AllĂ‚h’a îmĂ‚n edenlerin umûmî bir ismi olan “mu’min” tĂ‚biri, aynı zamanda AllĂ‚h’ın guzel isimlerinden biridir ve O’nun emniyet menbaı oluşunu, kullarına guven vermesini, onları emîn kılmasını ifĂ‚de eder. Peygamberlerini “emĂ‚net” sıfatıyla vasıflandıran, yĂ‚ni onları guvenilir kılan da O’dur. Bu itibarla mu’min kimse de, îmĂ‚n eden, emĂ‚net telkin eden ve guvenilir kimse demektir.
EmĂ‚nete riĂ‚yet duygusu, mu’minlerin îman dokusunu ihyĂ‚ eden bir unsurdur. Bu hakîkati dile getiren şu mĂ‚nidar hadîs-i şerîf, aynı zamanda ne dehşetli bir îkĂ‚z-ı peygamberîdir:
“Hic şuphesiz Azîz ve Celîl olan AllĂ‚h, bir kulu helĂ‚k etmeyi murĂ‚d ettiği zaman, ondan hayĂ‚yı cekip alır. HayĂ‚yı alınca, o kul gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, ondan emĂ‚net (guvenilirlik) kaldırılır. EmĂ‚net kaldırılınca, o ancak hĂ‚in olur. HĂ‚in olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lĂ‚nete uğrar, mel’ûn olur. LĂ‚nete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslĂ‚m ile olan bağı koparılır!” (İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 27)
Hadîs-i şerîfin de beyĂ‚n ettiği uzere emĂ‚net duygusu, îmĂ‚nın sıhhat şartlarından biridir. Bu yuzden onu hassĂ‚siyetle muhĂ‚faza etmemiz icin Rabbimiz bircok ilĂ‚hî îkazda bulunmaktadır. Bunların birkacında şoyle buyrulur:
“Birbirinize bir emĂ‚net bırakırsanız, emĂ‚net bırakılan kimse o emĂ‚neti (zamĂ‚nı gelince) sahibine versin ve bu hususta AllĂ‚h’tan korksun.” (el-Bakara, 283)
“…Kim emĂ‚nete hıyĂ‚net ederse, kıyĂ‚met gunu, hĂ‚inlik ettiği şeyin gunĂ‚hı boynuna asılı olarak gelir...” (Âl-i İmrĂ‚n, 161)
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h’a ve Peygamber’e hĂ‚inlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emĂ‚netlerinize hĂ‚inlik etmiş olursunuz.” (el-EnfĂ‚l, 27)
“AllĂ‚h size, emĂ‚netleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hukmettiğiniz zaman adĂ‚letle hukmetmenizi emrediyor...” (en-NisĂ‚, 58)
“EmĂ‚net”, peygamberlerin beş fĂ‚rik vasfından biridir. Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, cĂ‚hiliyye Arapları’nın dahî o derecede îtimĂ‚dını kazanmıştı ki, O’nu “el-emîn” ve “es-sĂ‚dık” vasıflarıyla tavsîf etmişlerdi. HattĂ‚ AllĂ‚h Rasûlu’nun amansız bir duşmanı olan Ebû Cehil dahî O’na gunun birinde:
“- YĂ‚ Muhammed! Ben sana Sen yalancısın, demiyorum. Fakat şu getirdiğin dĂ‚vetini istemiyorum...” diyerek onun doğruluğunu vicdĂ‚nen kabûl ettiğini, fakat dĂ‚vetine icĂ‚bet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirĂ‚f etmişti.
