Nefis Daima Kotuluğu Emreder

Nefs-i emmĂ‚re surekli olarak kotuluğu emreder. Bu ozellikte olan bir nefse, zararlarını anlatmak icin dunya aklı yeterli gelmez. Cunku bu nefis, ozelliği gereği iyilikten anlamaz. Bunun icin de insana ahiret aklı lazımdır.
Akıl, beyne konulmuş İlĂ‚hî bir nurdur. Beyin bu sayede, menfaati zarar olandan, cirkini guzelden, hayrı şerden, hidayeti sapıklıktan ayırt edebilir.

Nefsin ilk imtihanı, aklı kullanarak kişiye muhalefet etmesidir. İlk muhalefeti de kulu, CenĂ‚b-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına karşı cıkartması, gunaha meyletmesidir. Gunahın başlangıcı yonelmektir. Kalp niyet edip yonelince, bu başlangıca kapı aralanmış olur. Mesela kulak kesilip haram olanı işitmek gunah olur. Yasaklanmış bir şeye bakmak haramdır. Dile gelen soz, insana gunah kazandırır. Şehvete yonelmek, şehvet olanı tercih etmekle gunah olur.

Cunku şehvet, gunah işlemenin sebebidir. Bu sebebi, nefsin iradesiyle kullanmamak lazımdır, yuce Allah, dunyada iken tovbe ile ahirette ise affıyla kulunu isyandan kurtarır. Yoksa insanoğlu, tovbe gibi bir vesile ve Rabb’inin affı olmasa gunahtan hic başını kaldıramaz. Zira bu nefs-i emmĂ‚re her zaman kotuluğu emreder.

Hz. MevlĂ‚nĂ‚ Mesnevisinde şoyle buyuruyor:
“Sen ana rahminde iken onu (ana rahmini) cok buyuk zannederdin. Dunyaya geldin, baktın ki dunya cok daha buyuk. Bir de nefsinin kotuluklerinden kurtulup bu dunyadan cıksan, gorursun ki bu dunya ana rahmiyle aynıdır. Kulu firavunlaştıran nefs-i emmĂ‚redir.
“Sen, nefsinin mutmainne makamına cık. Sen Allah’tan, Allah da senden razı olarak, ‘Gir cennetime’ hitabına ulaş.” (Fecr 89/30)

Allah TeĂ‚lĂ‚’nın bir kuldan razı olabilmesi icin evvela kul Allah’tan razı olacak. Kul evvela, iman ederek Allah’ı “bir” bilecek, sonra O’nun yuce kudretine inanarak teslim olacak, O’nun “bir”liğini ikrar edecek. Eğer bir kimse Allah’ın birliğine iman etmiş, ancak kazĂ‚ ve kaderine teslim olmamışsa ve bu sebeple de itiraz edip duruyorsa yuce Allah’ı nasıl bilmiş olamaz. Allah’ı bilmek muhabbeti, muhabbet ise teslimiyeti, teslimiyet de yuce Allah’tan razı olmayı gerektirir.

Kul, Allah’tan razı olup nefs-i mutmainne makamına girince, kĂ‚mil insan olur. Allah da o kĂ‚mil kişiyi sever. Nefs-i mutmainne makamına “velĂ‚yet-i suğra” yani kucuk velilik de denilir. İşte nefsin mertebelerini aşmış bu kula, CenĂ‚b-ı Hakk TeĂ‚lĂ‚:
“Gir cennetime” buyurur. Şu halde kurtuluş, gunahları silip supurmekte, dolayısıyla gunahın meydana gelmesine sebep olan nefsin ıslah edilmesindedir.

Onun icin tasavvuf, nefsi ıslah etmek icin lazımdır. Nefis ıslah olunca takva hali meydana gelmeye başlar. Takva, yuce Allah’tan gereği gibi korkmak demektir.

Resûlullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] şoyle buyurmuş:
“İnsanın iki gozu yol gostericidir, iki kulağı sesleri toplayıcı; dili tercumanıdır. İki eli kanatları, ayakları ise kendisini menzile goturen bineğidir. Kalbi vucudunun padişahıdır. Eğer kalp iyi olursa diğer azalan da iyi olur. Eğer kalbi bozuk olursa diğer azalan da bozuk olur.”

Buradan anlaşılıyor ki, nefis terbiye edilmeyince, azgınlığı kalbe tesir eder. Eğer tedbir alınmaz ise kalbin hastalığı goze, kulağa, dile, ayağa ve butun vucuda hĂ‚kim olmaya başlar. Bundan dolayı da nefsine hĂ‚kim olamayan, eline, diline, gozune ve diğer organlarına da hĂ‚kim olamaz.

Nefis, daima kotuluğu emreder ve insan ister ki, her zaman Kur’an ve Sunnet’e aykırı davransın. Ancak Allah TeĂ‚lĂ‚, hidayete ulaşmak icin insanlara akıl vermiş ve şeriatı onlara hukumran kılmıştır. İnsanlar akılları sayesinde, yanlışı doğrudan ayırmalarını, nefislerini haramlardan sakındırmalarını istemiştir.

Nefsini Bilen Rabb’ini Tanır

Tasavvufun esası, nefsi bilmekten gecer. Nefsi tanımak kolay de- Daha once de ifade ettiğimiz gibi nefis, dunya aklı ile ikna edilen bir yapıda yaratılmamıştır. Onun icin nefsin hakkından gelmek herkesin harcı değildir.

Rabbimiz TeĂ‚lĂ‚ azgınlaşmış nefse boyun eğmekten kacınan ve samimiyetle yuce Allah’a yonelen kullara mujdeler vermiş ve bu kimseleri Kur’Ă‚n-ı Kerîm’de şoyle ovmuştur:
“O halde kullarımı mujdele!) Sozu dinleyip de onun en guzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin tĂ‚ kendileridir (Zumer 39/18)

Âyet-i kerimede gecen “hidayet”ten maksat, Allah TeĂ‚lĂ‚’nın kendi zatını tanımaları icin kullarında yarattığı marifet nurudur. Marifet nuru kalpte meydana gelir. İman değerinin kalpte artmasıyla zuhur eder. Allah TeĂ‚lĂ‚’yı aklen tanımak mumkun değildir. O’nu ancak sıfatlarıy*la bilebiliriz. Bu da kalpteki nurla olur. Eğer Allah’ı gercekten bilmek istiyorsak “Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerden” olmamız lazımdır. Hidayet, Allah TeĂ‚lĂ‚’nın yolunda bulunmak demektir. Allah bir kuluna zatını bildirmek isterse ona bu hidayet yolunun nurunu da ihsan eder.

Allah TeĂ‚lĂ‚’nın zatını bilmek Resûl-i Kibriya Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] peygamberliğine ve onun getirdiklerine iman etmekle olur. Rabbu’l-Ă‚lemin buyurmuş:
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi cağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlu’nun cağnsına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi ara*sına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız” (EnfĂ‚l 8/24)

Buna gore Allah TeĂ‚lĂ‚, ashĂ‚b-ı kirĂ‚m efendilerimizi, kadın olsun erkek olsun hakikate cağırdığı ve hidayete sevkettiği zaman onlar, nefislerinin bağlı olduğu butun alakalarını hemen yok ederek geldiler. Peygamberimiz’e [sallallahu aleyhi vesellem] iman ettiler. Cunku nefsin dunyevî bir alakası olursa; bu, yuce Allah’ın davetine gercek manada teslim olmaya mĂ‚ni teşkil eder. Onun icin nefsi tanımak, Rabbu’l-Ă‚lemin’i bilmeyi sağlar. “Nefsini bilen Rabb’ini tanır” sırrında da bu hakikat vardır.

