Bugun, Ă‚hir zaman fitnelerinin her yanı sardığı bir vasatta yaşıyoruz.
Gunumuzde fert ve toplumun en buyuk hastalığı, “
dunyevîleşme”. Zira televizyon, internet, reklĂ‚mlar, modalar, materyalist duşunce, kapitalist sistem, her bir yandan insana Ă‚deta
“Ă‚hiretsiz bir dunya” telkininde bulunuyor.
Âhiretin unutulduğu her devir, cĂ‚hiliye devridir. İnsanın Allahʼtan uzaklaşıp nefsinin hevĂ‚ ve hevesi peşinde koşturduğu, selde suruklenen kutukler misĂ‚li şuursuzca savrulduğu her devir, bir cĂ‚hiliye devridir.
Zamanımızda merhamet azaldı, vicdanlar kurudu. Son zamanlarda butun dunyada yaşanan acı hĂ‚diseler de gosteriyor ki, insan insanın kurdu oldu.
Guc odaklarının menfaat kavgalarında, meselĂ‚ bir petrol kavgasında; coluk-cocuk, hasta, yaşlı vs. denmeden, kul hakları ayaklar altına alınabiliyor. İnsanî yardım konvoyları, cocukların okuduğu mektepler, hastahĂ‚neler, cĂ‚miler, pazar yerleri, savunmasız siviller bombalanıyor. Hani şĂ‚irin:
Sırtlanları gecmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..
mısrĂ‚larında tasvir ettiği gibi, tam bir cĂ‚hiliye devri yaşanıyor.
Diğer taraftan bugun; haram ve gunahlarla insanlar arasındaki mesafeler kısaldı. Gunahlara set olan hayĂ‚ perdeleri kayboldu. Bir yonuyle cok faydalı olan internet ve medya, maalesef nefsĂ‚nî cirkinlikleri de, herkesin evine, odasına, hattĂ‚ cebine kadar taşır oldu.
Boyle bir zamanda, guclu bir îman irĂ‚desiyle nefsine hĂ‚kim olabilmek, kendini ve sorumlu olduğu insanları Cehennemʼden koruyabilmek; nefis terbiyesini cok daha hayĂ‚tî bir zarûret kılıyor.
Tarihimize baktığımızda goruyoruz ki ecdĂ‚dımız, nefis terbiyesini, tekke ve dergĂ‚hlar vĂ‚sıtasıyla toplumun Ă‚deta kılcal damarlarına kadar teşmil edebilmişti. Bugun bu muesseselerden mahrum olsak da muʼmin, hicbir ahvĂ‚lde mĂ‚zeret ve bahĂ‚nelerin ardına saklanmamalıdır. Zira
Yûnus Emre Hazretleriʼnin guzel bir ifadesi vardır:
Dervişlik dedikleri, hırka ile tac değil,
Gonlun derviş eyleyen, hırkaya muhtac değil!
Yani muhim olan, gonlu derviş eylemektir. Gonlu derviş edense, ne giyim-kuşamdır ne de dergĂ‚hın dort duvarıdır. İlĂ‚hî hakîkatleri aramasını bilen, her zaman ve mekĂ‚nda onu bulmasını da bilir. İlĂ‚hî muhabbet ve mĂ‚rifetle gonlunu doldurabilen bir insan, nerede olursa olsun, huzûr-i ilĂ‚hîde demektir. Nefsini terbiye edebilen bir muslumana, butun yeryuzu bir dergĂ‚h olur. Huşû ile secde ederek Hakkʼa yaklaşan bir muʼmin, kendisine bir secdegĂ‚h kılınmış olan yeryuzunun hicbir koşesinde Rabbinden ayrı duşmez.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu uzere:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (yani her zaman ve mekĂ‚nda)
AllĂ‚hʼı zikrederler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
Bu şuurdaki bir muʼmin, İslĂ‚mʼı hayatının hicbir Ă‚nında bir kenarda unutamaz: Ne camide, ne carşı-pazarda, ne okulda, ne sokakta, ne evde, ne komşu ve akraba munĂ‚sebetlerinde, ne de kul ve mahlûkat haklarında…
Kalbi Hakkʼa bağlı bir muʼmin, karşılaştığı butun nefsĂ‚nî cĂ‚zibelerin ve gunaha davetlerin, birer ilĂ‚hî imtihan olduğunu bilir. Bu şuurla; gozunu, gonlunu, elini, dilini, velhĂ‚sıl butun Ă‚zĂ‚larını korumaya gayret eder.
