İslĂ‚m’ın hedeflediği “kĂ‚mil bir mu’min” olabilmek icin, dîni “ilim, amel ve ihlĂ‚s” butunluğu icinde idrĂ‚k edip yaşamak îcĂ‚b eder. Hakîkaten;
• Makbul bir kulluk hayatı icin “ilim” zarurîdir. LĂ‚kin ilim, kulu huşû, takvĂ‚ ve sĂ‚lih amellere sevk ederek mĂ‚rifetullĂ‚h’a ulaştırıyorsa Hak katında bir kıymet ifĂ‚de eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Kul*la*rı icin*de an*cak Ă‚lim*ler Al*lah’tan (hakkıyla) kor*karlar...” (FĂ‚*tır, 28)
Demek ki ilimle iştigĂ‚l ettiği hĂ‚lde, kalbinde yeterince takvĂ‚ duygusu / Allah korkusu inkişĂ‚f etmemiş bir kimsenin bu tahsilinde hayır yoktur. Nebevî tĂ‚biriyle o ilim; faydasız ilimdir.1 Ne son nefeste fayda verir, ne kabir hayatında, ne de Ă‚hirette...
• Makbul bir kulluk hayatı icin mu’min, “ilmiyle Ă‚mil” olmalıdır. Amel edilmeyen bir ilim, Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın tĂ‚biriyle; “odunc alınmış suslu bir elbise” gibidir. O ilim, kişinin şahsiyet ve karakter harcına karışmaz, dolayısıyla irfĂ‚na donuşmez.
İlim yalnızca zihne depo edilip dilde kalırsa, kalbe tesir etmeyip davranışlara yansımaz ise, faydasız bir hamallıktan ibĂ‚ret kalır. CenĂ‚b-ı Hak, bu vasıftaki Benî İsrĂ‚il Ă‚limleri icin; “kitap yuklu merkepler” teşbihinde bulunmaktadır.2 Gercekten de ilĂ‚hî hakîkatler karşısında alık ve abus bir hĂ‚lde kalanlar, nefsĂ‚nî arzularının sefil bir esiri olmaktan kurtulamazlar.
• Makbul bir kulluk hayatı icin “ihlĂ‚s ve takvĂ‚” zarûrîdir. Yani dînin zĂ‚*hi*rini teşkil eden ilim ve ameller, bĂ‚tınını teşkil eden ihlĂ‚s ve takvĂ‚ ile mezcedilmelidir. Zira ilim ve amelin makbûliyeti, ancak kulun ihlĂ‚s ve takvĂ‚sı derecesindedir.
İbadetlerin şeklî kısmını ekseriyetle Sunnet-i Seniy*ye’*den oğreniriz. CenĂ‚b-ı Hak ise Kur’Ă‚n-ı Kerîm’*de da*ha ziyĂ‚de ibadet*lerin kal*bî cihetine işaret eder. Me*se*lĂ‚; “Mu’minler felĂ‚h buldu…” bu*yurur. Hemen devamında ise bunun kalbî bir vasfa bağlı olduğuna dikkat cekerek; “Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” buyurur. (Bkz. el-Mu’minûn, 1-2)
Yani ibadetlerin bir şeklî bir de kalbî tarafı vardır. Tasavvuf da, Kur’Ă‚n’da bahsi gecen, ihlĂ‚s, takvĂ‚, huşû, tevbe, rızĂ‚ gibi rûhĂ‚nî hĂ‚llerin nasıl yaşanacağını; buna mukābil, riyĂ‚, ucup, kibir, haset gibi nefsĂ‚nî marazların nasıl bertaraf edileceğini oğreten bir mĂ‚nevî terbiye yoludur.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Hazretleri, sohbetlerinde ve mektuplarında sık sık şu îkazda bulunmuşlardır:
“Şerîatin (dînî hayatın) uc kısmı vardır: İlim, amel ve ihlĂ‚s. Bunlar tam olarak îfĂ‚ edilmedikce şerîatin îcĂ‚bı yerine getirilmiş olmaz… Tasav*vufî bir hayatı elde etmekten maksat, şerîati ikmĂ‚l etmektir. Yoksa tasavvuf, şerîatin dışında bir şey değildir…” (Bkz. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, MektûbĂ‚t, I, 206, no: 36)
Yani ilim, amel ve ihlĂ‚s, birbirini tamamlayan uc unsurdur. Dînin derûnî ciheti, ruh ve mĂ‚nĂ‚ derinliği olan tasavvuf da, kulluk hayatının kĂ‚mil ve makbul olmasını temin icin birbirini tamamlayan bu uc esastan biridir. Bu yonuyle tasavvuf, Ă‚deta sutun icindeki laktoz ve protein gibidir. Nasıl ki sutun icinden bu maddeler cıkarıldığında onun aslî huviyeti kaybolursa, dînî hayattan da tasavvufî derinlik ve incelikler cıkarıldığında, geriye zĂ‚hirî kĂ‚ideler manzûmesinden ibĂ‚ret, noksan bir din anlayışı kalır.