Nitekim bu hĂ‚l, Ă‚yet-i kerîmede şoyle beyĂ‚n edilmektedir:
“…(Rasûlum!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zĂ‚limler acıkca AllĂ‚h’ın Ă‚yetlerini inkĂ‚r ediyorlar. ”
(el-En’am, 33)
EmĂ‚nete ve ahde riĂ‚yet husûsunda hic kimsenin Peygamber Efendimiz’in kĂ‚bına varabilmesi mumkun değildir. AbdullĂ‚h bin Ebi’l-HamsĂ‚ -radıyallĂ‚hu anh-’ın anlattığı şu hĂ‚dise O’nun bu hĂ‚line ne guzel bir misĂ‚ldir:
“Peygamberliğinden once AllĂ‚h Rasûlu ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borclandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va’dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sozu unutmuştum. Uc gun sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, onu aynı yerde beklerken buldum. AllĂ‚h Rasûlu, bu yaptığım karşısında bana serzenişte bulunmayıp sadece; «- Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, uc gundur burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 82/4996)
Peygamber Efendimiz, herkes tarafından, durustluğu, adĂ‚leti ve emniyet telkin eden sağlam karakteri ile tanınmıştı. Nitekim Mekke’nin asîl ve şerefli hanımı Hatîce vĂ‚lidemiz, O’nun bu husûsiyetine hayran kalarak kendisine evlenme teklîfinde bulunmuştu.
İslĂ‚m duşmanı yahûdîler dahî kendi aralarında ihtilĂ‚fa duştukleri zaman O’nun adĂ‚let ve durustluğunden emîn oldukları icin O’na gelirlerdi. AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de onların ihtilĂ‚flarını cozerdi.
Bizans Kralı Herakliyus’a İslĂ‚m’a dĂ‚vet mektubu ulaştığında, o vakitler amansız bir İslĂ‚m duşmanı olan Ebû Sufyan da Şam’da bulunuyordu. Herakliyus, Ebû Sufyan’a Peygamber Efendimiz hakkında bircok suĂ‚ller sordu. Bilhassa O’nun daha once hic yalancılıkla ithĂ‚m edilip edilmediğini, sozunde durmama gibi bir hĂ‚linin vĂ‚kî olup olmadığını merak ediyordu. Ebû Sufyan ise -o zamanlar bir İslĂ‚m duşmanı da olsa- O’nun aslĂ‚ yalan soylemediğini ve verdiği soze sĂ‚dık olduğunu soylemek mecbûriyetinde kalmıştı.
İşte bu da gosteriyor ki, Efendimiz’in peygamberliğini tasdîk etmeyenler dahî, O’nun durustluğunu ve doğruluğunu kabûl ediyorlardı. Nitekim O, hicret ettiğinde, nezdinde muşriklerin bĂ‚zı emĂ‚netleri bulunuyordu. Efendimiz, Hazret-i Alî’yi bu emĂ‚netleri sahiplerine vermek uzere vekil bırakmıştı. VelhĂ‚sıl; muslim, gayr-i muslim, herkes O’na îtimad hĂ‚lindeydi. AllĂ‚h Rasûlu’nun doğruluk şuuru oyle bir kalbî rikkat hĂ‚line gelmişti ki, bir kadının cocuğunu cağırırken:
“- Gel bak sana ne vereceğim!” demesi uzerine hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkac hurma vereceğini soyleyince:
“- ŞĂ‚yet ona bir şey vermeyecek olsaydın, yalan soylemiş olacaktın.” buyurmuşlardı.