MeselĂ‚ insan, bir seyahat esnasında belki binlerce araba gorur. İclerinden bazıları ilgisini de cekebilir. Fakat tutup da hicbirinin plĂ‚kasını okumaya kalkmaz. İşte bunun gibi, bugun toplumdaki nice şerlerin icinden gecmek mecburiyetinde kalan bir muʼmin de, karşılaştığı mĂ‚sıyet manzaralarını ve nefsĂ‚nî vitrinleri tecessus nazarıyla okumamalı ki, gonul feyzini muhĂ‚faza edebilsin.
Bunun icin de, gonlun her an AllĂ‚h ile olması gerekir. DĂ‚imî zikirle uyanık hĂ‚lde bulunması îcĂ‚b eder. Zira CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“…Nerede olursanız olun, O (Allah)
sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana)
şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
Bu Ă‚yetlerin tefekkurunde derinleşen bir muʼmin icin, yeryuzu Ă‚deta bir dergĂ‚h hĂ‚line gelir. Hangi ortamda bulunursa bulunsun
“el kĂ‚rda, gonul Yarʼda” hĂ‚li nasîb olur. Dış dunyanın aldatıcı cĂ‚zibeleri, tesirini kaybeder.
NEFİS TERBİYESİ VE RAMAZÂN-I ŞERÎF
İlĂ‚hî rahmetin Ă‚deta tuğyĂ‚n ettiği bir rahmet mevsimi olan RamazĂ‚n-ı Şerîf, rûhĂ‚niyeti nefsĂ‚niyete gĂ‚lip getirmenin en feyizli zamanıdır. Ramazan ayı, nefsin tezkiye ve terbiye edildiği bir takvĂ‚ mektebidir. Zira bu ayda tutulması farz kılınan oruc ibadeti, bir bakıma,
nefsĂ‚niyeti dizginleyerek rûhĂ‚niyete seviye kazandırma tĂ‚limidir.
İnsanda rûhĂ‚niyet ve nefsĂ‚niyet, bir terĂ‚zinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Gonuller fĂ‚nî hazlardan uzaklaşmadıkca bĂ‚kî lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı cocukların sutten kesilmedikce yuksek gıdĂ‚lara ve hayĂ‚tî lezzetlere eremedikleri gibi. Bunun icindir ki
MevlÂn Hazretleri:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini cek ki, gokten mĂ‚nevî rızıklar gelsin. Bu ay, gonul sofrasının kurulduğu aydır. Gonlun, bedenin hatĂ‚larından kurtulduğu aydır. Gonullerin aşk ve îmĂ‚n ile dolduğu aydır.” buyurmuştur.
Oruc, sabır tĂ‚limidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme irĂ‚desinin kazanılmasıdır. İnsanın nefsine hĂ‚kim olabilmesi, ilĂ‚hî imtihanlardan muvaffakıyetle gecebilmenin en muhim sırrıdır. Oyle ki; ofkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedĂ‚kĂ‚rlık ve ferĂ‚gat gibi yuksek fazîletler, hep nefsin îtirazlarını susturabildikten sonra gercekleşebilir.
Orucluyken bilhassa “ofkeyi yenmek” zarûrîdir. Zira aclık asabîliği icinde birtakım nefsĂ‚nî davranışlara suruklenmek, orucun rûhĂ‚niyetini zedeler. Bunun icin
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“Hicbiriniz (bilhassa) oruclu olduğu gun, cirkin soz soylemesin ve kimseyle cekişmesin. Eğer biri, kendisine sover veya catarsa; «ben orucluyum» desin.” buyurmuştur. (BuhĂ‚rî, Savm, 9)
Sabır ayı olan RamazĂ‚n-ı Şerîfʼte tutulan oruc, Ă‚deta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki ihramda
refes, fısk ve cidĂ‚l yasaksa, tıpkı bunun gibi, şehevî arzular, fısk u fucûr, munĂ‚kaşa ve bir gonle diken batırmak da, orucun ecrini zĂ‚yî etmektir.
Yani
oruc, sadece midenin belli bir muddet aclığından ibaret değildir. Gunahlara karşı; ele, dile, goze, kulağa, velhĂ‚sıl butun uzuvlara oruc tutturulmadan, orucun kemĂ‚line erilemez.
