AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚’nın emriyle yapılan KĂ‚be, dĂ‚imĂ‚ ilĂ‚hî muhĂ‚faza altındadır. TĂ‚rihte “Fil Vak’ası” olarak bilinen hĂ‚dise, bunu ortaya koyan ibretli misĂ‚llerden biridir.

Yemen vĂ‚lisi Ebrehe, Roma imparatorunun da yardımıyla San’a’da yaptırdığı kiliseye arzu ettiği olcude rağbet edilmediğini gorunce, son derece sinirlendi. Ardından Arapların eskiden beri kudsiyyetini kabûl edip ziyĂ‚ret edegeldikleri KĂ‚be’yi yıkmaya karar verdi. İcinde, gunumuzun tankları mesĂ‚besinde olan fillerin de bulunduğu buyuk bir ordu hazırlayarak Mekke’ye yurudu. Boylelikle, -gûyĂ‚- insanların yonlerini, kendi yaptırdığı kiliseye cevirecekti.

Ebrehe’nin gozu o kadar donmuştu ki, gasbedilen develerini geri istemeye gelen Abdulmuttalib’e şaşarak:

“–Ben KĂ‚be’yi yıkmaya geldim. Sen ise develerini duşunuyorsun!” demiş ve Abdulmuttalib’in KĂ‚be icin:

“–Onun sĂ‚hibi var! O, onu korur!” ifĂ‚delerine mukĂ‚bil kibirle:

“–Bana karşı onu koruyacak yoktur!” hezeyĂ‚nında bulunmuştu. Mekke’ye yaklaşan ordusuna KĂ‚be’ye hucum emri verdi. Fakat Mina ile Muzdelife arasındaki VĂ‚di-i Muhassirʼe gelince filler yurumez oldu. Gokyuzu ebĂ‚bîl kuşlarıyla doldu. Onlar, ayaklarında getirdikleri pişkin tuğladan yapılmış taşları Ebrehe ordusunun uzerine dolu taneleri gibi boşaltmaya başladılar. Bu taşlar, kime isĂ‚bet ediyorsa, onu helĂ‚k ediyordu. Mekke’nin onu bir anda insan ve fil mezarlığına dondu. Sıkletsiz kucucuk kuşlar, tonlar ağırlığındaki filleri ezip yere serdiler. Bu dehşet dolu ilĂ‚hî mûcizenin tahakkuk ettiği yıla “Fil Senesi” denildi.

AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ bu hĂ‚diseyi Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de şoyle anlatır:

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ. أَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ. وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا أَبَابِيلَ. تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ. فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ

“Rabbinin fil ashĂ‚bına neler yaptığını gormedin mi? Onların kotu plĂ‚nlarını boşa cıkarmadı mı? Uzerlerine suru suru kuşlar gonderdi. Bu kuşlar, onlara pişmiş camurdan taşlar atıyorlardı. NihĂ‚yet onları yenilip ciğnenmiş ekin yaprağına cevirdi.” (el-Fîl, 1-5)

Cunku KĂ‚be, CenĂ‚b-ı Hakk’ın, emr-i ilĂ‚hîsi ile inşĂ‚ ettirdiği “HĂ‚ne-i Birr”i idi. Orası, AllĂ‚h’a kulluk mekĂ‚nı olarak kudsî ve mubĂ‚rek kılınmıştı. Bunun icin ilĂ‚hî muhĂ‚faza altına alınmıştı.

Ebrehe’nin ibĂ‚dethĂ‚neye karşı yaptığı bu saygısızlığa verilen cezĂ‚ ise, kıyĂ‚mete kadar aynı şekilde yapılacak diğer hareketler icin de bir tehdit mĂ‚hiyeti taşımaktadır.

Bir başka Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللهِ أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُولئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَائِفِينَ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي اْلآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ

“AllĂ‚h’ın mescidlerinde O’nun isminin zikredilmesine mĂ‚nî olan ve oraların harĂ‚b olması icin calışandan daha zĂ‚lim kim olabilir? İşte onların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka turlu girmeye hakları yoktur.) Onlar icin dunyĂ‚da bir rezillik, yine onlar icin Ă‚hirette de pek buyuk bir azap vardır.” (el-Bakara, 114)

Zulmunu iyice şiddetlendiren Ebrehe, netîcede kendisinde nihĂ‚yetsiz bir kuvvet ve azamet olduğu vehmine kapılmıştı. Buna mukĂ‚bil AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ onu, collerdeki arslan, kaplan veya zehirli yılan gibi dehşet verici guclu mahlûklarla değil, cok gucsuz ve zayıf varlıklar olan ebĂ‚bîl kuşlarının attığı nohuttan kucuk taşlarla helĂ‚k etti. Nitekim AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, Firavun, Nemrut ve CĂ‚lût gibi mutekebbirleri hep onlardan kucuk ve gucsuz gorunen varlıklarla helĂ‚k ederek, onların hakîkatte ne kadar Ă‚ciz varlıklar olduklarını ve kibirlerinin mĂ‚nĂ‚sızlığını ortaya koymuştur.

Ebrehe de buyuk bir azamet ve kibirle cıktığı Yemen’e, lîme lîme olmuş bir bedenle, cok zelil ve perişan bir vaziyette, surunerek donebildi. Onun bu hĂ‚li, kibirlilerin daha dunyĂ‚dayken bile rezil olduklarına dĂ‚ir cok acık bir ibret tablosudur.

“Fil Senesi” Kureyşliler arasında bir nevî tĂ‚rih başlangıcı olarak kullanıldı. Şu rivĂ‚yet, bunun guzel bir misĂ‚lidir:

Kubaş bin Uşeym:

“–Ben ve Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Fil Senesi’nde doğduk.” demişti.

Osman bin AffĂ‚n -radıyallĂ‚hu anh-, ona:

“–Sen mi daha buyuksun, yoksa Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- mi daha buyuk?” diye sordu.

MubĂ‚rek sahĂ‚bî, şu edeb ve incelik dolu karşılığı verdi:

“–Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, benden cok cok buyuktur. Doğumda ise ben ondan daha eskiyim![1] Ben, fillerin tersini yeşil ve değişmiş olarak gordum.” (Tirmizî, MenĂ‚kıb, 2)

[1] AshĂ‚b-ı kirĂ‚m, bu rivĂ‚yette olduğu gibi, dĂ‚imĂ‚ RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in en ustun ve en yuce makamda olduğunun şuurunda idiler. Dolayısıyla bu hususta buyuk bir hassĂ‚siyet gosterirlerdi. O’nun tenine dokunabilenler, bundan buyuk bir iftihar duyar:

“İşte şu iki elimle RasûlullĂ‚h’a bey’at ettim” diyerek ellerini gosterirlerdi. (İbn-i Sa’d, IV, 306; Heysemî, VIII, 42)





Osman Nûri Topbaş


__________________