Efendimizʼin bize bir îkĂ‚zı var. Buyuruyor ki:
“Beni (diyor), insin ve cinnin gĂ‚filleri hĂ‚ricinde butun mahlûkat beni tanır.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed bin Hanbel, Musned, III, 310)
Demek ki onlarda tabi nefs olmadığı icin cok rahat tanıyorlar. Bizde nefs engelini bertaraf etmek zarûrî.
“İnsin ve cinnin gĂ‚filleri dışında tanır.” diyor. En guzel tanıyan, AllĂ‚hʼın sĂ‚lih kulları. İşte ashĂ‚b-ı kirĂ‚m. En guzel tanıyan, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh-. Oyle bir durumdaydı ki, yanında iken bile kendine bir hasretti. SahĂ‚be o şekilde tanıyordu:
“YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Canım, malım, her şeyim Sana fedĂ‚ olsun.” diyordu. Bu lĂ‚fta değil, bunun fiilini talep ediyordu Allah Rasûluʼnden.
CemĂ‚dĂ‚t tanıyordu. Uhud tanıyordu. Efendimiz, Hazret-i Omer, Ebû Bekir ve Hazret-i Osman ucu, kendisiyle dordu, Uhudʼa cıktılar. Uhud sallandı.
“‒اُسْكُنْ (sakin ol) Uhud! (Dedi.) Uzerinde bir peygamber/bir nebî, bir Sıddîk, iki şehid var.” (BuhĂ‚rî, AshĂ‚bu’n-Nebî, 6; Tirmizî, MenĂ‚kıb, 18/3703)
Ebû Bekir Efendimizʼin vefatıyla, Osman ve Omer -radıyallĂ‚hu anh- şehîd olacaklarını anladılar.
Uhud tanıdı. Cennet dağlarından bir dağ olacak Uhud buyurdu. Biz keyfiyetini bilemiyoruz. Bizim idrĂ‚kimizin otesinde.
Yine Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh- buyuruyor:
“Bir taş vardı (diyor) onun onunden gecerken (diyor), o taş (diyor) Mekkeʼde (diyor), «es-selĂ‚mu aleyke yĂ‚ RasûlĂ‚llah» dediğini ben duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Muslim, FezĂ‚il, 2; İbn-i Sa’d, I, 157)
Hayvanat tanıyordu. Bir deve, şikĂ‚yetini gelip Allah Rasûluʼne anlatıyordu. Sahibini cağırdı Efendimiz:
“‒Niye bu hayvana zulmediyorsun? Bunun kıyĂ‚metteki hesĂ‚bını duşunmuyor musun?” buyurdu. (Bkz. Ebû DĂ‚vûd, CihĂ‚d, 44/2549)
NebĂ‚tat tanıyordu. Bir hurma kutuğu uzerinde sohbet ediyordu. Sonradan cemaat kalabalıklaşınca bir minber yapıldı. Minbere cıkınca kutuk ağladı. Bu, bir kişinin, iki-uc kişinin değil, hadîs-i mutevĂ‚tir, yuzlerce kişi ashĂ‚b-ı kirĂ‚m o ağlamayı duydu. Hadîs-i mutevĂ‚tir.
Cobanlık yapan bir kimse, dedi ki:
“Sanki (dedi), bir deve yavrusunun ağlaması gibiydi.” diyor kutuğun ağlaması.
Diğer bir sahĂ‚bî:
“Sanki bir cocuk, bir yavrunun ağlaması gibiydi.”
Allah Rasûlu iniyor, onu sıvazlıyor, o sukûnet ediyor.
MevlĂ‚nĂ‚ Mesnevîʼsinde diyor ki:
“Peki sen bir duşun, bir kutuk (diyor), Allah Rasûluʼnu o kadar tanıdı (diyor). Sana Allah cok şeyler ihsan etti, ikram etti. Seni mukerrem kıldı. Peki sen o zaman ne kadar tanıyorsun (diyor). Onu bir duşun.” buyuruyor.
VelhĂ‚sıl Rasûlullah Efendimizʼe, Oʼnu tanıyan, tanıyabildiği kadar bir hayranlık icindeydi. Demek ki bir muʼmin Oʼnu tanıdıkca kemĂ‚l bulur, zirveleşir.
MevlĂ‚nĂ‚ʼnın da ne guzel bir şeyi vardır Mesnevîʼde:
“Bu can bu tende oldukca Hazret-i KurʼĂ‚nʼa kulum-koleyim. Hazret-i Muhammed MuhtĂ‚r -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-ʼin mubĂ‚rek, nurlu yolunun toprağıyım. Birisi, sozlerimde bundan başka soz naklederse o kişiden de bîzĂ‚rım o sozden de.”
Oyle bir hĂ‚le geliyor ki, -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-ʼi tanıdıkca, tanıdıkca, yaklaştıkca bir yangın başlıyor icinde. İşte o zaman Selcuklu Universitesiʼnin dersiĂ‚mı iken o hĂ‚line “hamdım” diyor. Sonra “piştim” diyor, artık butun kitaplarını kaldırıyor, rafa kaldırıyor, ondan sonra “yandım” diyor. Bu nasıl bir yanış? Gerci bunu yaşayan bilir.