SUKÛT ORUCU
Orucluyken yanlış hĂ‚l ve tavırlar icinde olanlara
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-
Efendimizʼin pek cok îkazları bulunmaktadır. Bunlardan birinde şoyle buyrulur:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-icmesini bırakmasına kıymet vermez.” (BuhĂ‚rî, Savm 8, Edeb 51)
SahÂbeden
Ubeyd -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:
İki kadın oruc tutuyorlardı. Oğle uzeri bir kimse gelerek dedi ki:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Şurada iki kadın var, oruc tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan olecekler. (MusĂ‚ade buyurursanız oruclarını bozsunlar.)” dedi.
Allah Rasûlu ondan yuz cevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sozunu tekrar etti:
“–YĂ‚ Nebiyyallah! VallĂ‚hi neredeyse olecekler.” dedi. Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz:
“–Cağır onları!” buyurdu.
Kadınlar geldiler. Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:
“–İcindekileri cıkar!” dedi. (Bu mucerred hĂ‚dise, AllĂ‚hʼın dilemesiyle muşahhas hĂ‚le geldi.) Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerahat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et cıkardı.
Bunun uzerine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Bunlar, AllĂ‚h’ın helĂ‚l kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruclu oldular; haram kıldığı şeylerle de oruclarını actılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (yani gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)
Dolayısıyla orucu nefsĂ‚nî zaaflarla zedelememek; bilhassa dili, dedikodu, gıybet, yalan, iftira ve mĂ‚lĂ‚yĂ‚nî mevzulardan muhĂ‚faza etmek, yani cirkin konuşmalara karşı dile de “
sukût orucu” tutturabilmek îcĂ‚b eder.
Zira
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
“AllĂ‚h’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n eden kişi, ya hayır soylesin ya da sussun!” buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, Edeb, 31, 85)
Buyuk murşid-i kĂ‚millerden
Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde luzumsuz sozler sarf edilmesine musĂ‚ade etmezdi. Birisi gıybet etse, derhĂ‚l ona mĂ‚nî olur ve:
“–O soylediğin soze ben daha lĂ‚yığım!” derdi.
Oruclu olduğu bir gun, yanında bir şahsın gıybetini yaptılar. Hazret:
“–Eyvah, orucumuz bozuldu (ecri zĂ‚yî oldu)!” buyurdu.
Bir talebesi:
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:
“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. (Bu sebeple bize de gıybetin kasveti sirĂ‚yet etti.) Gıybette, soyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.
Demek ki, oruclu iken ağzımıza bir şey girmemesine dikkat etmemiz gerektiği gibi, ağzımızdan cıkan her soze de dikkat etmemiz îcĂ‚b eder. Dilimiz kalplere saplanan bir diken değil, rahmet lisĂ‚nı olmalıdır.
Oruc, bedenin şiddetle muhtac olduğu fĂ‚nî nîmetlerden el cekmek sûretinde gercekleştiğinden; rûhu, nefsĂ‚nî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır. Dolayısıyla rûhun kuvvet bulmasına, duyguların ulvîleşmesine vesîle olur. Bu yonuyle oruc, mustesnĂ‚ bir nefis terbiyesi vesîlesidir. Zira oructa helĂ‚ller bile asgarîde kullanılır. Yani helĂ‚lde bile bir riyĂ‚zat hĂ‚li yaşanır. Oruc sĂ‚yesinde, -belli bir sureliğine de olsa- bĂ‚zı helĂ‚llerden dahî el cekmek, haram ve şuphelilere karşı daha guclu bir şekilde mukāvemet edebilecek, sağlam bir irĂ‚denin inşĂ‚sına vesîle olur.
Bu hakîkati
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri şoyle ifade buyurur:
“Oruc der ki: «–AllĂ‚h’ım! Bu muʼmin kulun, Sen’in emrine itaat etmek icin, helĂ‚l lokmayı bile yemedi; susuzken su icmedi. Bu muʼmin, nasıl olur da harama el uzatabilir?!»”
DİĞERGÂMLIK TÂLİMİ
Oruc; diğergĂ‚mlık tĂ‚limidir. Yoksulların ve muhtacların cektiği sıkıntılardan sadece biri olan aclığı fiilen yaşatarak onların hĂ‚linden anlamayı temin eder. Boylece gonullerde
merhamet,
şefkat ve
comertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.