Peygamber Efendimiz’in bu hassĂ‚siyeti sadece insanları değil, hayvĂ‚nĂ‚tı dahî şumûlune almaktaydı. Nitekim bir sahĂ‚bînin atını yanına cağırmak icin sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu oyle rahatsız etmişti ki bu sahĂ‚bîyi cağırıp îkaz buyurmuştu. (Bkz. BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 24)
Yine bir defĂ‚sında seferden donuluyordu. Bir iki sahĂ‚bî, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Derken ana kuş geldi. Yavrularını yuvada goremeyince acıyla cırpınmaya başladı. AllĂ‚h Rasûlu durumdan haberdĂ‚r olunca derhal yavruların yerine konulmasını ve ana kuşa eziyet verilmemesini emretti. (Bkz. Ebû DĂ‚vûd, CihĂ‚d, 112)
İbn-i Abbas -radıyallĂ‚hu anh- da şoyle anlatıyor:
“Birisi, kesmek uzere bir koyunu yatırmış ve hayvanın gozu onunde bıcağını biliyordu. AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- bu şahsa; «Onu defĂ‚larca mı oldurmek istiyorsun?! Bıcağını, onu yatırmadan evvel bileseydin ya!» buyurdu.” (HĂ‚kim, IV, 257)
Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-, mahlûkĂ‚ta HĂ‚lık’ın şefkat nazarıyla baktıkları icin, yaş bir dalın bile kesilmesini men etmiş ve kedisini ac bırakan Ă‚bid bir kadının cehenneme gittiğini, susuzluktan olmek uzere olan bir kopeğe su veren gunahkĂ‚r bir kadınınsa rahmet tecellîsine nĂ‚il olduğunu bildirmiştir. ZîrĂ‚ O, butun mahlûkĂ‚tı AllĂ‚h’ın bir emĂ‚neti biliyor ve mu’minlerin de yeryuzunde emniyet ve huzûrun temsilcileri olmalarını arzu ediyordu.
Bu bakımdan her mu’min, “el-emîn” ve “es-sĂ‚dık” sıfatlarını hĂ‚iz bir peygamberin ummeti olduğu şuuruyla, sozunde ve ozunde sĂ‚dık, elinden-dilinden insanların ve hattĂ‚ diğer mahlûkĂ‚tın bile emniyette olduğu bir kimse olmalıdır. Etrafına sağlam bir İslĂ‚m karakteri sergileyebilmelidir. ZîrĂ‚ insanlar, sağlam karakterli, vakarlı, ornek şahsiyetlere hayran olur ve onların izinden giderler.
EmĂ‚net duygusunun mu’minlerin bir şahsiyet kimliği hĂ‚line gelmesini arzulayan Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- bir hadîs-i şerîflerinde:
“Sana emĂ‚net bırakanın emĂ‚netini (vaktinde) iĂ‚de et. Sana ihĂ‚net edene (bile) ihĂ‚net etme!” buyurmuşlardır. (Ebû DĂ‚vud, Buyû, 79/3534)
Yine RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, emĂ‚netlerin zĂ‚yî edilmesini, dunyĂ‚ hayĂ‚tını kıyĂ‚met sahnelerine cevirecek derecede buyuk bir ifsat sebebi olarak gormuştur. Birgun ashĂ‚bıyla konuşurken bir kimsenin:
“- KıyĂ‚met ne zaman kopacak?” suĂ‚line:
“- EmĂ‚net zĂ‚yî edildiği zaman kıyĂ‚meti bekle!” cevĂ‚bını vermiştir.
“- EmĂ‚net nasıl zĂ‚yî olacak?” diye sorulduğunda ise:
“- İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyĂ‚meti bekle!” buyurmuştur. (BuhĂ‚rî, İlim, 2)
İnsanoğluna bahşedilen butun nîmetler birer emĂ‚nettir. Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- VedĂ‚ Hutbesi’nde:
“…Size oyle bir emĂ‚net bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız muddetce yolunuzu şaşırmazsınız. O emĂ‚net, AllĂ‚h’ın KitĂ‚bı ve Nebîsi’nin Sunnet’idir…” (HĂ‚kim, I, 171/318) buyurmuştur.
Bu bakımdan Kur’Ă‚n-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyye, AllĂ‚h ve Rasûlu’nun bizlere tevdî buyurduğu en buyuk mukaddes emĂ‚netlerdir.
Yine Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-, mu’minlerin birbirlerine karşı buyuk mes’ûliyetlerinin bulunduğunu, bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetli olmaları gerektiğini, bir bedenin Ă‚zĂ‚ları gibi birinin duyduğu acıyı hepsinin hissetmesi lĂ‚zım geldiğini, komşusu acken tok uyumanın İslĂ‚m ahlĂ‚kıyla bağdaşmadığını, velhĂ‚sıl mu’minlerin de birbirine emĂ‚net olduğunu bildirmiştir.