Bu gerceğe rağmen, bilhassa gunumuzde tasavvufî hayata sahiplik iddiasıyla arz-ı endĂ‚m eden bĂ‚zı gĂ‚fillerin yaptığı gibi, dîni tamamen bĂ‚tınî hukumlerden ibĂ‚ret gorup zĂ‚hirî hukumleri hafife almak da, tasavvufun gĂ‚yesini idrĂ‚k edememektir. Nitekim; “Kalbin temiz olsun da, gerisi muhim değil.” kabîlinden, nefsĂ‚nî yaşayışa prim veren bir anlayışın, nefsi aşma yolu olan gercek tasavvufla hicbir alĂ‚kası olamaz.
Nasıl ki Allah Rasûlu (s.a.v.), mĂ‚nevî kemĂ‚lĂ‚tın zirvesinde bulunmasına rağmen, dînin zĂ‚hirî mukellefiyetlerinden kendini muaf gormeyip onları son nefesine kadar buyuk bir aşk ve şevk ile îfĂ‚ etmişse, O’nu ornek alması gereken her mu’min de, -mĂ‚nen hangi makam ve mevkîde olursa olsun- bu vazifelerini yerine getirmek durumundadır.
Cunku İslĂ‚m’ın zĂ‚hirî hukumleri, Ă‚deta vucûdu ayakta tutan iskelet gibidir. O iskelet sağlam değilse vucut binĂ‚sı cokmeye mahkûmdur. Fakat sırf iskeletten ibĂ‚ret bir dînî hayat da -kimilerinin kasıtlı olarak gostermek istedikleri gibi- urkutucu, soğuk ve ruhsuz bir İslĂ‚m anlayışı ortaya koyar.
İslĂ‚m, beşikten mezara kadar, hayatın her safhasını tanzim eder. İslĂ‚m’ın bu vasfı unutulup, ilĂ‚hî emirler hayatın bĂ‚zı safhalarında geri plĂ‚nda bırakılırsa kulluk hayatında derin mĂ‚nevî boşluklar meydana gelir ve o boşlukları nefsĂ‚nî temĂ‚yuller doldurmaya başlar. Bu ise kulluk hayatının Hak katında makbul bir seviyeye ulaşmasına mĂ‚nî olur.
Bu sebeple en selĂ‚metli yol; Rabbimizin “kĂ‚mil insan” modeli olarak insanlığa armağan ettiği Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in mubĂ‚rek izinden ayrılmamaktır. Nitekim ilim, amel, ihlĂ‚s ve takvĂ‚, Allah Rasûlu’nun nebevî hayatında mukemmel bir sûrette mezcolmuş bir hĂ‚lde idi.
