İnsanlar ve cinler icin bir imtihan mekĂ‚nı olarak yaratılan bu dunya, ilĂ‚hî hikmet ve kudret nakışlarının, ibret dolu bir sergisidir. Son insanla bu serginin hukmu de nihĂ‚yete erecektir. Yani kĂ‚inat, her şeyiyle fĂ‚nîdir. Var edilen her varlık yokluğa, dunyaya gelen her canlı da olume mahkûmdur. En isyankĂ‚r ve inkĂ‚rcı insanlar bile, gunun birinde CenĂ‚b-ı Hakk’ın bu umûmî fermĂ‚nına -ister istemez- boyun eğmek zorundadır.
Fakat ezelî ve ebedî olan AllĂ‚h’ın bizzat yaratıp mustesnĂ‚ kĂ‚biliyetler ihsĂ‚n ettiği insan, aslĂ‚ fĂ‚nîliği istemez, dĂ‚imĂ‚ olumden kacıp sonsuzluğu arar. Bu arayış, onun yaratılışının derinliklerine nakşolmuş en koklu husûsiyetlerden biridir. Bundan dolayıdır ki dunya hayatı boyunca fĂ‚nîlik kafesine hapsolmuş bulunan insanın kendi icinde cozmeyi arzuladığı en muhim mesele, “olum muammĂ‚sı” olagelmiştir.
İnsan; hakka ve hakîkate rĂ‚m olacak bir kıvamda yaratıldığından, ozu itibĂ‚rıyla mechûle rızĂ‚ gostermez. DĂ‚imĂ‚ mĂ‚lûma koşar; mechuller ve belirsizlikler, onu derûnî bir ıztırĂ‚ba dûcĂ‚r eder.
Bu sebeple Ă‚kıbet belirsizliği, olumden sonraki hayata dĂ‚ir mechuller, oteden beri insanlığın zihnini ve gonlunu cokca meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi coreklenen ve ne zaman kımıldasa insanı icten ice tedirgin kılan bu mechûliyetin ustu turlu telĂ‚kkîlerle ortulmeye calışılmıştır.
Bununla beraber, herkesi şiddetli ve ateşli bir girdap hĂ‚linde saran olum, -istisnĂ‚sız- başlara cokecek en cetin bir istikbal musîbetidir. HĂ‚l boyle olunca, onu mĂ‚lûma bağlamak da beşerî ihtiyacların ilk sıralarında gelir.
Duygular, duşunceler ve gayretler, olum muammĂ‚sı uzerinde derinleşmedikce, toprak altındaki o istikbĂ‚l diyĂ‚rının sırrına erilemez. Korku ve urperti ile olumden kacmak, beyhûde yorulmak; onu gormezden gelip unutmaya calışmaksa, en buyuk hamĂ‚kattir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Olum sarhoşluğu gercekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin oteden beri kactığın şeydir, denir.” (Kāf, 19)
Yani olumden kacacak bir sığınak olmadığı gibi, ondan kacanların kurtulduğuna dair bir haber de duyulmamıştır.
Olum vĂ‚kıası, inanan veya inanmayan butun insanlığın muşterek kaygısıdır. İnsanlar, olume yukledikleri mĂ‚nĂ‚ itibĂ‚rıyla birbirlerinden ayrılsalar da; “AcabĂ‚ oldukten sonraki hĂ‚lim nasıl olacak?” gibi suallerle kalplerde duğumlenen istikbal endişesi, butun insanlığın ortak meselesidir.
Cunku hayat, beşikle tabut arasındaki kısacık mesĂ‚feye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. HĂ‚l boyleyken, insan idrĂ‚kinde beliren “Hayat nedir?” sorusuna, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yukselirse, bu kadar karanlık bir hayattan daha acı ne olabilir?! Dunyaya geliş ve ukbĂ‚ya gidiş manzarası karşısında kendi Ă‚kıbetini duşunen bir insanın ic dunyasını boylesine ağır bir muammĂ‚nın ıztırĂ‚bından kurtaracak olan yegĂ‚ne mercî, ilĂ‚hî beyanlardır. Beşer tefekkuru ile kavranması mumkun olmayan bu istikbal duğumunu cozebilmek, ancak vahyin ve peygamberlerin irşĂ‚dına gonul vermeye bağlıdır. İnsanın yoneleceği yegĂ‚ne kurtuluş kapısı, fĂ‚nî dunyada Kur’Ă‚n ve Sunnet istikĂ‚metinde yaşayıp gercek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir.
