en şerefli bir mevkîde yaratılan insanoğlunun; fĂ‚nî hazlar, nefsĂ‚nî arzular ve gelgec sevdĂ‚lar sebebiyle, ozundeki yuce kıymet ve haysiyete yazık ederek gunah ve isyan bataklığına suruklenmesinin ebedî azap faturası kime kesilecektir?
Oyleyse kişinin başkalarına karşı Ă‚dil olması, evvelĂ‚ kendi nefsine karşı Ă‚dil ve merhametli olmasının bir îcĂ‚bıdır. Bunu gercekleştirebilme hususunda da en yuce orneğimiz, Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’dir.
AdÂlette En Guzel Ornek...
Rabbimiz, Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’i butun insanlığa ornek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Butun emir ve nehiylerini, Peygamber Efendimiz’in nezih hayatıyla orneklendirerek ummet icin fiilî kıstaslar bahşetmiştir.
Dolayısıyla yuce dînimiz İslĂ‚m, en guzel şekilde yaşanabilir bir hayat dîni olarak doğmuştur. Yani İslĂ‚m’ın yuce prensipleri, hayĂ‚ta tatbik edilemeyen ve nazariyeden ibĂ‚ret kalan beşerî dunya goruşleri gibi değildir. Cunku CenĂ‚b-ı Hak, İslĂ‚m’ın butun hukumlerini fiilî orneklerle insanlığa takdîm etmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz, ummetine bir şeyi emredince, onu evvelĂ‚ kendisi ve yakınları tatbik etmiş, bir şeyden nehyedince de evvelĂ‚ kendisini ve yakınlarını ondan sakındırmıştır. AdĂ‚let onunde kendisi hakkında bile aslĂ‚ bir imtiyaz kabul etmediği gibi, toplumdaki zenginlerin veya onde gelenlerin de diğer insanlardan farklı muĂ‚mele gormesine kesinlikle musĂ‚ade etmemiştir.
Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-’ın ornek şahsiyeti, her hususta olduğu gibi hak ve adĂ‚let mevzuunda da hayranlık verecek olcude yuksek fazîlet numûneleriyle doludur. İşte bunlardan birkacı:
Kızım FĂ‚tıma Bile Olsa...
Asr-ı saĂ‚dette birgun, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları, kimi aracı gonderelim ki Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- onu affetsin, diye duşunmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in cok sevdiği sahĂ‚bîlerden biri olan UsĂ‚me bin Zeyd’i gondermeye karar verdiler.
UsĂ‚me, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in mubĂ‚rek yuzunun rengi değişti. Cok sevdiği UsĂ‚me’ye sitem dolu nazarlarla bakarak:
“–AllĂ‚h’ın koyduğu cezĂ‚lardan birinin tatbik edilmemesi icin aracılık mı yapıyorsun?!” diye sordu.
UsĂ‚me -radıyallĂ‚hu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar uzulduğunu gorunce son derece pişman oldu ve derhal ozur dileyerek:
“–Ey AllĂ‚h’ın Rasûlu! Benim bağışlanmam icin duĂ‚ et!” dedi. (BuhĂ‚rî, MegĂ‚zî, 53; NesĂ‚î, Kat’u’s-SĂ‚rik, 6, VIII, 72-74)
Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ayağa kalktı ve halka şoyle hitĂ‚b etti:
“–Sizden onceki milletler, şu sebeple helĂ‚k olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevkî sĂ‚hibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezĂ‚landırırlardı.
AllĂ‚h’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı FĂ‚tıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (BuhĂ‚rî, EnbiyĂ‚, 54; Muslim, Hudûd, 8, 9)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmĂ‚n edenler! AdĂ‚leti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabĂ‚nız aleyhinde bile olsa AllĂ‚h icin şĂ‚hitlik eden kimseler olun. (Haklarında şĂ‚hitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adĂ‚letten sapmayın...” (en-NisĂ‚, 135)
İşte ornek hayatı Ă‚deta canlı bir Kur’Ă‚n tefsîri mĂ‚hiyetinde olan Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-, adĂ‚let onunde kendi Ă‚ilesinin bile bir imtiyĂ‚zının olmadığını cok acık bir uslûb ile beyĂ‚n ederek toplumdaki guclu kimselere imtiyaz tanınmasına kat’î bir lisanla karşı cıkmıştır.