MubĂ‚rek ecdĂ‚dımızın, o zamanların şartlarında butun imkĂ‚nlarını seferber ederek tĂ‚ dunyĂ‚nın obur ucundaki Ace’de bulunan mu’minlerin imdĂ‚dına koşmuş olması, bu İslĂ‚m ahlĂ‚kının emĂ‚net telĂ‚kkîsinden başka neyle acıklanabilir ki? Yine onların Yaratan’dan oturu yaratılanlara şefkat dustûruyla 26 bin kusur vakıf kurarak insandan hayvĂ‚nĂ‚ta ve hattĂ‚ nebĂ‚tĂ‚ta kadar ulaşabildikleri her yere hizmet goturmeleri, butun mahlûkĂ‚tı ilĂ‚hî bir emĂ‚net telĂ‚kkî etmelerinin bir netîcesiydi.
Kosova şehîdi Murad HĂ‚n’ın emĂ‚neti olan Balkanlardaki din kardeşlerimiz, FĂ‚tih Sultan Mehmed’in İstanbul’dan on sene sonra fethettiği Bosna’daki evlĂ‚d-ı FĂ‚tihĂ‚n, Filistinli, Ortaasyalı, Kafkasyalı velhĂ‚sıl İslĂ‚m coğrafyasındaki butun kardeşlerimiz bize ecdĂ‚dımızın emĂ‚netleridir. ZîrĂ‚ Canakkale’de bizim dedelerimizle o diyarlardan gelen dedelerimiz omuz omuza savaşarak aynı gĂ‚ye uğruna can vermişlerdir.
Diğer taraftan, nîmetleriyle perverde olduğumuz aziz vatanımız da cok muhim bir mukaddes emĂ‚nettir. Dînin yaşanabilmesi, ırzın, nĂ‚musun, mulkiyetin muhĂ‚fazası ve bayrağın dalgalanabilmesi, ancak vatanı korumakla mumkundur.
Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye hicretinin bircok hikmetinin yanında bir sebebi de dînini yaşayabilmek icin bir vatan temin edebilmektir. Şanlı tĂ‚rihimizde, 1071’de Malazgirt’te başlayan îlĂ‚-yı kelimetullĂ‚h emĂ‚netini kıtalara taşıma heyecĂ‚nıyla, uzerinde yaşadığımız topraklar asırlar boyunca şehid kanlarıyla sulanarak aziz bir vatan hĂ‚line getirilebilmiştir. Bu emĂ‚neti muhĂ‚faza şuurunun bir tecellîsi olarak Alparslan Malazgirt’te beyazlara, yĂ‚ni kefene burunmuş ve askerlerine; “Bugun ben de sizden biriyim!” diyerek kendisi de şehidliği hedeflemiş ve ordusuna numûne olmuştur.
Fatih’in askerlerinin, Rum ateşlerine ve uzerlerine kızgın yağ dokulmesine rağmen surlara tırmanırken birbirlerine; “Bugun şehîd olma sırası bize geldi!” demeleri, onların dîn, îmĂ‚n ve vatan emĂ‚netini yaşatma ve gelecek nesillere taşıma heyecĂ‚nının ne muhteşem ifĂ‚deleridir.
KĂ‚nûnî Sultan Suleyman’ın, Akdeniz’i bir Turk golune ceviren muzaffer donanmayı seyrederken; “- Şimdi ovunme ve gururlanma değil, bu nîmeti bize lutfeden AllĂ‚h’a şukretme zamanıdır!” demesi; yine sefere giden Osmanlı ordularının gectikleri bağ ve bahcelerden yedikleri meyvenin parasını ağacların dallarına asmaları, vatan emĂ‚netinin hangi mĂ‚nevî duygularla bugunlere kadar getirilebildiğinin bir başka ifĂ‚desidir.