Hepimiz, ilĂ‚hî imtihan diyĂ‚rı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknĂ‚mesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gomuleceğiz. Yani dunya hayatı; ilĂ‚hî rızĂ‚ya nĂ‚il olmak ve ebedî istikbĂ‚li kazanmak icin verilen bir muhletten ibĂ‚rettir.
İnsanlık tĂ‚rihi boyunca bu ilĂ‚hî hakîkatlere sırt donenler, olum ve otesiyle ilgili sayısız hurĂ‚felere inanarak turlu sapıklıklara suruklenmekten kurtulamamışlardır. Zira akıllar ustu bir mevzû olan olum ve otesini, cılız idrak mîzanlarıyla olcebilmek mumkun değildir.
Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla olcup bicmeye kalkışan nice gĂ‚filler, ilĂ‚hî beyanlarla işin aslı kendilerine acıklanınca, gerceği kabul etmek yerine -nefislerinin hoşuna gitmediği icin- bĂ‚zen alay, bĂ‚zen telĂ‚ş icinde ihtilĂ‚f ve munĂ‚kaşalara dalmışlardır. Bunlardan Mekke muşriklerinin hĂ‚lini CenĂ‚b-ı Hak şoyle beyĂ‚n eder:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa duştukleri buyuk haberi mi?” (en-Nebe, 1-3)
Âyet-i kerîmede beyĂ‚n edilen “buyuk haber”i, Mufessir Hamdi Efendi şoyle izah eder:
“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gonderilmesi ve ozellikle O’nun Kur’Ă‚n ve nubuvvet ile bildirdiği kıyĂ‚met haberidir... ÎmĂ‚n etmeyenler, Efendimiz r’in peygamber olarak gonderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, AllĂ‚h’ın birliğine ve Ă‚hiret gunune inanmaya cağırmak icin gonderilmiş elci miymiş? Hele o kıyĂ‚met haberi de nedir? Oluler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, oyle mi?» diyorlar. Kimi «Oyle.» diyor, kimi «Boyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddut ediyordu.” (Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 488-489)
Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkurlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken -ne yazık ki- alay, hakaret ve bîgĂ‚nelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların boyle bir Ă‚kıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi. Muşriklerin, kendilerine haber verilen Ă‚hiret gerceği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle temas edilmektedir:
“Şerefli Kur’Ă‚n’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kĂ‚firler; «Bu ne tuhaf şey! Oldukten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir donuştur.» dediler.” (Kāf, 2-3)
HĂ‚lbuki oldukten sonra dirilişin, Rabbimiz icin hic de zor olmadığı, diğer bĂ‚zı Ă‚yet-i kerîmelerde de şoyle beyan edilmiştir:
“İnsan gormez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apacık duşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu curumuş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Cunku O, her turlu yaratmayı gayet iyi bilir.” (YĂ‚sîn, 77-79)
“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uclarını bile1 aynen eski hĂ‚line getirmeye gucumuz yeter.” (el-KıyĂ‚me, 3-4)
“Mahlûkatı ilkin yaratıp sonra (kıyĂ‚mette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (oldukten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır...” (Rûm, 27)
Mekkeliler ve bilhassa kendilerini eşraftan sayan, fakat kibir ve gururlarının esiri olan Ebû Cehil ve yandaşları, Peygamber Efendimiz’in nubuvvet vazifesini cekemediklerinden, O’nun verdiği Ă‚hiret haberini de hayret ve şaşkınlıkla karşıladılar. Kureyşlilerin bu menfî tavrına temasla başlayan Nebe Sûresi’nde, beşerin olumden sonraki mechullerini aydınlatan haberle ilgili olarak “buyuk haber” buyrulmuştur. Bunun hikmetiyse cok acıktır: Cunku insanlar olum karşısında muşterek bir ıztırap icindedirler. Butun hayat yollarının done dolaşa olum ufuklarında kayboluşu, yurekleri derinden derine sızlatmaktadır. Yaşayanlar icin olumden buyuk hĂ‚dise olmadığı gibi, onun ardını aydınlatan haber de “buyuk haber”dir. Bu azameti kavrayan idrakler, fĂ‚nî ve gelgec nîmetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, yalancı istikbĂ‚l hayallerinden, gercek ve ebedî istikbĂ‚le yonelirler. Zira boylesine buyuk bir istikbĂ‚l haberini hangi akl-ı selîm sahibi insan goz ardı edebilir?!