Hakkı Tutup Kaldırmak...
Peygamber Efendimiz’in, daha risĂ‚letle vazîfelendirilmeden evvel iştirĂ‚k ettiği “Hılfu’l-Fudûl” adlı cemiyet de, ticĂ‚rî ve ictimĂ‚î hayatta adĂ‚leti hĂ‚kim kılma gĂ‚yesine hizmet etmekteydi. Hakkı gasbedilen ve hakkını arayamayan zayıf ve yabancı kimselere yardımcı olunur, zayıfın gasbedilen hakkı, gucluden alınıp sĂ‚hibine teslim edilirdi.
Bu hassĂ‚siyetin tezĂ‚hurleri, Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-’ın butun hayatında gorulmekteydi. Nitekim bu hĂ‚l, O’nun hadîs-i şerîflerine de şoyle yansımıştı:
“…İcindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflĂ‚h olmaz...” (İbn-i MĂ‚ce, SadakĂ‚t, 17)
“…Gucsuzlerin hakkının guclulerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize cıkarır?!” (İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 20)
“KıyĂ‚met gununde insanların Allah TeĂ‚lĂ‚’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adĂ‚letli idĂ‚recidir. KıyĂ‚met gununde insanların Allah TeĂ‚lĂ‚’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesĂ‚fede bulunanı da zĂ‚lim idĂ‚recidir.” (Tirmizî, AhkĂ‚m, 4/1329; NesĂ‚î, ZekĂ‚t, 77)
Yine Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dunyaya vedĂ‚ ederken kendilerinden duyulan son hadîs-i şerîflerinde şoyle buyurmuşlardır:
“Namaza, ozellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i MĂ‚ce, VasĂ‚yĂ‚, 1)
AdĂ‚leti Yanıltmak: Cehennemden Bir Pay...
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurur:
“Ben sĂ‚dece bir beşerim. Sizler bana (aranızdaki ihtilĂ‚flar sebebiyle) muhĂ‚keme olmak uzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merĂ‚mını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime gore o kimsenin lehinde hukum veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hukum vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (BuhĂ‚rî, ŞehĂ‚dĂ‚t, 27; Muslim, Akdiye, 4)
Hakîkaten bĂ‚zı insanlar, guzel konuşmaları ve yuksek zekĂ‚ları sĂ‚yesinde, yaptıkları zulmu, dunya plĂ‚nında ortbas edebilirler, haksız iken kendilerini haklı gosterebilirler. Ancak onlar hicbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler. Bu dunyada beşerî adĂ‚leti yanıltıp kendilerini kurtardıklarını duşunseler bile Ă‚hiretteki ilĂ‚hî mahkemede her şey bir bir ortaya dokulecek ve haklının hakkı haksızdan alınacaktır. Âhirette duşulecek bu rezil durum ise, dunya plĂ‚nındaki rezillik ve zilletten cok daha ağır olacaktır.
Bu itibarla, hĂ‚kim huzûrunda başka birinden hak talep eden kişinin, gercekten haklı olup olmadığını vicdĂ‚nında cok iyi muhĂ‚sebe etmesi îcĂ‚b eder.
Adalet meselesi, hayatın sadece belli alanlarında değil, tamamında muhimdir. Ticaretten eğitime, cevreden Ă‚ileye kadar… Âile icinde de;
EvlĂ‚tlar Arasında AdĂ‚let
Cinsiyet farkı sebebiyle evlĂ‚tlar arasında ayrım yapmak da, Allah TeĂ‚lĂ‚’nın takdîrine hurmetsizliktir, rızĂ‚ ve teslîmiyet zaafıdır.
Sırf cinsiyeti yuzunden kız cocuklarının, bircok tabiî haklarından mahrum bırakılarak zulme mĂ‚ruz kaldıkları, bilinen bir gercektir. Allah TeĂ‚lĂ‚, yegĂ‚ne ustunluk olcusunun “takvĂ‚” olduğunu beyĂ‚n ederken, “cinsiyet” gibi bir meseleyi ustunluk sebebi ittihĂ‚z etmek, ilĂ‚hî hakîkatlere haksızlıktır, zulumdur.