Plevne GĂ‚zisi Osman Paşa’nın esir duştukten sonra, gayr-i muslim teb’aya artık kendilerini muhĂ‚faza edemeyeceği icin, onlardan almış olduğu cizyeleri, yĂ‚ni vergileri iĂ‚de etmesi de, emĂ‚net ve adĂ‚let telakkîsinin mĂ‚nidar bir tezĂ‚hurudur.
Canakkale ve İstiklĂ‚l Harbi de, aynı rûh vecdi icinde; dîn, îman, ırz, namus, vatan ve bayrak emĂ‚netini muhĂ‚faza azminin şĂ‚hikalarıyla doludur. Nitekim Canakkale’de Binbaşı Lutfu Bey’in “Yetiş YĂ‚ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryĂ‚d etmesi, ne buyuk bir emĂ‚net şuurunu yansıtmaktadır.
EcdĂ‚dımızın vatan mudĂ‚faası esnĂ‚sında bulundukları hĂ‚let-i rûhiyeyi ve taşıdıkları îman vecdini yansıtan şu ibret dolu hĂ‚dise ne kadar muhteşemdir:
Canakkale harbinin devam ettiği gunlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tumen’in genc imamını cağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şoyle dedi:
“- HĂ‚fız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem vazgeciremedim. Ancak boyle bir şey, pek tehlikeli, yĂ‚ni duşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhĂ‚ fırsatı olur. MunĂ‚sip bir dille bunu erĂ‚ta bir de sen anlatıver!..”
İmam Efendi, Paşa’nın yanından henuz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yuzlu bir zĂ‚t cıktı ve:
“- Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey soyleme! Gun ola hayır ola; AllĂ‚h ne derse, oyle olur.” dedi.
Ertesi sabah, herkesi hayrette bırakan ilĂ‚hî bir tecellî yaşandı. Gokten hevenk hevenk bulutlar indi ve gonlu AllĂ‚h’a kulluk aşkıyla dopdolu olan mu’min askerlerin uzerini kapladı. Onları durbunle gozetleyen duşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey goremez oldu. O sabah bambaşka bir mĂ‚nevî heyecan icinde kılınan bayram namazında alınan gur tekbirler, dalga dalga semĂ‚ya yukseliyordu. Nûr yuzlu ihtiyar zĂ‚t, Fetih Sûresi’nden birkısım Ă‚yetleri tilĂ‚vet ederken askerlerin gonullerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îman sayhası hĂ‚linde duşman saflarından bile duyulmaktaydı.
İşte bu esnĂ‚da İngiliz kuvvetleri arasında buyuk bir kargaşa başgosterdi. ZîrĂ‚ ceşitli İngiliz somurgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan birkısım musluman askerler, yine kendileri gibi musluman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir seslerinden anlamışlar ve bunun uzerine isyĂ‚n etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine cekmek zorunda kaldı.
İşte vatan emĂ‚neti, îmanlı sînelerin omuzlarında boyle ilĂ‚hî nusret tecellîleriyle gunumuze kadar geldi. Gonulleri AllĂ‚h ve Rasûlu’nun muhabbetiyle yoğrulmuş, kendilerini Hakk’a kurban olmaya adamış Mehmetcik, o dehşetli harp hengĂ‚mesinde bile Kur’Ă‚n’dan, evrĂ‚d u ezkĂ‚rdan ayrılmıyor, Rablerine kavuşacakları Ă‚nın şehĂ‚detle taclanan bir vuslata donuşmesi umîdiyle cepheden cepheye koşuyorlardı. ZîrĂ‚ onlar Kur’Ă‚n istikĂ‚metinden ayrılmayıp dînde sebĂ‚t gosteren ve tevhîdi bayrak edinen milletlerin Ă‚bĂ‚d olduğunu, bunun aksine Kur’Ă‚n’a sırt donerek kor bir gaflet karanlığına dalanların Ă‚kıbetinin de berbĂ‚d olduğunu cok iyi biliyorlardı. Nitekim bu husus, hadîs-i şerîfte şoyle beyĂ‚n edilmiştir:
“Şuphesiz ki AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, bu Kitap (Kur’Ă‚n-ı Kerîm) sebebiyle (yĂ‚ni ona bağlılık sĂ‚yesinde) birkısım milletleri yuceltir, (bu istikĂ‚metten uzak olan) diğer milletleri de alcaltır.” (Muslim, MusĂ‚firîn, 269)
İşte vaktiyle dort yuz cadırlık bir aşîret iken Kur’Ă‚n-ı Kerîm’e dĂ‚sitĂ‚nî bir hurmetle temeli atılan Osmanlı’nın kıtalara yayılan bir cihan devleti hĂ‚line gelmesinin ve bu coğrafyaya “cil cil kubbeler serpen ordular” meydana getirebilmesinin hikmetini bu ilĂ‚hî tecellîde aramak gerekir.