Olumun tefekkuruyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır. Ebedî saĂ‚det guneşi, ilĂ‚hî beyanlara gonul vererek yaşayıp musterih bir vicdanla olmesini bilenlerin ufuklarından doğar. Bundan dolayıdır ki İslĂ‚m dîni, olumu hatırlamayı ve ona dĂ‚ir hazırlıkla meşgul olmayı, zekĂ‚ eseri saymıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Akıllı (insan), nefsine hĂ‚kim olup onu hesĂ‚ba cekerek olumden sonrası icin calışandır…” buyrulmuştur. (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25/2459)
OLUMUN BAĞRINDA
YAŞAR GİBİ...
Olumden kacarak beyhûde yorulan, olumu kendinden uzak gorerek kendini kandıran gĂ‚fillerin aksine, nebevî terbiye ile yetişen ashĂ‚b-ı kirĂ‚m ve onların izinden yuruyen Hak dostları, olume hazırlanmayı, onu sık sık hatırlamayı ve Ă‚deta olumle ic ice yaşamayı hayat dustûru edinmiş kullardı. Nitekim sahĂ‚beden Ebû Hureyre t olumu kendisine o kadar yakın gorurdu ki, bir cenĂ‚ze goturulduğunu gorse, Ă‚deta oluye seslenerek; “Git, biz de ardından geliyoruz.” derdi. (İhyĂ‚, IV, 865)
Hazret-i Ali t da sık sık kabirleri ziyaret ederdi. Bir gun ona:
“–Ne oluyor, neredeyse mezarlara komşu oldun?” dediklerinde şu karşılığı verdi:
“–Onlar sizden cok daha iyi komşulardır. Cunku onlar, dunyalıktan bahsetmezler. LisĂ‚n-ı hĂ‚lleriyle de surekli Ă‚hireti anlatırlar.” (İhyĂ‚, IV, 866)
Hakîkaten, olumun urkutucu ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz. Olum sessizliğine burunmuş her bir mezar taşı, lisĂ‚n-ı hĂ‚l ile konuşan ateşli bir nasihatcidir. Dolayısıyla mezar taşlarından yukselen sessiz feryatları duyup hissedebilmek, mu’minler icin buyuk bir bahtiyarlıktır.
Hazret-i Osman t da bir mezarlığa uğrasa, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bir gun kendisine:
“–Cennet ve Cehennem anıldığı vakit ağlamazsın da, mezar başında niye ağlarsın?” denildi. Bunun uzerine o da:
“–Rasûl-i Ekrem r; «Kabir, Ă‚hiret yolunun ilk konak yeridir. İnsan orada kendini kurtarırsa ondan sonrası kolaydır, kurtaramazsa ondan sonrası daha zordur.» buyurduğu icin ağlarım.” karşılığını verdi. (İhyĂ‚, IV, 867)
Meymûn bin Mihran anlatıyor:
Omer bin Abdulaziz ile bir mezarlığa doğru gittik. Mezarları gorunce huzunlendi. Sonra bana donerek:
“–Ey Meymûn, bunlar atalarımın mezarlarıdır. Sanki dunyaya hic karışmamışlar gibidir. Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi.” dedi. Ardından da nemli gozlerle bir mezara bakarak:
“–VallĂ‚hi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha buyuk bir nîmete kavuşmuş bir kimse duşunemiyorum.” dedi. (İhyĂ‚, IV, 868)
KABİR ZİYÂRETLERİ
Peygamber Efendimiz r nubuvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke donulmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira cĂ‚hiliye zamanında insanlar, ecdatlarına Ă‚it ruhların kudsiyet kazandığını duşunur ve olulerinin cokluğunu one surup kavimlerinin buyukluğuyle ovunmek icin kabir ziyĂ‚retinde bulunurlardı. Efendimiz r, bu cĂ‚hiliye Ă‚detinden bir eser kalmaması icin, ilk zamanlar kabir ziyĂ‚retini yasaklamıştı.
Fakat İslĂ‚m kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı icin, Efendimiz r kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattĂ‚ bunu şu sozleriyle teşvik etmiştir:
“Ben size kabir ziyĂ‚retini yasaklamıştım. Şimdi ise ziyaret edin. Cunku kabir ziyareti size Ă‚hireti hatırlatır.” (Tirmizî, CenĂ‚iz, 60; Muslim, CenĂ‚iz, 106)
Nitekim Efendimiz r de Uhud şehidlerini ve Cennetu’l-Bakî Kabristanı’nı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat ornek olurdu.