Mısır’da şiddetli kıtlığın hukum surduğu gunlerde
Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-’a:
“–Siz, devletin hazinelerine hukmeden bir idĂ‚recisiniz. Neden kendinizi ac bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:
“–Karnım tok olursa acların hĂ‚linden anlayamam diye korkuyorum!”
Din kardeşlerini duşunmek, onların sıkıntılarını gidermek icin gayret gostermek ve bu yolda ictimĂ‚î hizmetlere koşmak, kĂ‚mil mu’minlerin hayat dustûrudur. Nitekim
Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- muʼminler icin bu hĂ‚lin zarûrî olduğunu şoyle ifĂ‚de buyurmaktadır:
“Mu’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (HĂ‚kim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
“Komşusu acken tok yatan, (kĂ‚mil) mu’min değildir.” (HĂ‚kim, II, 15)
“Hicbiriniz kendi nefsi icin istediğini, mu’min kardeşi icin de istemedikce kĂ‚mil mu’min olamaz.” (BuhĂ‚rî, Îman, 7)
RamazĂ‚n-ı Şerîfʼi boyle diğergĂ‚m bir ruhla değerlendirerek hizmet ve infaklarla ihyĂ‚ etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en guzel nişĂ‚nesidir. Zira ibadetlerin bir gĂ‚yesi de, ahlĂ‚kî vasıfları guclendirip kulu rûhen kemĂ‚le erdirerek Rabbine daha yakın bir hĂ‚le getirmektir.
Nitekim bir muʼmin, ibadette derinleştikce duşunur ki;
“‒Rabbim benden nasıl bir kul olmamı istiyor? O, yuce zĂ‚tını en cok
Rahman ve
Rahîm sıfatlarıyla tanıtıyor. Oʼnun kulu ve Rasûlu olan
Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- KurʼĂ‚n-ı Kerîmʼde
raûf ve
rahîm olarak tavsif ediliyor,
Ă‚lemlere rahmet olarak gonderildiği bildiriliyor. O hĂ‚lde beni Rabbime sevdirecek en muhim vasıf da
merhamettir…”
Muhabbet ve dostluk, muştereklikten kaynaklanır. Dolayısıyla CenĂ‚b-ı Hakkʼın bizi sevmesini istiyorsak, ilĂ‚hî ve nebevî ahlĂ‚ktan hisse alıp rahmet tevzî eden bir muʼmin olabilmemiz şarttır. Elinden, dilinden, gonlunden, butun mahlûkĂ‚ta merhamet tevzî edebilmek zarûrîdir. Gonlun bir rahmet dergĂ‚hı hĂ‚line gelmesi ve butun mahlûkĂ‚tın o dergĂ‚hta huzur bulması elzemdir.
Merhamet, îmĂ‚nın ilk meyvesidir. Merhamet, bir mu’minin îmĂ‚nını tescil eden bir alĂ‚met-i fĂ‚rikadır. Bu yuzden muʼmin, aynı zamanda rûhundan rahmet taşıran bir insandır.
RAHMET İNSANI KİMDİR?
Rahmet insanı; comerttir, fedakĂ‚rdır, muşfiktir, veren eldir. Yağmur gibi, gittiği her yere hayat bahşeder. Bahar meltemleri gibi, gectiği her yerde huzur ve ferahlık tevzî eder.
Rahmet insanı; zarar değil, fayda verir. Zira
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:
“Mu’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (yani helĂ‚l yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (yani Hakk’ın rızĂ‚sına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (yani sĂ‚lih ve sĂ‚dık kişilerle goruşur) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; HĂ‚kim, I, 147)
Rahmet insanı; incitmez, incinmez.
Rahmet insanı; bollukta şımarmaz ve taşkınlık yapmaz, darlıkta isyan etmez, sabırla merhaleler kateder.
Rahmet insanı; fakirlerin, yetimlerin, kimsesizlerin duĂ‚larının tĂ‚libidir.
Rahmet insanı; butun ummeti kendine zimmetli addeder. Kendini devrin akışından mesʼûl gorur.
Rahmet insanı; sadece kendisine, evlĂ‚dına, yakınlarına değil, din kardeşi olarak butun ummet-i Muhammed’e, yaratılışta eşi olarak butun insanlığa, kendisine emĂ‚net olan butun mahlûkĂ‚ta, şefkat ve merhamet tevzî eder.