Ayrıca Yavuz Selim Han zamanında mukaddes emĂ‚netlerin de İstanbul’a getirilip onlara Topkapı Sarayı’nda husûsî odalar tahsîs edilerek bu emĂ‚netlerin başında asırlarca devam edecek bir sûrette Kur’Ă‚n-ı Kerîm tilĂ‚veti an’anesinin başlatılması ve ilk Kur’Ă‚n okuyanın da Yavuz HĂ‚n’ın kendisi olması, bu dĂ‚sitĂ‚nî hurmetin başlıca numûnelerindendir. Bunun icindir ki Osmanlı, mustesnĂ‚ bir ilĂ‚hî lutfa mazhar olarak altı yuz kusûr sene şanla, şerefle hukumrĂ‚n olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, milletlerin maddî ve zĂ‚hirî sahadaki ihtişĂ‚mının da temelinde yatan sır, mĂ‚neviyat Ă‚lemindeki hikmetlere riĂ‚yettir. Osmanlı’nın hicbir İslĂ‚m devletine nasîb olmayan altı yuz kusûr senelik ihtişĂ‚mı, asıl mĂ‚neviyĂ‚ta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır.
Bu bakımdan bizim vazifemiz de; îmanlı, mĂ‚nevî değerlerine bağlı, vatanperver bir nesil yetiştirmektir. ZîrĂ‚ îmĂ‚nı, nĂ‚musu, ırzı, canı ve malı muhĂ‚faza, vatanı muhĂ‚faza ile mumkundur. Nasıl ki bizden evvel bu topraklarda yaşayan ecdĂ‚dımız canları ve kanları pahasına onu bizlere armağan etmişler ise, bizler de bu mubĂ‚rek vatanı, Kur’Ă‚n sadĂ‚ları, ezanları ve hur bayrağı ile bizden sonraki nesillere daha mureffeh bir durumda intikĂ‚l ettirmek zorundayız. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak:
“Nihayet o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekĂ‚sur, 8) buyurmaktadır.
En buyuk nîmet de dînimizi, îmanımızı hur bir vatanda yaşayabilmektir. Bu emĂ‚net şuuruna dikkat edilmediği taktirde yaşanacak Ă‚kıbete, bugun zulum ve esĂ‚ret altında inleyen Filistin ve Mescid-i AksĂ‚’nın muzdarip hĂ‚li acı bir misĂ‚ldir. Merhûm Âkif, bu buyuk hakîkati asırlara ve nesillere şoyle hatırlatır:
Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!..
Diğer taraftan milletler, tĂ‚rih sahnesinde hayĂ‚tiyetlerini kendi bunyelerine has “kultur” değerleriyle devĂ‚m ettirebilirler. Bu bakımdan kultur de muhim bir emĂ‚nettir. Bu emĂ‚netin Ă‚deta sacayağını da dîn, dil ve tĂ‚rih şuûru oluşturur.