SahĂ‚bînin biri, Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına kucuk oğlu geldi. Hemen onu kucaklayıp optu ve dizine oturttu. Az sonra da kucuk kızı geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu goren Peygamber Efendimiz:
“–Cocuklar arasında adĂ‚leti gozetmen gerekmez miydi?” buyurdu.
Boylece kız ile erkek cocuğa -sırf cinsiyeti sebebiyle-farklı davranmamak ve birini diğerine tercih etmemek gerektiğini ifĂ‚de buyurdu.1
Nûman bin Beşîr -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- şoyle anlatır:
Babam beni Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e goturdu ve:
“–Ben, sĂ‚hip olduğum bir koleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun uzerine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem:
“–Buna verdiğini diğer cocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:
“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–O hĂ‚lde yaptığın hibeden (bağıştan) don!” buyurdu. (BuhĂ‚rî, Hibe 12, ŞehĂ‚dĂ‚t 9; Muslim, HibĂ‚t 9-18)
Hakkı Titizlikle Tevzî Edebilmek
Hayber zaferinden sonra Peygamber Efendimiz
-sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin RevĂ‚ha’yı tahsilĂ‚t icin oraya gonderirdi. Abdullah -radıyallĂ‚hu anh- da, alınması gereken hurma miktĂ‚rını buyuk bir titizlikle tahmin edip bunu tahsil ederdi.
Hayber arĂ‚zîsini işleyen yahûdîler, AbdullĂ‚h’ın tahminde gosterdiği titizlikten rahatsız oldular. HattĂ‚ bir ara, kadınlarının sus eşyalarından biraz mucevherat topladılar ve:
“–Bunlar senin, taksim esnĂ‚sında bizim lehimize davran ve bize biraz goz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:
“–VallĂ‚hi bircok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı Ă‚dil davranmama mĂ‚nî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz, ruşvettir. Ruşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.
Yahûdîler, Abdullah -radıyallĂ‚hu anh-’ı iknĂ‚ edemeyeceklerini anladılar ve onu takdîr edip:
“–İşte bu adĂ‚let ve doğrulukla gokler ve yer nizĂ‚m icinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, MusĂ‚kĂ‚t, 2)
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h icin adĂ‚letle şĂ‚hitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adĂ‚letten saptırmasın. Âdil davranın, zîrĂ‚ takvĂ‚ya en yakışanı budur...” (el-MĂ‚ide, 8)
Kendi duşmanlarına karşı bile, binbir îtinĂ‚ ile adĂ‚leti emreden dînimiz ne yucedir! Musluman, kĂ‚fire bile yapılsa, zulumden mutlaka hesĂ‚ba cekileceğini duşunerek dĂ‚imĂ‚ hakka riĂ‚yet eder, adĂ‚let uzere hareket eder. ZîrĂ‚ hadîs-i şerîfte şoyle buyrulur:
“Mazlumun bedduĂ‚sından son derece sakının, cunku onun bedduĂ‚sı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (BuhĂ‚rî, ZekĂ‚t 41, 63, MeğĂ‚zî 60, Tevhîd 1; Muslim, ÎmĂ‚n 29, 31)
İslĂ‚m tarihinde gayr-i muslimlere bile buyuk bir titizlikle sergilenen hak ve adĂ‚let fazîletinin tipik misallerinden biri de şudur:
Muslumanlar, Bizans ordusunun uzerlerine gelmekte olduğunu haber alınca, himĂ‚ye ve idĂ‚releri altında bulunan Humus ahĂ‚lîsinden almış oldukları vergileri iĂ‚de ettiler ve:
“–Biz şu anda buyuk bir saldırıya mĂ‚ruz kaldığımız icin sizi muhĂ‚faza imkĂ‚nından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhĂ‚faza karşılığında almıştık.) Artık serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahĂ‚lîsi:
“–VallĂ‚hi sizin idĂ‚reniz ve adĂ‚letiniz, bizim icin daha once icinde bulunduğumuz zulum ve zorbalıktan cok daha iyidir. Sizin vĂ‚linizle birlikte şehri Bizans’a karşı mudĂ‚faa edeceğiz.” dediler.
Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdî ahĂ‚lisi de aynı şekilde hareket etti. Netice İslĂ‚m ordusu gĂ‚lip gelince de, şehirlerini tekrar muslumanlara actılar, huzur icinde yaşayıp vergilerini odemeye devam ettiler.2
İslĂ‚m ordusu bu adĂ‚leti yalnız Humus’ta değil, once fethedip sonra cekilmek zorunda kaldığı butun beldelerde tatbik etmiştir. MeselĂ‚, Plevne duştuğu zaman GĂ‚zi Osman Paşa, hristiyan halktan, onları muhĂ‚faza karşılığında almış olduğu cizyeleri iĂ‚de etmiştir.
a
Hak ve adĂ‚let mevzuundaki bu ve benzeri hassas olculer sebebiyledir ki, tĂ‚rih boyunca nice insaf ehli gayr-i muslim mutefekkir, İslĂ‚m adĂ‚letinin yuceliğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Nitekim 1789’da Fransız ihtilĂ‚lcilerinden bir “insan hakları beyannĂ‚mesi” hazırlamaları istenmişti. Bu gĂ‚ye ile dunyĂ‚daki butun hukuk sistemlerini araştıran heyette bulunan Lafayet, İslĂ‚m hukukunun ustunluğunu gorunce, Peygamber Efendimiz’i kastederek:
“–Ey şanlı ve buyuk insan! Sen, adĂ‚letin ta kendisini bulmuşsun!” demekten kendini alamamıştır.
AdĂ‚let, devletleri ayakta tutan temel direktir. Oyle ki; “Kufr ile pĂ‚yidĂ‚r olunur, zulm ile olunmaz!” sozu meşhurdur. Butun idĂ‚renin adĂ‚let ile kĂ‚im olduğunu ifĂ‚de icin de; “AdĂ‚let mulkun (idĂ‚renin) temelidir.” denilmiştir.
Hakîkaten milletler ve devletler, guc ve iktidĂ‚rı elde tutan idĂ‚recilerle ayakta dururlar. Ancak bir guc ve iktidĂ‚rın makbûliyeti, hak ve adĂ‚let olculerine riĂ‚yeti nisbetindedir. Hak ve adĂ‚letten mahrum bir kuvvet; ancak zulum ve zorbalık doğurur. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh-:
“Kuvvete dayanmayan adĂ‚let Ă‚cizdir. AdĂ‚lete dayanmayan kuvvet ise zĂ‚limdir.” buyurmuştur.
YĂ‚ni hak ve adĂ‚let olculeriyle dizginlenmemiş guc ve kuvvet, ancak bir zulum vĂ‚sıtası olur. Ayrıca adĂ‚let, ancak onu tevzî edebilecek dirĂ‚yetli ve Ă‚dil ellerde butun ihtişĂ‚mıyla tezĂ‚hur eder. Zayıf ve ehil olmayan kimseler elinde ise zillet ve acziyete donuşebilir.
Yûsuf Has HĂ‚cib, Kutadgu Bilig adlı eserinde ne guzel soyler:
“Zulum, yanan bir ateştir; yaklaşanı yakar. AdĂ‚let ise, sudur; akarsa nîmet yetişir.”
YĂ‚ni bir toplumda zulum ve haksızlık yangını devam ederken adĂ‚let suyu imdĂ‚da yetişmiyorsa, o su, sĂ‚fiyetini, akıcılığını ve oz kıymetini yitirmiş demektir. Mazlumların feryatlarını dindirmeyen bir adĂ‚let sistemi de, dura dura kokuşan sulara benzer.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh-, halîfe secildiğinde minbere cıkarak buyuk bir tevĂ‚zû icinde halka şoyle hitĂ‚b etmiştir:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hĂ‚lde sizin başınıza halîfe secilmiş bulunuyorum. ŞĂ‚yet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gosteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Suyûtî, TĂ‚rîhu’l-HulefĂ‚, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslĂ‚m Peygamberi, II, 1181)
Dolayısıyla Ă‚dil kimselerin yanında olmak, hatĂ‚ ettiklerinde de cekinmeden onları îkaz etmek, mu’minlerin en muhim vazifelerindendir.