Bizler de O’nun ummeti olarak; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (BuhĂ‚rî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezĂ‚sınca, Efendimiz’e duyduğumuz muhabbet, itaat ve kalbî rĂ‚bıtamızı, O’nunla dĂ‚imî bir hĂ‚l beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliğine donuşturmeye gayret etmeliyiz.
Zira gonuller, Allah Rasûlu’nun hĂ‚liyle hĂ‚llen*diği olcude O’nunla beraberliğe nĂ‚il olabilir. Bunun en bĂ‚riz misĂ‚li ashĂ‚b-ı kirĂ‚mdır.
Sıradan bir insanı taklid edip ona benzemek kolaydır. AllĂ‚h’ın sĂ‚lih bir kulunu taklid etmek ise nefse bir hayli zor gelir. Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendi*miz’i taklid edip O’na benzeyebilmek ise, nefsĂ‚nî arzuları bertarĂ‚f ederek, gerektiğinde cok ağır bedeller odeyebilmeyi îcĂ‚b ettirir. İşte sahĂ‚be-i kirĂ‚m bunu başarmıştı. Kalbî hayatta merhaleler kat ederek Allah Rasûlu ile dostluğu temin etmişlerdi. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (s.a.v.)’in emirlerini iştiyakla bekleyip O’nun her arzusuna; “Canım, malım, her şeyim Sana fedĂ‚ olsun yĂ‚ RasûlĂ‚llah!” karşılığını vermişlerdi. Coğu zaman, hikmetini bilmedikleri hususlarda bile tam bir muhabbet ve teslîmiyetle Efendimiz’e tĂ‚bî olmuş, suĂ‚l sormaya bile ihtiyac duymamışlardı.
Yine Peygamber Ă‚şığı sahĂ‚bîler, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in şifĂ‚hen bildirdiği emirler kadar, O’nun îmĂ‚ ve işĂ‚retlerine de buyuk bir hassĂ‚siyet gostermişlerdi. Oyle ki, O’nu bir sĂ‚lih amel uzere bir defa gormeleri kĂ‚fî idi. Onun farz mı, vĂ‚cip mi, sunnet mi olduğunu sormamış; Efendimiz (s.a.v.) o sĂ‚lih ameli emretme ihtiyacı gormese bile onu omurleri boyunca tatbik etmeye calışmışlardı. Nitekim sahĂ‚beden Enes (r.a.) buyurur ki:
“Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i bir gun DuhĂ‚ namazı kılarken gordum. O gunden sonra bu namazı hic terk etmedim.”
Bu rivĂ‚yeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassĂ‚siyet icinde şoyle der:
“Hazret-i Enes’in bu ifĂ‚delerinden sonra ben de o namazı hic terk etmedim.” (Bkz. TaberĂ‚nî, Evsat, II, 68/1276)
SahĂ‚be-i kirĂ‚m, Allah ve Rasûlu’nun yolunda canlarıyla ve malla*rıyla fedĂ‚kĂ‚rlıkta bulunmayı kendileri icin en buyuk nîmet, lezzet ve saĂ‚det telĂ‚kkî etmişlerdi. Bu yolda cektikleri cefĂ‚ları safĂ‚ hĂ‚line getirmişlerdi. Zira gercek muhabbetin kantarı fedĂ‚kĂ‚rlıktır. Bu fedĂ‚kĂ‚rlıkları sĂ‚yesinde de Efendimiz’le beraberliklerini ebediyyet ufkuna taşımışlardı.
Bizler de ashĂ‚bın hĂ‚linden ders alarak ilim, amel ve takvĂ‚mızla Allah Rasûlu’ne benzemeye calışalım ki, O’nunla beraberliğin izzet ve bahtiyarlığından -AllĂ‚h’ın lûtfu ile- nasipdĂ‚r olalım.