Dîn, yaratılışın gĂ‚yesi, kundak ile kefen arasındaki hayĂ‚tı tanzîm eden, boylece kulu Ă‚hiret saĂ‚detine hazırlayan ilĂ‚hî kanunlar mecmûasıdır; dil, onun ortaya koyduğu hakîkatlerin ifĂ‚de vĂ‚sıtası, tĂ‚rih de bu iki unsur cercevesinde yaşanan hĂ‚diselerin sebep ve neticelerinin tahlîli ile milletlerin mustakbel yollarını aydınlatan bir meş’aledir. Bu yuzden bu uc unsur birbirinden ayrı duşunulemez.
Atalarımızın mukaddes emĂ‚neti olan dîn, dil ve tĂ‚rih mîrĂ‚sına, yĂ‚ni kultur emĂ‚netine lĂ‚yıkıyla sahip olabilmek, sadece harĂ‚be hĂ‚line gelmiş olan maddî eserlerinin tĂ‚mirinden ibĂ‚ret değildir. Aslolan, o rûh, heyecan ve medeniyetin canlandırılması ve gelecek nesillere intikĂ‚lidir. Milletimizi Osmanlı medeniyetinin temelini oluşturan İslĂ‚m kulturunden uzaklaştırmak icin, bir kısım nĂ‚danların mudĂ‚halesiyle tahrîb edilmiş olan dilimiz, Ă‚deta ciddî bir tefekkure imkĂ‚n vermeyecek bir sûrette kısırlaştırılmıştır.
1890’da yayınlanan Redhouse Turkce-İngilizce Lugat’te 92 bin Turkce kelime yer alırken, 1945’te Turk Dil Kurumu’nun yayınladığı Turkce Sozluk’te bu sayı 15 bine kadar duşurulmuştur.1 Gunumuzde ise bu sayıdan geriye ne kadar kaldığını tahmin etmek zor değildir. Bu hĂ‚l, dildeki erozyonun bĂ‚zı mihraklar eliyle ne dehşetli bir sûrette surdurulduğunu gozler onune sermektedir. Halbuki lisĂ‚nımızı kurtarmadıkca, başımıza musallat olan binbir ceşit kargaşadan kurtulmamız mumkun değildir. ZîrĂ‚ insanlar kelimelerle duşunurler. Mefhumları ve kelimeleri eksiltilmiş ve carpıtılmış bir “dil” ile derin İslĂ‚mî tefekkurun ufuklarına acılmak aslĂ‚ mumkun değildir. Bu yapılmadıkca da, hareketlerin temelini teşkil eden tefekkur, ciddî bir seviye kazanamaz. Sıhhatli fikirler uretemeyen sığ ve kısır bir tefekkur ufku ile de millî ve mĂ‚nevî bunyemize kasteden fikir akımlarına karşı kĂ‚fî derecede mukĂ‚vemet gosterilemez. Bunun icin, millî kulturumuze ve millî şuûrumuza zıt olan ve hem mĂ‚nĂ‚ hem de telĂ‚ffuzu tahrîb ederek meydana getirilmek istenen uydurma dile aslĂ‚ îtibĂ‚r etmemek gerekir.2
Ote yandan tĂ‚rihimizi de gercek mĂ‚hiyetiyle oğrenip oğretmemiz şarttır. Yoksa birtakım kasıtlı ve sozde yerli tĂ‚rihciler ile İslĂ‚m ve Turk duşmanı bĂ‚zı yabancıların yazdığı tĂ‚rihlerle cihan-şumûl bir medeniyeti doğru olarak îzĂ‚h edebilmek mumkun olamaz! Bunun icin ecdĂ‚dımızın bizlere bıraktığı tĂ‚rih mîrĂ‚sının, milletimizin şuur ve idrĂ‚kine doğru aksettirilmesi, dînî ve millî bir vazîfedir.