Rahmet insanı; corak insan değil, bereket tevzî eden insandır. Guneş gibi en kuytu ve ucrĂ‚ koşeleri dahî aydınlatır.
İşte bu hakîkatlerin bir tezĂ‚huru olarak, tarih boyunca İslĂ‚m toplumları, şefkat ve merhametin muesseseleştiği vakıflarla donanmıştır. Nitekim sahĂ‚be-i kirĂ‚mdan
CĂ‚bir -radıyallĂ‚hu anh- diyor ki:
“MuhĂ‚cirler ve EnsĂ‚r’dan imkĂ‚n sahibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbn-i KudĂ‚me, el-Muğnî, V, 598)
İşte bu rahmet insanlarından teşekkul eden rahmet toplumu, tarihte emsĂ‚li gorulmemiş bir “fazîletler medeniyeti” inşĂ‚ etti. O medeniyetin tĂ‚kipcisi olan ecdĂ‚dımız
Osmanlı da, toplumu vakıflarla Ă‚deta bir ağ gibi ordu. Sarılmadık yara bırakmadı. İnsanın problemini cozdukten başka, hayvanĂ‚ta ve nebĂ‚tĂ‚ta dahî hizmet eden vakıflar kurdu.
PĂ‚dişĂ‚hından sıradan bir ferdine kadar bu toplum, buyuk bir tasavvuf mektebinde yetişti. Halk ile beraber butun sultanlar, Edebali silsilesinden feyz aldı. Butun gonuller, sanki bir rahmet dergĂ‚hı hĂ‚line geldi.
İşte o fazîletler medeniyetinde;
* Hamallar icin her mahalleye, kufelerini koyup dinlenebilecekleri
mola taşları yapılmıştı.
* HizmetkĂ‚rların, işleri esnĂ‚sında kazĂ‚ ile kırdıkları eşya sebebiyle azarlanıp kalpleri kırılmasın diye, o zararı tazmin etmek icin vakıflar kurulmuştu.
* NezĂ‚ket, zarĂ‚fet ve insana verilen kıymette oyle bir kemĂ‚le ulaşılmıştı ki, akıl hastalarına bile “
muhterem Ă‚cizler” diye hitĂ‚b edilmekteydi.
* Yuksek iffet ve hayĂ‚ duygusu sebebiyle ihtiyacını arz edemeyen yoksulların, ihtiyacı kadar para alabileceği
sadaka taşları ihdĂ‚s edilmişti. Boylece veren alanı, alan vereni gormuyordu. Verenin ihlĂ‚sı, alanın haysiyeti korunuyordu.
Fatih Sultan Mehmed Han, şehidlerin Ă‚ilelerine ve İstanbul fukarĂ‚sına, havanın loş karanlığında, kimseler gormeden, kapalı kaplar icerisinde yemek gonderilmesini, vakfiyesinin bir şartı kılmıştı.
Mahalle; fakirin, dulun, yetimin Ă‚deta teminĂ‚tıydı. Zengin-fakir, bir arada huzurla yaşardı. Şimdiki gibi zenginler ayrı sitelerde, fakirler varoşlarda değildi.
Şu hĂ‚dise, bunun muhteşem bir misĂ‚lidir:
Sultan 3. Mustafa bir Ramazan akşamı
ŞeyhulislĂ‚m Mehmed Emin Efendi konağına iftara gider. Soz esnĂ‚sında:
“–Efendi, arada bir size gelmek isterim amma, konağınız pek uzak yerde!” der.
Mehmed Emin Efendi ise:
“–SultĂ‚nım! SĂ‚yenizde yakın yerlerde bir ev tedĂ‚riki mumkundur, lĂ‚kin gorduğunuz gibi şu civar hĂ‚nelerinin hicbirinde mutfak yoktur.” cevĂ‚bını verir.
Bu soz Padişah’ın tuhafına gider:
“–AcĂ‚yip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar.
ŞeyhulislĂ‚m:
“–Cumlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhĂ‚neden gider. Onun icin buradan ayrılmak istemem.” der.[1]
Şunu hicbir zaman hatırımızdan cıkarmayalım ki, biz de ecdĂ‚dımızın inşĂ‚ ettiği o fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugunku devamıyız.
Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdĂ‚dımız gibi; elinden, dilinden, hĂ‚linden ve kālinden butun mahlûkĂ‚tın mustefîd olduğu bir “
rahmet insanı” olmaktır.