♦ İlimde Allah Rasûlu’ne benzemek icin: Aklımızı ve kalbimizi Kur’Ă‚n ve Sunnet’in tĂ‚lim ve terbiyesi altında bir omur eğitmeye gayret edelim. Zira ebedî istikbĂ‚li kazandıracak olan gercek ilim, Kur’Ă‚n-ı Kerîm kulturudur. Bu, butun ilimlerin hikmet tarafı ve zirvesidir.
Zira Kur’Ă‚n’ın menşei CenĂ‚b-ı Hak’tır. Kur’Ă‚n, bu fĂ‚nî îman dershĂ‚nesinin en buyuk ders kitabıdır. En muhim ilim de, Kur’Ă‚n’ın takvĂ‚ ile tahsil edilip kalbe nakşedilmesi ve gonullerde mĂ‚rifetullĂ‚h’a bir kapı acılmasıdır. CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“O kitap (Kur’Ă‚n); onda asla şuphe yoktur. O, takvĂ‚ sahipleri icin bir hidĂ‚yettir (yol gostericidir).” (el-Bakara, 2)
“…Allah’tan korkun (takvĂ‚ sahibi olun), Allah size oğretir…” (el-Bakara, 282)
İlmin insanlık Ă‚le*min*deki zirve tecel*lîsi, şuphesiz ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’dir. İlimde merhale alabilmenin gostergesi ise, Kur’Ă‚n’ın fiilî ve muşahhas bir tefsîri olan Allah Rasûlu’nu tıpkı AshĂ‚b-ı Suffe gibi yakından tanıyabilmek, O’nun rûhĂ‚nî dokusundan hisse alıp, ozde ve fiilde bir musluman olabilmektir. Kur’Ă‚n ve Sunnet’in rahle-i tedrîsinde gorulecek olan boyle bir takvĂ‚ tahsilinin neticesi ise; dunyada huzur, kabirde huzur, Ă‚hirette huzurdur.
♦ Amelde Allah Rasûlu’ne benzemek icin: Kur’Ă‚n ve Sunnet’te bildirilen ilĂ‚hî tĂ‚limatları hayatımıza yansıtarak İslĂ‚m’ı hĂ‚l ve davranışları*mızla temsil ve tebliğ etmenin gayreti icinde bulunalım.
♦ TakvĂ‚da Allah Rasûlu’ne benzemek icin: İlim ve amellerimizi kendi şahsî ve nefsĂ‚nî goruşlerimizle değil, dĂ‚imĂ‚ takvĂ‚ olculeriyle mîzĂ‚n edelim. Zira Hak katındaki asıl kıymetimiz, takvĂ‚mıza bağlıdır. Nitekim Yuce Rabbimiz;
“…Allah katında en değerli olanınız, en takvĂ‚lı olanınızdır (Allah’tan en cok korkanınızdır)…” (el-HucurĂ‚t, 13) buyurmaktadır.
TakvĂ‚; Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalbi koruma, nefsĂ‚nî arzuları dizginleyip rûhĂ‚nî istîdatları yukselterek Hakk’a guzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvĂ‚, her hĂ‚l ve hareketinde AllĂ‚h’ın gazabından sakınarak O’nun rahmetine sığınmaya gayret etmektir.