TĂ‚rih şĂ‚hiddir ki, milletler ve fertler, hayatlarını, gecirdikleri tecrubelerin ışığında tanzîm ederler. TĂ‚rih, Ă‚deta milletlerin hĂ‚fızasıdır. Bu sebepledir ki milletler, tĂ‚rihî hĂ‚diselerin îkaz ve irşĂ‚dına dĂ‚imĂ‚ muhtactırlar. Bir millet, gercek tĂ‚rihini ve maddî-mĂ‚nevî rehberlerini tanıyıp bunları yerli yerince takdîr ettiği muddetce ileri ve buyuk millet demektir. Yetişen yeni nesiller, kendi tĂ‚rihlerini, yabancılardan daha iyi bilir ve gecmişten gerekli ibretleri alırlarsa, gelecekten endişe edilmez! MĂ‚zîye istinĂ‚d etmeyenlerin ise, hicbir zaman geleceği emniyet altında olmamıştır. Dolayısıyla koklerimiz mĂ‚zîye, dallarımız istikbĂ‚le uzanmalıdır.
TĂ‚rih ilmini sadece kuru bir hĂ‚diseler yığını sanmak da buyuk bir hatĂ‚dır. Gercek tĂ‚rih ilmi, milletlerin ceşitli hĂ‚diselerle dolu mĂ‚zîlerinde hak ile bĂ‚tılın, doğru ile yanlışın asıl zeminini gosteren hikmetli bir ilimdir. Milletlerin geleceğine mukemmel bir sûrette duzen verebilmek icin bu zemini doğru olarak tanımak ve ondan gerekli ders ve ibretleri cıkarmak şarttır. Merhûm Âkif, ne guzel soyler:
TĂ‚rihi tekerrur diye tĂ‚rîf ediyorlar,
Hic ibret alınsaydı tekerrur mu ederdi!..
MĂ‚zimiz, bizlere arslanın kafese konulamayacağının telkînidir. Bir arslan nasıl ki kafeslere sığmazsa, bu millet de vasıflarını koruduğu muddetce esĂ‚rete dûcĂ‚r olmaz. EcdĂ‚dımız, îmĂ‚n zemîninde yucelmiş bir toplum idi. Onlar, maddî ve mĂ‚nevî duygularını canları pahasına muhĂ‚faza ettiler ve asla zillete duşmediler.
Bizler, ecdĂ‚dımızın millî ve mĂ‚nevî değerleriyle butunleşebildiğimiz zaman, onların bizlere bıraktıkları mukaddes emĂ‚netleri şerefle taşıyabilmiş oluruz. Aksi hĂ‚lde, millî ve mĂ‚nevî değerlerimiz talan edilirken sessizce seyretmek, emĂ‚netin elden cıkmasıyla neticelenebilecek dehşet verici bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek elde edilen emĂ‚netleri muhĂ‚faza icin bugun lĂ‚yıkıyla gayret gosterelim ki, yarın o ağır bedelleri tekrar odemek mecbûriyetinde kalmayalım. TĂ‚rihî bir hakîkattir ki, korunmayan emĂ‚netler elden cıkmış ve ona lĂ‚yık olununcaya kadar da elde edilememiştir.
Rabbimiz, mukaddes emĂ‚netlerimizi muhĂ‚faza husûsunda bizleri ve nesillerimizi muvaffak eylesin! Bu hususlarda gĂ‚fil bir mîrasyedi edĂ‚sıyla gaflet bataklığına duşmekten bizleri muhĂ‚faza buyursun! Uzerimizdeki emĂ‚netlerden terettub eden vazîfeleri hakkıyla îfĂ‚ ederek musterih bir kalb ile huzûruna varabilmeyi cumlemize nasîb eylesin!
Âmin!
Dipnotlar : 1) Turk Diline dĂ‚ir calışmalarıyla tanınan Dr. Mehmed Doğan’ın bir konferansından. 2) Bilhassa Dil, TĂ‚rih ve Edebiyat gibi millî ve mĂ‚nevî kulturumuzun hayĂ‚tî sahalarında hassĂ‚siyetle ve bir emĂ‚net şuuruyla hizmet gosteren YUZAKI Dergimizi de, bu vesîleyle muhterem okuyucularımıza tavsiye ederiz.
__________________