Mumin, iman ettiği icin kĂ‚inatın hicbir şeyiyle kıyaslanamaz. İman bir nurdur. Bu nur manevi bir kuvvettir. İman sahibi cihana meydan okuyabilir. Hak ye hakikati haykırabilir. Zira Allah’ın yarattığı en buyuk nimet imandır. İman, marifet-i ilĂ‚hîyyeyi yani yuce Allah’ı bilmeyi, o da muhabbet-i ilĂ‚hiyyeyi yani Allah sevgisini meydana getirir. Muhabbet-i ilĂ‚hiyye ise Rabbu’l-Ă‚lemin’e ulfet ve unsiyeti icap ettirir. Bu mertebeleri aşmak ancak kĂ‚mil mumin icin soz konusu olabilir. Rabbimiz TeĂ‚lĂ‚ buyurmuş:
“Gevşemeyin, huzunlenmeyin. Eğer (gercekten) iman etmiş kimselerseniz ustun olan sîzlersiniz.” (Âı-i imrĂ‚n 3/139)

Buradan da anlaşılıyor ki muminlerin hepsi, iman etmiş olmakla cok kıymetli bir mertebede bulunmaktadır.

Abdurrahman-ı CĂ‚mî hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu], NefehĂ‚tu’l-Uns adlı eserinde şoyle buyurur:

“Marifet-i ilĂ‚hiyye dort şeyi bilmekle mumkundur:
1. Nefsini bilmek,
2. Dunyayı bilmek,
3. Ahireti bilmek,
4. Allah’ı bilmek.”

İman etmiş olanların en temel ozelliklerini bu dort temel noktada toplamak mumkundur. Nefsinin sıfatlarını tanımayan, dunyanın peşine duşup gider. Allah’ı tanımaz ve bilmezse iman etmenin tadını da ala*maz. Rabbimiz, Ă‚yet-i kerimede meĂ‚len şoyle buyruluyor:

“Sozu dinleyip de onun en guzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zumer 39/18)

Şu halde gercekten iman edenler, yuce Allah’ın cağrısına dikkatle kulak vererek Resûlullah’a [sallallahu aleyhi vesellem] uyan kullardır. Cunku dunya hayatı nefsin hoşuna gider. Şu dunya hayatında her ne iş ya*parsak altından muhakkak nefsin bir lezzeti cıkabilir. Tabii ki bu, imanı zayıf olanlar icindir.

Kulun Allah’a ihtiyacı nihayetsizdir. Her şey O’nun kudret elinde olmasına rağmen nefsimize karşı cıkamadığımız zaman nefis, yapılan işlerden pay alır.

Allah’a tam bir teslimiyetle itaat edene şeytan sokulamaz. Ancak nefis, haram olan bir işe meyledince, bu durum Allah’ın azametine isyan sayılır. O zaman nefisten manevi bir koku cıkar. İşte şeytan bu kokuyu alınca bilir ki o nefis, Allah’a- isyan halindedir. Şeytan da hemen gidip o kimseyi kandırmaya başlar. Cunku şeytan nefis ile ittifak kurmuş gibi olur. Az once okuduğumuz Ă‚yetin mealini bir kez daha hatırlayalım:

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi cağırdığı zaman, Allah’ın ve Resulu’nun cağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız” (EnfĂ‚l 8/24)

İşte bu Ă‚yetin tefsirini yapan Ă‚limler de buyurmuş ki:
“İcinizdeki gizli duygularınızla da Allah’a ve O’nun Peygamber’ine [sallallahu aleyhi vesellem] uyun. Cunku nefisler; Allah ve Resûlu’ne uymak ve Allah’tan utanmakla şifa bulur.