Yine Hazret-i Peygamber r ashĂ‚b-ı kirĂ‚ma, kabristana gittikleri zaman şoyle demelerini oğretirdi:
“SelĂ‚m size, ey bu diyĂ‚rın mu’min ve muslim halkı! İnşĂ‚allah yakında biz de aranıza katılacağız. AllĂ‚h’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Muslim, CenĂ‚iz, 104)
Bir mu’min de kabristana gittiğinde, once kabir halkına selĂ‚m vermeli, onlar icin duĂ‚ etmeli ve bir gun kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkur etmelidir. Nitekim Hak dostlarından HĂ‚tem-i Esam Hazretleri:
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duĂ‚ etmeyen ve kendi (Ă‚kıbeti)ni duşunmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihĂ‚net etmiş sayılır.” buyurmuştur. (İhyĂ‚, IV, 868)
Hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:
“Kabirdeki olu, denizde boğulmak uzere olan ve dehşet icerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sĂ‚dık arkadaşından bir duĂ‚ bekler. Şayet bir duĂ‚ gelecek olsa, bu onun icin dunya ve icindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şuphesiz Allah, kabir ehline, dunyadakilerin duĂ‚sı bereketiyle dağlar misĂ‚li ecir verir. Dirilerin olulere gonderebileceği en iyi hediye ise onlar icin istiğfĂ‚r etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-HitĂ‚b, IV, 103/6323; Ali el-Muttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)
Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’Ă‚n okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmĂ‚dır.2 Kur’Ă‚n tilĂ‚vetiyle hĂ‚sıl olan ilĂ‚hî rahmetten mevtĂ‚ların da istifĂ‚desi icin bilhassa YĂ‚sîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldur. Nitekim hadîs-i şerîfte şoyle buyrulur:
“…YĂ‚sîn, Kur’Ă‚n’ın kalbidir. Bir kimse onu AllĂ‚h’ın rızĂ‚sını ve Ă‚hiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak gunahları bağışlanır. Olulerinize de YĂ‚sîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mĂ‚nevî istifĂ‚desi icin diğer sûre ve Ă‚yetlerden de okunabilir. Buna dĂ‚ir pek cok rivĂ‚yetten biri şoyledir:
“Sizden biri vefĂ‚t ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre goturunuz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda FĂ‚tiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlu) okusun.” (TaberĂ‚nî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
İmĂ‚m ŞĂ‚fiî -rahmetullĂ‚hi aleyh- de şoyle buyurur:
“Mezarın başında Kur’Ă‚n’dan Ă‚yet ve sûreler okumak mustehabdır. Kur’Ă‚n’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha guzeldir.”3
Gorulduğu uzere kabirleri ziyĂ‚ret etmek, orada bulunanlara selĂ‚m verip duĂ‚ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenĂ‚t yapıp Kur’Ă‚n tilĂ‚vet etmek, mevtĂ‚lar icin bir rahmet vesîlesidir.
Kabir ziyareti, İslĂ‚mî edep esaslarına riĂ‚yetle icrĂ‚ edildiğinde pek cok hayra vesîledir. Zira olumu tefekkur neticesinde nefislerin ihtirĂ‚sının kırılacağı, insanın daha cok takvĂ‚ya yonelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dunyada yerli edĂ‚sıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbĂ‚lini gosteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, olume ve Ă‚hirete hazırlanma gayretinin en guzel vesîlesidir.
Ehl-i Sunnet inancına gore, olen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifade eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet gorur ve uzulur. Yani insan, bedeniyle olur, rûhuyla değil.