TakvĂ‚, ihlĂ‚s, ihsan, huşû, mĂ‚rifetullah, muhabbetullah gibi dînin derûnî hassĂ‚siyetleri, bir bakıma aynı mĂ‚nĂ‚nın farklı ifĂ‚deleridir ve tasavvufun esas muhtevĂ‚sını teşkil ederler. Tasavvufun gĂ‚yesi de, bu hĂ‚llerin kazanılmasıdır. Zira;
TASAVVUF: İslĂ‚m’ın kalbî hayatıdır. Allah Rasûlu’nu aşk ile yakından tanımak ve O’nun gonul ikliminden feyz almak sûretiyle İslĂ‚m’ı, Allah Rasûlu ve sahĂ‚bedeki aslî keyfiyetiyle idrĂ‚k edip tıpkı onlar gibi aşk, şevk, vecd ve guzel ahlĂ‚k ile yaşama gayretinden ibĂ‚rettir. Bu yonuyle tasavvuf, her nefeste Peygamber Efendimiz’le beraberlik hĂ‚linde olmaya gayret etmektir. Zira Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:
“Kim Rasûl’e itaat ederse AllĂ‚h’a itaat etmiş olur…” (en-NisĂ‚, 80)
TASAVVUF: Peygamber Efendimiz’in hayatıyla hem zĂ‚hiren hem de bĂ‚tınen butunleşebilme gayretidir. Nitekim buna muvaffak olan Hak dostları da; dînin zĂ‚hir ve bĂ‚tınını lĂ‚yıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş, zuhd ve takvĂ‚ yolunda kalben mesĂ‚feler kat ederek davranış mukemmelliği*ne ve “peygamber vĂ‚risliği” şerefine ermiş bah*ti*yar* kullar*dır.
On*lar, Haz*ret-i Pey*gam*ber ve ashĂ‚bını gorme şerefine nĂ‚il olama*yanlar icin ornek alınacak zirve şahsiyetlerdir. Zira Hak dostları, tıpkı nûru*nu Guneş’ten alan Ay gibi, nebevî ahlĂ‚kın guzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler. Onların hĂ‚l ve tavırlarını kalbî rikkatle seyredenler, onların Ă‚leminde nebevî ahlĂ‚kın zarif tecellîlerini muşĂ‚hede ederler.
MeselĂ‚ Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gun ashĂ‚bına:
“–Nefsim kudret elinde bulunan AllĂ‚h’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz muddetce cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince Allah Rasûlu (s.a.v.):
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız gibi yalnızca bir*birinize olan merhamet değildir. BilĂ‚kis butun mahlûkĂ‚ta şĂ‚mil olan mer*hamettir, butun mahlûkĂ‚ta şĂ‚mil merhamet!..” buyurdular. (HĂ‚kim, IV, 185/7310)
İşte bu nebevî ahlĂ‚k ile ahlĂ‚klanan Hazret-i Omer (r.a.); “Dicle kenarında bir koyun suya duşup boğulsa, ilĂ‚hî adĂ‚let bunun hesĂ‚bını Omer’den sorar.” duşuncesiyle derin bir vicdan muhĂ‚sebesinde bulunurdu.
İslĂ‚m tarihinde beşinci rĂ‚şid halîfe sayılan Omer bin Abdulazîz (rahmetullahi aleyh) de, dĂ‚imĂ‚ bu mes’ûliyet endişesi icindeydi. Ummet icindeki fakirlerin, gariplerin, kimsesizlerin, ilĂ‚c bulamayan hastaların, hakkını arayamayan mazlumların yardımına yetişemediği takdirde, Rabbinin bundan dolayı kendisini hesĂ‚ba cekmesinden ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in kendisine serzenişte bulunmasından duyduğu endişe ile gozyaşları icinde kalırdı.
İşte nebevî ahlĂ‚k ile ahlĂ‚klanan bir gonul insanı, kendini yureğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtacların imdĂ‚dına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
TASAVVUF: Bir arınma disiplinidir. Allah’tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvĂ‚ya erebilme yoludur. Nefse karşı sulhu olmayan bir cenktir. Zira nefs; ancak buyuk cihĂ‚d ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir kuvvettir.
Hakîkaten nefs, iki uclu bir bıcak gibidir; onun terbiyesi ihmĂ‚l edilirse mĂ‚nevî hayata zehir sacar. Fakat terbiye ve disipline edildiğinde ise, Hakk’a vuslat yolunda kulun en kuvvetli bineği olur.