Âşıklar ne guzel soylemiş:

YĂ‚ Rab, haberin nerden alalım
Bir kĂ‚mil murşide varalım Hakk’ın yoluna kurban olalım
Bir anda sabah olmaz ebedÂ
Gozume uyku girmez ebedÂ
Gonlum teselli bulmaz ebedÂ
Tazedir solmaz Hakk’ın gulleri
MestÂne gezer saadet kullan
Gayet incedir Hakk’ın yolları
Bir anda sabah olmaz ebedÂ
Gozume uyku girmez ebedÂ
Gonlum teselli bulmaz ebedÂ
Gonul kuşunu eyleyemedim
Dunyaya mesken ağlayamadım
Yandı yureğim ağlayamadım
Bir anda sabah olmaz ebedÂ
Gozume uyku girmez ebedÂ
Gonlum teselli bulmaz ebedÂ

Yuce Allah’ın haberi insan-ı kĂ‚milden alınır. İnsan-ı kĂ‚mil ikidir:
Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] ve onun vĂ‚risi olan evliya-i kirĂ‚mdır.

Nefsin, bir haberi alması icin onu anlaması lazımdır. Onun icin biz, hakikatleri anlamak icin cok gayret ederiz. Cunku nefsin, elem ve ıstıraplarından kurtulmak icin pek cok zahmet cekilir. İnsanoğlunun nefis belasından kurtulması cok kolay olmaz. Marifet-i ilĂ‚hiyyeyi ve muhabbet-i ilĂ‚hiyyeyi elde etmek icin nefse rehberlik edecek imanı kĂ‚mil bir zat lazımdır ki insanoğlu, gonlunu MevlĂ‚’dan uzaklaştıran zorluktan kurtulabilsin.

Yukarıda Ă‚şıkların soylediği sozler ne guzel! Dikkat edilirse, bu İlĂ‚hide gonlunu Allah’a tam manasıyla bağlayamamanın bir feryadı vardır. Gonlun yuce Allah’a tam olarak bağlanabilmesi icin, nefsin derdinden kurtulması gerekir. Cunku nefsini unutan insan cehennem yolundadır.
Rabbimiz TeĂ‚lĂ‚ buyurmuş:

“Nefsinin arzusunu ilĂ‚h edinen, Allah’ın; (halini) bildiği icin saptırdığı ve kulağını ve kalbini muhurlediği, gozune de perde cektiği kimseyi gordun mu? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? HĂ‚lĂ‚ duşunup ibret almayacak mısınız.?” (CĂ‚siye 45/23)

İmanı kĂ‚mil zatlardan İbrahim b. ŞeybĂ‚n hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu] anlatıyor:

“Uzun bir zamandır mercimek yemeği ile karnımı doyurmayı arzuluyordum, fakat nasip olmamıştı. Bir defasında Şam’da bulunuyordum. Bulunduğum mecliste mercimek ikram ettiler. Ve sonra oradan ayrıldım. Derken, carşıda yurumeye başladım. Bir dukkĂ‚nın onunde asılı vaziyette duran bazı cam şişeler gordum, icinde su damlacıklarına benzer bir şeyler vardı. Ben onu sirke zannettim. DukkĂ‚n sahibi,
Hey derviş, neye bakıyorsun? Onlar şarap ornekleridir, şunlar da şarap kupleridir, dedi.
O zaman ben kendi kendime, ‘Bunları kırmak bana farz oldu’ dedim ve şarap dukkĂ‚nına girdim. Kupleri kırmaya başladım. DukkĂ‚n sahibi benim onları sultanın emriyle kırdığımı zannetti. Ama durumun oyle olmadığını anlayınca, beni yaka paca edip Sultan Ahmed b. Tolun’a goturdu. O da bana 200 değnek-vurulmasını emretti. Beni zindana attılar.
Bir muddet zindanda kaldım. Ustadım Ebû Abdullah Mağribî hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu] o beldeye gelene kadar zindanda kaldım. Ustadım benim icin aracı oldu da beni hapisten cıkardılar. Ustadım beni gorunce,
Sen ne yaptın, diye sordu. Ben de, ‘Bir defa mercimekle karnımı doyurdum ve 200 değnek yedim’ dedim. Ustadım,
Ucuz kurtulmuşsun, dedi.”
Nefsi Terbiye İcin

Allah ve Resûlu’nun Sozune Uymak Gerekir.