Zulum ve Haksızlığa Karşı Durmak
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“CihĂ‚dın en fazîletlisi, zĂ‚lim sultĂ‚nın karşısında hakkı ve adĂ‚leti soylemektir.” (Ebû DĂ‚vûd, MelĂ‚him, 17; Tirmizî, Fiten, 13)
ZîrĂ‚ hakkın sukût ettiği yerde bĂ‚tıl hortlar. Hakkı mudĂ‚faa durumunda olup da sessiz kalmak, dilsiz şeytana donmektir. ZĂ‚lime sukût, onu putlaştırmaktır. Nitekim zĂ‚lim Firavun’a; “Ben sizin yuce rabbinizim!” dedirten, etrĂ‚fındaki HĂ‚mĂ‚n ve emsĂ‚li, insan sûretli şeytanlardı. Onlar da Firavun’un zulmune payanda oldukları icin, aynı Ă‚kıbetle ebedî husrĂ‚na dûcĂ‚r oldular. ZîrĂ‚ dunyevî menfaatler icin zulme yaltaklanmak, ebedî bir zillet ve husran sebebidir.
Hakka gonul verenler ise hakkın kuvvetinden feyz alırlar. Hakka dayanmanın izzetiyle dĂ‚imĂ‚ doğrunun yanında, zĂ‚limin karşısında olurlar.
Bunun icindir ki; zulmuyle meşhur olan HaccĂ‚c-ı ZĂ‚lim karşısında Hasan-ı Basrî Hazretleri susmadı, ne pahasına olursa olsun hak ve adĂ‚leti tebliğ ve tevzî etti. Halîfe CĂ‚fer Mansur’un haksız icraatlerine Ă‚let olmak istemeyen İmĂ‚m-ı Âzam Hazretleri, zindanda kırbaclanmak pahasına Bağdat kadılığını reddetti…
ZîrĂ‚ hak soz, îmĂ‚nın sesi; hakkı soylemek ve tevzî etmek, kĂ‚mil mu’minlerin şiĂ‚rıdır. Hakkı soyleyen ve hakka hizmet edenler bulundukca haksızlığa giden yollar kapalı olacaktır.
Bu itibarla nefsine uyarak zulme sapanlar veya zĂ‚lime destek olanlar, şunu iyi bilmelidirler ki; bĂ‚tılın ve zulmun gecici bir galebesi vardır, fakat kalıcı bir zaferi yoktur. ZîrĂ‚ zulmun sonu zevĂ‚ldir. Hakkı tanımamak, hak ve adĂ‚let kĂ‚idelerini ciğnemek, Allah -celle celĂ‚luhû-’ya isyan ve muhĂ‚lefet mĂ‚nĂ‚sına geldiği icin, zĂ‚limlerin -er ya da gec- ilĂ‚hî kudretin cetin azĂ‚bı ile karşılaşmaları muhakkak ve mukadderdir.
Zulum ve haksızlık tarihi, ilĂ‚hî intikam tatbikĂ‚tının dehşetli tezĂ‚hurleriyle doludur. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede:
“…Zaten Biz ancak halkı zalim olan memleketleri helĂ‚k etmişizdir.” (el-Kasas, 59) buyrulmaktadır.
a
VelhĂ‚sıl, kaba kuvvete rĂ‚m olanlar nazarında zulmun başlangıcı her ne kadar parlak gorunse de, tarih sayfaları tekrar tekrar gostermiştir ki, onun sonu dĂ‚imĂ‚ zifiri karanlıktır. Diğer taraftan adĂ‚let de, her ne kadar zor gorunse de, nihĂ‚yeti nurlu ve huzurludur. Bu itibarla, her zaman, her yerde ve herkese karşı Ă‚dil olan bir musluman, AllĂ‚h’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyĂ‚r olur.
Nefislerine uyarak adĂ‚letten ayrılanların ise hicbir şey elde etmeleri mumkun değildir. Aldatıcı ve gecici bĂ‚zı menfaatler sağlasalar bile bu, nihĂ‚yetinde zarar, pişmanlık ve husrandan başka bir şey getirmez.
Rabbimiz, kalplerimizi fĂ‚nî menfaatler uğruna eğrilmekten muhĂ‚faza buyursun! Cumlemizi, hak ve adĂ‚let uzere yaşayıp vicdan huzûruyla ilĂ‚hî dîvĂ‚na varabilen mes’ûd ve bahtiyar kullarından eylesin!
Âmîn…
Dipnotlar: 1) TahĂ‚vî, Şerhu MeĂ‚ni’l-ÂsĂ‚r, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. 2) BelĂ‚zurî, Futûhu’l-BuldĂ‚n, Beyrut 1987, s. 187.
__________________