Nefis tezkiyesi, ehemmiyet ve zorluğuna binĂ‚en “buyuk cihĂ‚d” kabul edilmiştir. Bu tĂ‚biri de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, pek zorlu gecen Tebuk Gazvesi’nden donuşlerinde ifĂ‚de buyurmuşlardır. Bu gazvede ashĂ‚b-ı kirĂ‚m, bin kilometre gidip donmuşlerdi. Yolculukta aclık, susuzluk gibi bircok cĂ‚resizlikler icinde kalındı. SahĂ‚benin Ă‚deta şekli değişti, sacı sakalı birbirine karıştı, derileri kemiklerine yapıştı. AshĂ‚b-ı kirĂ‚m bu hĂ‚lde iken Efendimiz (s.a.v.):
“–Şim*di ku*cuk ci*hĂ‚d*dan en bu*yuk ci*hĂ‚*da; nef*sin he*vĂ‚*sı ile mu*cĂ‚*he*de*ye do*nu*yo*ruz!” bu*yurdu. (Bkz. Suyûtî, CĂ‚miu’s-Sağîr, II, 73)
Tasavvuf da Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiye ve terbiyesi netice*sinde ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın ulaştığı mĂ‚nevî seviyeden nasiplenmeyi hedefleyen ulvî bir yolculuktur. Peygamber Efendimiz’e vĂ‚ris olmuş gercek murebbîler elinde; nefsin terbiye, kalbin tasfiye edildiği mĂ‚nevî bir mekteptir.
TASAVVUF: “ÎmĂ‚n”ı “ihsan” gibi yuce bir ufka taşımanın diğer adıdır. “…Dikkat edin! Kalpler ancak AllĂ‚h’ın zikriyle mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28) Ă‚yeti muktezĂ‚sınca, her an Allah ile beraberliğin şuur ve idrĂ‚ki icinde bulunmaktır.
TASAVVUF: Hayat ve kĂ‚inĂ‚ta gĂ‚filĂ‚ne ve sathî bir nazarla değil, Ă‚deta bir rontgen cihazıyla bakar gibi derûnî bir nazarla bakıştır. Bu vesîleyle her oluşun ve her hĂ‚disenin ic yuzune, hikmetine ve perde arkasındaki murĂ‚d-ı ilĂ‚hîye dikkat kesilen bir gonul derinliği kazanmaktır.
TASAVVUF: Teslîmiyet pınarından kana kana ice*rek her zaman ve me*kĂ‚n*da CenĂ‚b-ı Hakk’ın tak*dîrinden rĂ‚zı olma ve O’nunla dost kalabilme sa*natıdır. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve surprizleri karşısında gonul muvĂ‚zenesini koruyup şikĂ‚yet ve sızlanmayı unutma ma*hĂ‚*re*tidir.
TASAVVUF: Bir zuhd eğitimidir. Esas hayatın Ă‚hiret hayatı olduğu idrĂ‚kine ererek fĂ‚nî ve nefsĂ‚nî arzulara gonul bağlamaktan kurtulmaktır.
TASAVVUF: MĂ‚nevî terakkîde belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış mu’minlerin, diğergĂ‚m bir gonulle mahlûkĂ‚ta yonelerek onların ihtiyac ve noksanlıklarını telĂ‚fîye calışma mes’ûliyetidir. HĂ‚lık’ın nazarıyla mahlûkĂ‚ta bakış tarzı kazanmaktır. Şefkat ve merhametin tabiat-ı asliye hĂ‚line gelmesi, Allah yolunda hizmetin bir hayat tarzına donuşmesidir.
Hakîkaten tasavvufî terbiye ile rûhen kemĂ‚le ermiş kullar, kendi tekĂ‚mulleriyle yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Muhtac ve muzdariplerin cilesiyle derinleşen kĂ‚mil mu’minlerin gonullerinde Ă‚deta bir mahşer kaynar. Bu yurek yanışı onları, Yaratan’dan oturu yaratılanlara hizmet aşkıyla doldurur. Gonuller bir rahmet dergĂ‚hı hĂ‚line gelir.