Musluman Allah’a teslim olan kimse demektir. Musluman nefsi*ne teslim olmaz. İman ettiği Rabb’ine boyun eğer. Onun icin Musluman kimse her zaman nefsi ile uğraşan ve onu teslim alan biri olmalıdır. Nefsin ozelliğinden anlar. Şeytanın kalbe geliş yollarını bilir. Neye uyması gerektiğini kĂ‚len ve kalben bilir.
Âyet-i kerimede buyrulmuş:

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi cağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlu’nun cağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (EnfĂ‚i 8/24)

Akşemseddin hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu], Goynuk’te tekkesinde her geleni kabul ederdi. Onun dergĂ‚hına bedeni zĂ‚hiren hasta olan*lar da gelirdi. Yuce Allah’ın şifa vermesi icin kendisinden dua talep ederlerdi. Akşemseddin hazretleri hem hikmet sahibi bir veli hem de zĂ‚hiren tıp Ă‚limiydi. Ona sordular:
Sen şeyhsin. Maddi hastalığı nasıl biliyorsun? Otlar bana hangi derde deva olduklarını haber veriyorlar, dedi. Eşyanın dilini bilmek sadece zĂ‚hirî ilimle olmaz. Manevi ilim de gereklidir. İnsan kĂ‚mil olursa, eşyanın lisansından anlamaya başlar. CenĂ‚b-ı Hakk’ın sahih ve guzel haberleri o kimsenin kalbine doğar. O zaman bu kĂ‚mil iman sahibi kimse binlerce hakikate ulaşır. Ve Ă‚yet-i celilenin hukmu de ortaya cıkar:

“Allah dilediğine işittirir” (FĂ‚tır 35/22).
Yeter ki insan nefsin lisanından anlasın.

Biz, yuce Allah’ın hitabına uyarsak, Allah da bizim duamıza, “Buyur ey kulum” der. Nefsimiz ıslah olma yoluna girmedikce, Allah TealĂ‚ da insanlara yardım fırsatlarını coğaltmaz.

Resulullah Efendimiz’in nakletmiş olduğu bir kudsî hadiste CenĂ‚b-ı Hak, biz bir karış yaklaşırsak kendisinin de bize bir arşın yaklaşacağını buyuruyor: “Bir kimse bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Bir kimse bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulac yaklaşırım. yuruyerek gelirse ben ona koşarak giderim. (BuhĂ‚rî, Tevhid, 15, 35, 50; Muslim, Zikir, Tevbe,1; Tirmizî, DaavĂ‚t, 142)

Tabii ki burada anlatılmak istenen manevi yakınlıktır.
İnsanlar iki kısımdır: Ya nefsi hakkında veya Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkında Ă‚riftir. Nefsi hakkında Ă‚rif olan kimse, nefsinin her turlu lezzetlerini cok iyi bilir. Allah TeĂ‚lĂ‚’yı bile*nin ise her işi gece gunduz tovbe, istiğfar, ibadet ve taat olur. ”
Ebû Hafs el-HaddĂ‚d hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu], bu yola girmeden once nefsinden gelen haberi bilmezdi. Yani ilim ve marifet sahibi değildi. Bir cĂ‚riyeye Ă‚şık olmuştu. Caresini bulamayınca NîşĂ‚bur’da bir yahudi buyucuye gitti. Buyucu ona, kırk gun sureyle ibadet etmemesini ve hicbir hayırlı iş yapmamasını, Allah’ın adını dahi ağzına almamasını, bu meseleyi ancak bu şekilde cozebileceğini, kırk gun sonra da cĂ‚riyenin kendi ayakları ile yanına geleceğini soyledi.
Ebû Hafs, yahudinin sozune itibar etti. Kırk gun boyunca ibadetleri, hayırlı işleri ve Allah’ın zikrini terketti. Ama netice alamadı. Tekrar yahudinin yanına gitti. Yahudi ona sordu:
Kırk gundur sen ne yaptın da benim sihrim tutmadı? Dediğin gibi, Allah adını bile ağzıma hic almadım. Hayırlı iş yapmadım. Yalnız bir gun, muminlere eza olmasın diye, yoldaki bir taşı kenara attım. Senin iman etmiş olduğun Allah, ne kadar kerem sahibi! Kırk gundur isyanın bin turlusunu işledin de sana darılmadı, muminlere eza olmasın diye yaptığın ufacık bir hayır ise bizim sihri bozdu! Ebû Hafs, yahudinin bu sozlerinden cok etkilendi. Dinine daha cok sarıldı.
Aslında bu zat, demircilik yapardı. Yapmış olduğu işten her gun bir altın kazanır; kazandığını dul ve yetimlere dağıtırdı. Boylelikle nefsini kotuluklerden alıkordu:
Ey nefsim! Sen, orucunu acmak icin bir altınla beslenecek kadar değerli değilsin, derdi. Yine bir defasında carşıdan gecerken bir dervişin okumuş olduğu şu Kur’an Ă‚yetlerini işitti:

“Hayır, (bu yakınmaları) daha once gizlemekte oldukları şeyler onlara gorundu (de ondan). Eğer cevrilselerdi, elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine doneceklerdi. Şuphesiz onlar yalancıdırlar” (En‘Ă‚m 6/28).
O zaman Ebû Hafs şoyle dua etti:
Ey Rabbim! Ben sadece senin rızanı isterim. Beni nefsimin be*lasından kurtar. Şu nefis belasından beni koru da her an sana marifet ve muhabbetle sadık bir kul olayım! Aradan cok zaman gecmedi. Yuce Allah’tan beklediği (rıza makamı) kendisine gorundu ve Allah TeĂ‚lĂ‚’nın manevi yardımına yetişti. Artık ondan sonra Allah’ın muhabbetinden, demir doverken, demiri maşa ve kelepce ile tutmak yerine eliyle tutmaya başladı. Dunya gozunden silinip gitti.
Bir gun cıraklara, “Cekicleyin!” dedi. Cırakları şaşırmış kalmıştı. Cunku usta, kor halindeki demir parcalarını eline almış tutuyordu. Cırakları bağırmaya başlayınca Ebû Hafs hazretleri [kaddesallahu sırrahu] cezbelendi. Ve o bu cezbe halinde iken dunyalıklarını terketti. Fakirlere bağışladı. Bir daha da dunya malına heves etmedi:
Bunca yıldır nefsimden ve boş dunya meşgalesinden kurtulayım, dedim. Bir faydası olmadı. Bundan sonra işimizi daha sağlam tutalım da artık yapmış olduklarımız Allah icin olsun, dedi. Nefsini, artık elinde tuttuğu eski demir parcası diye bildi; onu muhabbet ateşine oylece soktu. Riyazet ve mucahede ile Allah rızasını tahsil yoluna girdi. Tasavvuf yolunda ilerledi. Nefsine,
Ben seni doveceğim, senden anahtar yapacağım, cennet kapısını o zaman acacağım. Seni kilit gibi kullanacağım, haram olan işlere seni kapattıracağım, diye soz verdi. Allah TeĂ‚lĂ‚ da onu maneviyatta destekledi. Adı buyuk veliler listesine yazıldı.
Onun yaşadığı yerde (NîşĂ‚bur/KurdĂ‚bĂ‚d) bir medrese vardı:
Biz her gun hadis dersi yapıyoruz, hadisleri okuyoruz, gel sen de katıl bize, dediler. Ebû Hafs’ın cevabı şu oldu: Otuz yıl oldu; dinlemiş olduğum bir hadisin hukmunu hĂ‚lĂ‚ verebilmiş değilim. Her gun bir tane daha okuyup eğer onu yaşamazsam yine derdime care olmaz! Otuz senedir hukmunu yerine getiremediği hadisi sordular. Onlara şu hadisi nakletti: “Kişinin mĂ‚lĂ‚yĂ‚niyi (işine yaramayan boş işleri, sozleri) terketmesi, İslĂ‚m’ının guzelliğindendir.” (Tirmizî, Zuhd, 11; ayrıca bk. Ibn MĂ‚ce, Fiten, 12)
Sonra da,
“Bu hadis-i şerife gore, ben daha nefsimin binbir arzu ve haramını terk edemedim. Dilim gıybetten, gonlum suizandan, hırs ve tamahtan kurtulamadı!” dedi.