Pek cok hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz r’in, vefĂ‚tından sonra konuşulanları işittiği, selĂ‚mlara karşılık verdiği, ummetin amellerinin kendisine arz edildiği, gorduğu gunahlar icin istiğfĂ‚r edip haseneler sebebiyle AllĂ‚h’a hamd ettiği bildirilmektedir. Ustelik bu hĂ‚lin, sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olmadığı da bir hadîs-i şerîfte şoyle beyĂ‚n edilir:
“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «AllĂ‚h’ım, bizi hidĂ‚yete erdirdiğin gibi onları da hidĂ‚yete erdirmeden canlarını alma!» diye duĂ‚ ederler.” (Ahmed, III, 164; TaberĂ‚nî, Kebîr, IV, 129/3887)
Seyyid TĂ‚ha’l-HakkĂ‚rî Hazretleri’nin kayınpederi, Nehrî kadısı idi. Bu mubĂ‚rek dĂ‚mĂ‚dını o kadar cok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahcenin kapı girişinde yapılmasını vasiyet etti ve;
“Seyyid TĂ‚hĂ‚ Hazretleri’nin kabrini ziyĂ‚ret etmek isteyen Hak Ă‚şıkları, benim mezarıma uğrayıp da gecsinler. Belki o mubĂ‚rek zĂ‚tı ziyĂ‚ret edenlerin hurmetine Allah TeĂ‚lĂ‚ beni de affeder. YĂ‚hut onu ziyĂ‚rete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberruk ederim.” buyurdu.4
SĂ‚lih zĂ‚tların, vefatlarından sonra bile etraflarına rahmet vesîlesi olduğuna işĂ‚ret sadedinde, hadîs-i şerîflerde de şoyle buyrulur:
“AshĂ‚bımdan biri bir bolgede vefĂ‚t ederse kıyĂ‚met gunu oranın ahĂ‚lîsi icin onder ve nûr olarak haşrolunur.” (Tirmizî, MenĂ‚kıb, 58/3865)
“Olulerinizi sĂ‚lih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Musned, I, 102)
Diğer taraftan, buyuklerin kabirlerini ziyarette, bĂ‚zı yanlış tavırlardan ve bid’atlardan da titizlikle uzak durmak gerekir. Kabirlerin başında mum yakmak, caput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zĂ‚ttan medet ummak gibi...
AslĂ‚ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar buyuk bir zĂ‚t olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allah’tan istenmelidir. Cunku kendisinden bir şey istenecek olan yegĂ‚ne mercî, FĂ‚il-i Mutlak olan CenĂ‚b-ı Hak’tır. O dilemedikce hicbir kul, hicbir hayrı meydana getiremez, hicbir şerri de defedemez. Bu yuzden, doğrudan doğruya oluden istemek, şirke kapı aralar. Gaflet ve cehĂ‚letleri sebebiyle boyle yapanları îkaz etmek, her mu’minin zarûrî bir vazifesidir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammulu yoktur.
Diğer taraftan bu husustaki aşırılıklara karşı cıkayım derken, İslĂ‚mî edebe riĂ‚yetle yapılan kabir ziyaretini “şirk” sayacak kadar ileri gidenler de bu hatĂ‚nın bir benzerini tersinden ortaya koymaktadırlar.
İslĂ‚m, her meselede olduğu gibi kabir ziyĂ‚reti hususunda da îtidĂ‚li esas almaktadır. Peygamber Efendimiz r ve ashĂ‚bının soz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kacmadan nasıl davranmak gerektiğinin en guzel orneğidir.
CenĂ‚b-ı Hak cumlemizi, her gununu son gunuymuş gibi buyuk bir rikkat ve gayretle değerlendiren, olmeden evvel olmek sırrından hisse alabilen, dunyayı Ă‚hiret penceresinden seyreden, kabristanların sessiz-sozsuz, fakat dehşetli vaazlarına Ă‚şinĂ‚ olabilen, firĂ‚set ve basîret sahibi sĂ‚lih kullarından eylesin…
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Gunumuzde “daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır. Bu ilim, parmak izlerinin omur boyunca hic değişmediğini ve hicbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en guvenilir huviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Kur’Ă‚n-ı Kerîm, parmak uclarının bu husûsiyetine asırlar oncesinden dikkat cekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir. Bu da Kur’Ă‚n’ın dĂ‚imĂ‚ onden gittiğinin, musbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir. 2. İcmĂ‚: İslĂ‚m hukûkunda dort aslî delil vardır: Kur’Ă‚n, Sunnet, kıyĂ‚s-ı fukahĂ‚ ve icmĂ‚-ı ummet. İcmĂ‚-ı ummet; butun muslumanların, bilhassa da meseleye vĂ‚kıf olan İslĂ‚m Ă‚limlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. 3. Nevevî, RiyĂ‚zu’s-SĂ‚lihîn, Beyrut, ts. s. 293. 4. Turkiye Gazetesi EvliyĂ‚lar Ansiklopedisi.
__________________