HİZMET
KĂ‚mil bir îmĂ‚nın en buyuk meyvesi merhamet, onun tezĂ‚huru ise “hizmet”*tir. KĂ‚mil bir mu’min, başta insan olmak uzere mah*lû*kat*tan hicbirinin sesli veya ses*siz feryĂ‚dına bîgĂ‚ne kalamaz. AllĂ‚h’ı zikreden bir kalbin; merhamet, fedĂ‚kĂ‚rlık ve hizmetten nasipsiz olması duşunulemez.
Meşhur tĂ‚biriyle; “Hakk’a giden yollar, mah*lû*kĂ‚tın nefesleri adedince coktur.” Bu yolların en fe*yizlilerinden biri de Yaratan’dan oturu yaratılanlara hizmettir. Bunun icindir ki butun murşid-i kĂ‚miller, talebelerinin terbiyesinde hizmeti muhim bir ilerleme vĂ‚sıtası kabul etmişler ve; “Hizmet eden, himmete nĂ‚il olur.” buyurmuşlar*dır.
Hak dostlarından Ubeydullah AhrĂ‚r Hazretleri şoyle buyurur:
“Ustadlarımız, istikbĂ‚linden umitvĂ‚r oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”3
Yine Ubeydullah AhrĂ‚r Hazretleri, eriştiği mĂ‚nevî mertebeyi hizmetin bereketine atfederek -tahdîs-i nîmet kabîlinden- şoyle buyurur:
“Biz bu yoldaki mesĂ‚feleri, sadece tasavvuf kitaplarını okuyarak değil, okuduklarımızı imkĂ‚n nisbetinde tatbik etmek ve halka hizmetle kat ettik. Herkesi bir yoldan gotururler, bizi de hizmet yolundan goturduler.”
Diğer taraftan tasavvufun mucĂ‚delesi, ic Ă‚lemden varlık, benlik, ucub, kibir ve gururu kazıyıp atarak “hiclik” ve “yokluk” hĂ‚lini idrĂ‚k ettir*mektir. Bunu temin eden en guzel terbiye metodlarından biri de hizmettir.
Nitekim HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî Hazretleri kendisine ilimde “Şemsu’ş-Şu*mûs”, yani “Guneşler Guneşi” denildiği bir zamanda dergĂ‚hına gittiği Ab*dullĂ‚h-ı Dehlevî Hazretleri onu karşılamaya bile cıkmadı. Ustelik onu der*gĂ‚hın ne mihrĂ‚bında, ne de kursusunde vazifelendirdi. Once helĂ‚ temizliği hizmetine verdi. Aziz Mahmud HudĂ‚yî Hazretleri de Bursa kadısı iken UftĂ‚de Hazretleri’nin dergĂ‚hında hiclik ve yokluğa erebilmek icin benzeri merhalelerden gecti. ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri de hĂ‚cegĂ‚ndan, yani ilim erbĂ‚bı hoca efendilerden idi. O da intisĂ‚bının ilk yıllarında yolların temizliği, hasta hayvanların bakımı gibi hizmetlerle vazifelendirilmişti.
Bu mĂ‚nevî terbiyeyi peygamberlerin or*nek hayatlarında da go*ru*yoruz. Peygamberlerin hemen hemen hepsi, cobanlık yapmıştır. Bu, hem bir tevĂ‚zu tĂ‚*limi, hem mahlûkĂ‚tın his*si*yĂ‚tını anlayıp merhameti oğrenme, hem de insanları sevk ve idĂ‚renin ana kriterlerini kavrama merhalesi idi.
Peygamber vĂ‚risi Hak dostları da, hizmet vĂ‚sıtasıyla, talebelerini hem terbiye eder, hem de Hakk’a yaklaştırmanın gayreti icinde olurlar. Bu sebeple “Tasavvuf, bir hizmet yoludur.” diyebiliriz.