Tasavvuf yolu iki adımdır, diyenler de oldu. Bu yolun hepsi, yedi adımdır. Sevdiklerimizden bir kısmı, işi altıncı adıma kadar ulaştırdı. Beşinci, dorduncu basamaklarda olanlar da vardır. Ucuncu basamakta olanlar, talip olanlara manevi ders vermektedirler. Daha ilerdekilerin nasıl olduklarını artık anlayınız! Yuksekleri ozlemek lazımdır. Aşağı ve az şeylerle yetinmemek lazımdır.”

Allah TeĂ‚lĂ‚, insanoğlunun nefsine birtakım ozellikler yuklemiştir. İşlenen gunahlarla nefsin harama meyleden hususiyetlerini coğaltmamak lazımdır. CenĂ‚b-ı Hak samimi bir şekilde tovbe edenlerin tovbelerini kabul buyuruyor. Ama kul gunahları meydana getiren kotu ahlĂ‚kı ve nefsinin cirkin huylarını değiştirmezse, gunahlara tovbe etse de, hakiki menfaati elde edemiyor. Yani ahlĂ‚kı guzelleşmedikce gunah kapısı kapanmış olmuyor. Onun icin gunahta ısrar etmek buyuk gunahlardan sayılmış. Kucuk gunahlar da birike birike buyuk gunah olur.

İmam Nevevî hazretleri [radıyaiiĂ‚hu anh] buyurmuş:
“Tasavvuftan maksat gunahları terk etmek olmakla beraber kul, gunahları meydana getiren kotu ahlĂ‚kı, guzel ahlĂ‚ka dondurmedikce kĂ‚mil bir ahlĂ‚ka gecmiş sayılmaz.”
İşte bu guzel ahlĂ‚kı elde etmek icin tasavvuf yolunda “nefsi oldurmek” gerekir. Burada nefsi oldurmek derken, nefis olup yok olmaz. Ancak ıslah edilir; yani kotu makamdan bir başka guzel makama gecilir.
Allah’a kulluk etmeyenin nefsi kotudur ve nefs-i emmĂ‚re seviyesindedir. Nefs-i emmĂ‚re başıboşluktan, kendi hevĂ‚sında dolaşıp durmaktan kontrol altına alınamayışından dolayı “emmĂ‚re” (her zaman kotuluğu emreden) adıyla anılmıştır. Eğer insanlara nefis verilmemiş olsaydı dunya hayatındaki imtihanın da herhangi bir kıymeti kalmazdı.

Mesela meleklerde nefis yoktur. Bu sebeple zina, yalan ... vb. konularda gunaha girmezler ve bu konuda sorumlulukları da yoktur. Cunku bu hususları bilmezler, tanımazlar. Nefisleri olmadığından zina etmek, yalan soylemek gibi duyguları ve hevesleri yoktur. Bu yuzden de makamları sabittir. Nasıl yaratılmışlar ise o halde ibadet eder dururlar. Ancak insanoğlunun makamı sabit değildir. İnsan, ya en yuce makamlara (Ă‚lĂ‚-yı illiyyin) yukselir veya en aşağı seviyeye (esfel-i sĂ‚filin) yani nefs-i emmĂ‚renin en cirkin sıfatlarının olduğu aşağılık seviyesine duşebilir. Eğer insanda nefs-i emmĂ‚re olmasaydı bizim de yeryuzunde olmamızın bir anlamı olmazdı.
Bu sebeple, “Keşke hic gunah işlemeseydik” diyemeyiz. Asıl marifet, nefsi yerli yerinde kullanabilmektir. Bunun yolu da ancak kotu sıfatlarımızı duzeltmekle olur.