Buna benzer bir Muhammed İkbalʼin bir misali var, Pakistanʼın feylesofu. O da MevlĂ‚nĂ‚ʼyı cok sever. Onun gibi misaller vermeye calışır. Guve ile pervĂ‚neyi konuşturur. Guve, mĂ‚lum, bu, kağıt kemiren bir hayvan, kitapların arasında dolaşır, kitap kemirir. PervĂ‚ne de ışık etrafında doner.
Guve der ki pervÂneye:
“‒Sana ne mutlu (der), hep sen ışık etrafında donuyorsun (der). Bana ne yazık ki (der), o feylesofların kitapları arasında dolaşa dolaşa hep karanlıklar icinde kaldım (der). Bana yol goster.” der.
PervÂne de der ki:
“‒O zaman guve, (der), şu benim kanatlarıma bak (der). Bu kanatlarım (der) o ışık etrafında yandı (der). Sen de yanarsan sen de huzura cıkarsın.” der.
Suleyman Celebi de, okunan Mevlid-i Şerîfʼi ne guzeldir, Efendimizʼi ne guzel anlatır:
“Bir acep nûr ki Guneş pervĂ‚nesi…”
Oyle bir nur ki diyor, Guneş Oʼnun etrafında donuyor, Guneş Oʼnun pervĂ‚nesi buyuruyor. Yani Guneş Oʼnun icin yaratıldı. Yani Guneşʼe o şekilde bakıyor.
Fuzûlî:
Sacma ey goz eşkten gonlumdeki odlara su
Kim bu denlû dûtuşan odlara kılmaz cĂ‚re su
Ey diyor, gozumden akan yaşlar diyor, boş yere akma diyor. Cunku diyor, bu tutuşmuş, icimdeki alevi diyor, senin damlaların sondurmez diyor.
Suya virsun bağbĂ‚n gulzĂ‚rı zahmet cekmesun
Bir gul acılmaz yuzun-tek virse min gulzĂ‚re su.
Bahcıvan diyor, bin tane gul yetiştirse, bin tane gulu sulasa diyor, Senʼin gibi bir gul meydana gelmez. Onun icin diyor, bahcıvan boş yere zahmet cekmesin diyor. Sen varken diyor, başka gule bakmasın diyor.
Yine bir şeyinde:
HĂ‚k-i pĂ‚yine yetem der omrlerdir muttasıl
Başını daştan daşa urup gezer Ă‚vĂ‚re su
Sanki o taşın, akarsuyun carpa carpa carpa gidişi, sanki ağlaya ağlaya Allah Rasûluʼne gitmeye calışıyor. Yani daima kalp gorur.
Yine bir şeyinde:
Felekler yandı Ă‚hımdan murĂ‚dım şemʼi yanmaz mı?
Habîbim fasl-ı guldur bu, akarsular bulanmaz mı?
Nasıl bu ilkbaharda sular coşar boyle, coşarak bulanık olarak akar. İşte benim diyor, gozumden akan sular bulanmaz mı diyor. bu aşktan bu şeyden diyor, bu gonul heyecanından diyor.
Esʼad Erbilî Hazretleri de bu gonlundeki yanışı:
TecellĂ‚-yı cemĂ‚linden Habîbim nev-bahar ateş
Gul ateş, bulbul ateş, sumbul ateş, hĂ‚k u hĂ‚r ateş
Kendi o yanışı… Bir soba ne yapar? HarĂ‚retini verir her tarafa. Habîbim diyor, senin bu zĂ‚hir ve bĂ‚tın guzelliğinin tecellîsinden diyor, gul ateş oldu diyor, bulbul ateş oldu, sumbul ateş oldu diyor. Gul ateş, sumbul ateş, toprak ateş, diken ateş, ateş ateş diyor. Bir yanışı…
Ne mumkun bunca ateşle şehîd-i ışkı gasletmek
Cesed ateş, kefen ateş, hem Ă‚b u hoş guvĂ‚r ateş
Artık diyor, ben diyor, aşk şehidiyim diyor, yani aşk şehidi olduğunu. Artık diyor, aşk şehidi oldum ama diyor, o cesedimden bile cıkan bir şey diyor, bir ateş diyor, cesed ateş, kefen ateş, hattĂ‚ yıkayacak tatlı su bile ateş oldu diyor.
Bizim bir hocamız vardı. İmam Hatipʼteyken, haftada iki saat Farsca dersi vardı. Yaman Dede gelirdi. Hem bize on dakika bir Farscaʼnın gramerinden bahseder, ondan sonra MevlĂ‚nĂ‚ʼdan iki beyit yazar, ağlaya ağlaya onu şerh ederdi. Biz de tabi cocuktuk. Niye derdik, acaba niye ağlıyor bu yaşlı kimse derdik. Fakat onun sonradan farkına vardık niye ağladığını, ama tabi iş işten gecmiş oldu. Oyle bir şey icindeydi ki Galata Mevlevihanesiʼne giderdi, bir arkadaşımız goruyor boyle, yolda boyle, duvara dayanmış boyle, bitkin hĂ‚lde:
“‒Hocam (diyor), herhalde rahatsızsınız, sizi alıp hastahĂ‚neye gotureyim.”