Bizler bugun, o şanlı ecdĂ‚dın torunları olarak buyuk bir mesʼûliyetle karşı karşıyayız.
Unutmayalım ki fakr u zarûret icinde kıvranan butun muhtacların gozlerinde, en cok Ramazanʼın teşrîfiyle umit ışığı parlar. Zira zekĂ‚t, fitre ve sadaka gibi mĂ‚lî ibadetler, tebessumu unutmuş nice yuzleri, bilhassa bu ayda surûra kavuşturur.
Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, sĂ‚lih amellerin diğer zamanlara gore cok daha fazîletli olduğu Ramazanʼda, butun ibadet ve hayırlarını artırırdı.
İbn-i Abbas -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- şoyle der:
“Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- insanların en comerdi idi. O’nun en comert olduğu zamanlar da Ramazanʼda CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m-, Ramazanʼın her gecesinde Peygamber Efendimizʼle buluşur, (karşılıklı) Kur’Ă‚n okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- CebrĂ‚il ile buluştuğunda, hicbir engel tanımadan esen rahmet ruzgĂ‚rlarından daha comert davranırdı.” (BuhĂ‚rî, Bed’u’l-Vahy 5, 6, Savm 7)
Dolayısıyla ummet-i Muhammed olarak bizler de,
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-
Efendimizʼin bu aydaki infak heyecanını, imkĂ‚nımız olcusunde yaşamaya gayret etmeliyiz. “Malda, zekĂ‚ttan başka da hak vardır.”[2] hakîkati mûcibince, maldan comertliğin asgarî olcusu olan zekĂ‚tların dışında da infĂ‚k etmeyi, bu ayda mustesnĂ‚ bir fırsat bilmeliyiz. Bu rahmet ikliminden lĂ‚yıkıyla istifĂ‚de edebilmek icin, her zamankinden daha fazla bir gayret icine girmeliyiz.
Nasıl ki sporcular, bir final musĂ‚bakası oncesinde kamplara cekilir, ihtilĂ‚ttan men kararı alır, butun dikkat ve gayretlerini, cıkacakları musĂ‚bakaya teksif ederlerse; bir muʼmin de RamazĂ‚n-ı Şerîfʼin icinde barındırdığı buyuk rahmetten lĂ‚yıkıyla istifĂ‚de edebilmek icin, mĂ‚nevî gayretlerini olabildiğince artırmalıdır.
OMUR TEFEKKURU
RamazĂ‚n-ı Şerîfler, aynı zamanda,
“hayat ve olum” uzerinde ciddî bir tefekkur vesîlesidir. Duşunmeliyiz ki gecen Ramazan’da aramızda olup da bu Ramazan’da Ă‚hirete intikal etmiş nice din kardeşlerimiz var.
Dolayısıyla bu Ramazanʼı, son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla ganimet bilip ihyĂ‚sı icin ciddî bir gayret icinde olmamız îcĂ‚b eder.
VelhĂ‚sıl RamazĂ‚n-ı Şerîf, CenĂ‚b-ı Hakkʼın ilĂ‚hî bir lûtuf olarak senede bir aylığına bize gonderdiği bir
“Misafir” hukmundedir. O misafiri guzelce karşılamak, rĂ‚zı ederek ağırlamak ve memnun ederek uğurlamak; onu bizlere lûtfeden Rabbimizʼin rızĂ‚ ve muhabbetine vesîledir. Biz de RamazĂ‚n-ı Şerîfʼi bu şuur ve idrĂ‚k ile ihyĂ‚ edelim ki, CenĂ‚b-ı Hakkʼın lûtfuyla ebedî bir bayram huzuruna nĂ‚il olalım.
CenĂ‚b-ı Hak cumlemize, RamazĂ‚n-ı Şerîfʼin feyz ve rûhĂ‚niyetinden lĂ‚yıkıyla istifĂ‚de edebilmeyi, ilĂ‚hî af, mağfiret ve inĂ‚yete nĂ‚il olarak ebedî bir bayram surûru yaşayabilmeyi ihsĂ‚n eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar:
[1] Suheyl Unver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.
[2] Tirmizî, ZekĂ‚t, 27/659-660. Ayrıca bkz. Bakara 2/177.
2016 – Haziran, Sayı: 364, Sayfa: 032
Altınoluk Dergisi
__________________