Yani dergĂ‚ha-tekkeye kapanıp sırf kendi rûhî tekĂ‚mulunden ibĂ‚ret bir hayat, tasavvuf değildir. Cunku tasavvuf; ferdiyetciliği, hodgĂ‚mlığı, nefs plĂ‚nında yaşamayı reddedip, diğergĂ‚m, fedĂ‚kĂ‚r, gayret-i dîniyye sahibi, hizmet ehli bir mu’min olmayı tĂ‚lim ve telkin eder. Bu yonuyle tasavvuf, nefsini yenme, kendini aşma gayretidir.
BĂ‚zı tarîkatlerin mĂ‚nevî eğitim usullerinden olan, “uzlet, halvet, inzivĂ‚, cile/erbaîn” gibi halktan uzaklaşıp ic Ă‚leme teksîf olma, rûhen durulma ve tefekkurde derinleşme faĂ‚liyetleri de, belli bir muddet icindir ve dış Ă‚lemdeki hizmetleri daha olgun bir şahsiyetle îfĂ‚ edebilmenin kalbî hazırlık donemidir. Zira bir soba bile oncelikle kendini ısıtmadan başkalarını uşumekten kurtaramaz. Ayrıca boş bardakla ikram olmaz. Gonul bardağını mĂ‚nevî guzelliklerle doldurmadan yapılacak bir ikramda fayda yoktur. Gonul feyzinden mahrum bir hizmet hayatı bereketsiz olur. Ustelik boyle hĂ‚ller, kaş yapayım derken goz cıkarmaya bile sebep olabilir.
VelhĂ‚sıl tasavvuf, dunyadan el etek cekmek değil, gonlunu butun mahlûkĂ‚tın huzur bulduğu bir rahmet dergĂ‚hı hĂ‚line getirmektir. Elinden ve gonlunden butun insanlığa, hattĂ‚ hayvanat, nebĂ‚tĂ‚t ve cemĂ‚dĂ‚ta rahmet ve merhamet tevzî edebilmektir. Bu sebepledir ki tasavvuf, kişinin ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet ve himmet etmekten gectiğini gonullere nakşetmeye calışır.
Bu hususta merhum pederim Musa Efendi (rahmetullahi aleyh) şoyle buyururdu:
“Bizim yolumuz Ă‚tıl-bĂ‚tıl bir kenara cekilme yolu değildir. BilĂ‚kis ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın yoludur... Gece gunduz hizmet yoludur. Biz seve seve hem evrĂ‚dımızı yurutur, hem sohbetlerimizi yapar, hem de cemiyete hizmet hu*susunda elimizden gelen gayreti gosteririz.” (SĂ‚dık DĂ‚nĂ‚, Altınoluk Sohbetleri, c. 5, s. 40)
CenĂ‚b-ı Hak, Kur’Ă‚n ve Sunnet istikĂ‚metinde bir omur surmeyi hepimize nasip ve muyesser eylesin. Guzel dînimiz İslĂ‚m’ı dar ve sığ bir bakış acısıyla değil; ilim, amel ve takvĂ‚ butunluğu icinde anlamayı ve yaşamayı hepimize ihsĂ‚n eylesin. Yureklerimi*zi, icinde butun mahlûkĂ‚tın huzur ve sukûn bulduğu bir rahmet dergĂ‚*hı eylesin…
Ayrıca, mĂ‚nevî irşĂ‚dına mazhar olduğumuz Mahmud SĂ‚mi Ramazanoğlu Hazretleri’nin vefatlarının sene-i devriyesi vesîlesiyle kendilerini rahmetle anmaktayız. CenĂ‚b-ı Hak bizleri ukbĂ‚da da o sĂ‚lih kullarıyla beraber eylesin.
Âmîn!
Dipnotlar: 1. Bkz. Muslim, Zikir, 73. 2. Bkz. el-Cum’a, 5. 3. Kişmî, NesemĂ‚tu’l-Kuds, s. 244.
__________________