Kur’an ve Sunnet’e uymamanın aslı, nefsi bilmemeye dayanmaktadır. Nefsinin hevĂ‚sına uyan kimse “Hak kuvvettedir” derse ve işi guc ve kuvvet kullanmaya dondururse zulum ile amel etmiş ve anarşiyi koruklemiş olur. O zaman olen neye olduğunu, olduren de neden oldurduğunu bilmez.
Sevgili Peygamberimiz [sallailahu aleyhi vesellem] şoyle buyurmuş:
Olumden once yuce Allah onu (salih kulu), salih amel işlemeye muvaffak kılar. Allah’tan korkmanın alameti ise Allah’tan başka hicbir şeyden korkmamaktır.”
Nefsî duyguların karışmadığı ameli işlemek lazımdır. Her ameli yapmış olmak insana yetmiyor. Necmeddin-i KubrĂ‚ hazretlerinin de [kaddesaiiahu sırrahu] beyan ettiği gibi, “İnsanın nefsi kotuluğu emredici bir ozellikte yaratılmıştır.”

Nefis herkeste vardır, Bu kotu nefisten yegĂ‚ne kurtuluş caresi, kĂ‚mil bir murşid bulup ona bağlanmaktadır. Unutmamak gerekir ki, bir murşid-i kĂ‚mil, “kotu”yu hemen “iyi” yapacak değildir. Kotuluk sahibi olan kişiyi, yuce Allah’ın hukumleriyle once terbiye eder. Yani muridine seyru suluk yaptırır. Kur’an’ın ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanmayı tavsiye eder.

Şah-ı Nakşibend hazretleri [kaddesaiiahu sırrahu] buyurmuştur:
“Allah bir kulunu severse onu sevdiğine gonderir.”
Kul gunahın affedilmesi icin, gunahın cinsine gore bela ve musibe*tini ceker. Allah da kuluna yardım eder. Zunrıûn-ı Mısrî hazretleri [kadde- saiiahu sırrahu] şoyle buyurmuş:
“Allah’tan korkup Allah’ı cok sevmedikce (muhabbet-i ilĂ‚hîyye meydana gelmedikce) kişide manevi olgunluk (kemalat) meydana gelmez

Tasavvuf, insana Allah’tan gereği gibi korkmayı oğretiyor. Buna marifet-i ilĂ‚hiyye deniliyor. Bu da Allah’ı bilmek, tanımak demek oluyor.
Tasavvuf yolunun buyuklerine gore marifet-i ilĂ‚hiyye ilmine sahip kulun birtakım ozellikleri vardır. Onlar da şunlardır:
Marifet ehli zat, Allah TeĂ‚lĂ‚’yı isim ve sıfatları ile tanır. Butun işlerinde Allah’a karşı samimi ve sadıktır. Butun kotu ahlĂ‚klardan temizlenmiştir. Kalbi surekli CenĂ‚b-ı Hakk’a bağlıdır.
Bu ozellikleriyle marifet ehli kimseye, Allah TeĂ‚lĂ‚, rahmetiyle yonelip guzel ihsanlarda bulunur. Bu kimsede nefsin vesveseleri yoktur. Kalbi kendisini Hakk’ın dışında bir şeye cağıran hicbir duşunce (ve sese) kulak vermez. Marifet ehlinin kalbi CenĂ‚b-ı Hakk’ın dışında sukûnet aranan ve duşunulen her şeyden temizdir. Her an Allah TeĂ‚lĂ‚’ya yalvarır. O’na yonelir. Hak TeĂ‚lĂ‚ kĂ‚inatta icra ettiği kader sırlarını ona acıp tanıtmıştır. İşte bu kimseye “Ă‚rif” denir. Ârif olan zĂ‚tın, sahip olduğu hallere de “marifet” denir.



rufai


__________________