“‒Yok oğlum (diyor). Rasûlullah hatırıma geldi de (diyor), hĂ‚lim mecĂ‚lim kalmadı.” diyor.
O bize bu, meşhur o;
“CemĂ‚linle ferah-nĂ‚k et ki yandım yĂ‚ RasûlĂ‚llah!”
O zaman tahtaya yazdırmıştı. Ne guzel ifadedir:
Susuz kalsam yanan collerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa goklerden ve ben masseylesem duymam
CemĂ‚linle ferah-nĂ‚k et ki yandım yĂ‚ RasûlĂ‚llah!..
Ben İmam Hatibʼe giderdim. O da Bağlarbaşıʼndan gelirdi. O zaman vapurun bodrum katına şey yapardı. Cubbe gibi, yeşil bir cubbe gibi şeyi vardı. Oyle gozunu kapatır, bir boyle ic dunyasının şeyiyle giderdi. Rengi boyle bir bronz rengi olmuştu. DĂ‚imĂ‚ derste de goz cukurlaşmış, o cukura oyle bir yaşlar dolardı.
İşte demek ki, tabi bu belki cok zor bir iş. Yani belki CenĂ‚b-ı Hakkʼın bu şeyi, bir lûtfu. Fakat yani hakîkaten boyle bir yanış ne kadar…
Demek ki ashĂ‚b-ı kirĂ‚m da boyle Rasûlullah Efendimizʼi gorduğu zaman boyle yandı ki;
“YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Canım, malım, her şeyim sana fedĂ‚ olsun!” dedi.
Ebû Bekir Efendimiz…
Belki ilk zaman, Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- ilk zamanlarda dedi ki:
“‒YĂ‚ RasûlĂ‚llah! (Dedi.) Ben (dedi) canımın dışında her şeyden cok Senʼi seviyorum.” dedi.
“‒Omer! Olmadı! (Dedi.) Canından da cok seveceksin.” dedi.
“‒Evet yĂ‚ RasûlĂ‚llah! Şimdi ben canımdan da cok seviyorum.” (BuhĂ‚rî, EymĂ‚n, 3)
Cunku canından da cok sevecek ki fedakĂ‚rlığa girecek, fedaya kadar gidecek.
Yine bu, Bezm-i Âlem VĂ‚lide Sultan, o da nasıl bir duymuş, zaten 40 kusur yaşında vefat ediyor. Onun, bir suru vakfiye bırakıyor:
Muhabbetten Muhammed oldu hĂ‚sıl,
Muhammedʼsiz muhabbetten ne hĂ‚sıl?
Nasıl bir, Allah Rasûluʼnu tanımış, icmiş, duymuş ki Şamʼda bir vakıf kuruyor; vakfın iki tane şartı var: Birinci şartı diyor ki; Mekke-i Mukerremeʼye, Medîne-i Munevvereʼye Şamʼın tatlı suyu taşınacak. AtşĂ‚n olan/susuz olan hacılara Şamʼın suyu dağıtılacak.
Duşunun, nasıl o develerle gidecek oradan. Yeter ki Allah icin gidenlere bir ikramda bulunmak.
Diğer bir şey, belki daha muhim o. Orada da; calışan işciler diyor, yanlışlıkla kırdıkları eşyalar diyor, bunların tazminatı verilecek benim vakfımdan diyor. Onlar azarlanmayacak diyor. Bir kalbe diyor, diken batırılmayacak diyor.
Nasıl bir insana bakış tarzı?!. Bir de bugunku insanı duşunelim. Şu dunya coğrafyası icinde. Demek ki İslĂ‚m nasıl bir şahsiyet kazandırıyor?!. Nasıl bir incelik, zarĂ‚fet, hassĂ‚siyet?!. Aman yĂ‚ Rabbi!..
Oʼna benzeyebilmek:
İbadetteki rûhĂ‚niyet. Demek ki ibadetlerimiz, ilĂ‚hî huzurda olduğumuzu dĂ‚imĂ‚ bir idrĂ‚ki icinde olabilmek. Namazlarımız oyle olacak.
CenĂ‚b-ı Hak insan anatomisini en guzel secde edecek şekilde iskelet yapısını halketti. CenĂ‚b-ı Hak, “secde et” diyor.
Secde etmek, bizim lehimize. Cunku edildiği zaman; “…FahşĂ‚ ve munkerden (CenĂ‚b-ı Hak) korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor.
Yatıp (kalkarak) kılınan bir geometrik/hendesî bir namazı da CenĂ‚b-ı Hak istemiyor:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
(“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!..” [el-MĂ‚ûn, 4]) buyuruyor.
Demek ki Rabbimiz bizden namaz istiyor ki biz fahşĂ‚dan ve munkerden korunalım. Huzurlu olalım. Bize bir, CenĂ‚b-ı Hakʼtan bir recete…
Osman Nûri Topbaş//2016 SOHBETLERİ
__________________