Bir muʼmin icin Hak dostları ve sĂ‚lihlerle beraber ve hemhĂ‚l olabilmek, tĂ‚lihlerin en buyuklerindendir. Hak dostlarını ve mĂ‚neviyat ehlini tanıyıp onların yakınlığına nĂ‚il olmak ve yine onların huzurlarında ve cevrelerinde bulunup onların hĂ‚l ve davranışlarındaki feyiz ve rûhĂ‚niyetten istifĂ‚de etmek, CenĂ‚b-ı Hakkʼın buyuk bir lûtfudur, şukru gerektiren mustesnĂ‚ bir nîmetidir.
HÂL TRANSFERİ
Na*sıl ki bir gul bah*ce*sin*de gezen in*sa*nın uze*ri*ne gul ko*ku*la*rı si*ner*se, sĂ‚lihlerin meclisinde bulunan kimselerin gonullerine de o guzel insanlardan feyz ve rûhĂ‚niyet akseder. Zira hĂ‚l sĂ‚rîdir (sirĂ‚yet eder, yayılır). Bilhassa da in*sa*noğ*lu*nun “hĂ‚l”le*rin*de bu ozel*li*k var*dır. Dolayısıyla gonuller, dĂ‚imî bir tesir alışverişi hĂ‚lindedir.
Bu bakımdan sĂ‚*lih ve sĂ‚*dık* muʼminlerle beraberlik, nef*si terbiyede -rad*yas*yon gi*bi- mu*şĂ‚*he*de*si im*kĂ‚n*sız, fa*kat neticesi mutlak bir muessirdir.
Âlim*ler*den CĂ‚*fer bin Su*ley*man -rahmetullĂ‚hi aleyh-, sĂ‚*lih in*san*lar*la be*ra*ber*li*ğin ken*di*si*ne ka*zan*dır*dı*ğı gonul feyzini şoy*le anlatır:
“Kal*bim*de bir ka*tı*lık his*set*ti*ğim za*man kal*kar, he*men (tĂ‚biînin buyuk Ă‚lim ve Ă‚riflerinden olan) Mu*ham*med bin VĂ‚*sî’nin ya*nı*na gi*der, mec*li*si*ne ka*tı*lır, yu*zu*ne ba*kar*dım. Boy*le*ce kal*bim*de*ki ka*tı*lık gi*der, ici*me ibĂ‚*det ne*şe*si ge*lir, tem*bel*lik uze*rim*den kal*kar ve bir haf*ta boyunca bu ne*şe ile ibĂ‚*det eder*dim.”
Bunun icindir ki muʼmin; Ă‚lim, Ă‚rif, sĂ‚lih ve sĂ‚dık kullarla beraberliğe buyuk bir ehemmiyet vermeli ve bunun, mĂ‚nevî varlığının en mustesnĂ‚ gıdĂ‚larından biri olduğunu bilmelidir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Ey îmĂ‚n eden*ler! Al*lah’tan kor*kun ve sĂ‚*dık*lar*la be*raber olun!..” (et-Tev*be, 119)
Dik*kat edi*le*cek olur*sa Ce*nĂ‚b-ı Hak, bu Ă‚yet-i ke*rî*me*de kul*la*rı*na; “SĂ‚*dık olun!” bu*yur*ma*mış, tak*vĂ‚*nın mu*hĂ‚*fa*za*sı icin; “sĂ‚*dık*lar*la be*ra*ber ol*ma*yı” em*ret*miş*tir. Cun*ku sĂ‚*dık ol*ma yo*lun*da atı*la*cak ilk adım, sĂ‚*dık*lara mu*hab*betle yonelip onlarla beraber olmaktır. SĂ‚*dık ol*mak ise, bu du*ru*mun en ta*biî bir ne*ti*ce*si*dir.
Nitekim İslĂ‚m semĂ‚sının yıldızları olan ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın pek coğu, cĂ‚hiliye doneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir ha*yat yaşıyordu. Fa*kat İslĂ‚mʼla şereflendikten sonra Al*lah Ra*sû*lu r ile engin bir muhabbet iklîminde yaşadıkları beraberlik neticesinde nebevî ahlĂ‚kın kendilerine aksetmesiyle, dunyanın en fazîletli insanları hĂ‚line geldiler.
Onların bu beraberlikte sergiledikleri muhabbet, samîmiyet, gayret ve fedĂ‚kĂ‚rlık da dillere destandır. Cunku onlar, Allah Rasûluʼyle beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hicbir bedeli odemekten cekinmediler.
Nitekim Uhud Harbiʼnde MuhĂ‚cir ve Ensar’dan bĂ‚zı sahĂ‚bîler canlarından cok sevdikleri Allah Rasûlu r Efendimizʼin etrafını sardılar; O’nun onunde şehîd olmak uzere AllĂ‚h’a soz verdiler ve:
“–Yuzum yuzunun onunde siper, vucûdum Sen’in vucûduna fedĂ‚dır! AllĂ‚h’ın selĂ‚mı her dĂ‚im Sen’in uzerine olsun! Hicbir zaman yanından ayrılmayız yĂ‚ RasûlĂ‚llah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; VĂ‚kıdî, I, 240)
ZĂ‚tu’r-RikĂ‚ seferinde ise sahĂ‚be altı kişi nobetleşe bir deveye biniyor, yurumekten ayakları delinip tırnakları duşuyordu. Yara bere icinde kalan ayaklarını bez parcalarıyla sarıp Allah Rasûluʼnun peşinden gidiyorlardı. (Bkz. BuhĂ‚rî, MeğĂ‚zî, 31)
Yine hanım sahĂ‚bîler de, Rasûlullah r’i gormekte geciken ve uzun zaman Oʼnunla goruşemeyen evlĂ‚tlarını ciddî bir şekilde îkĂ‚z ediyor, bu husustaki ihmĂ‚le aslĂ‚ tĂ‚viz gostermiyorlardı.
VelhĂ‚sıl kalbin mĂ‚sivĂ‚dan muhĂ‚faza edilmesi ve dĂ‚imĂ‚ hayırlı telkinlere muhĂ‚tap kılınması icin rûhĂ‚niyetlerinden istifĂ‚de edilebilecek peygamber vĂ‚risi Ă‚lim ve Ă‚riflerle, sĂ‚lih ve sĂ‚dıklarla unsiyet zarû*rîdir. Bu hĂ‚l, insanın belli aralıklarla Ă‚deta mĂ‚nen şarj olup tekrar enerji kazanması gibidir. Gayret ehli muʼminleri gorup aşk ve şevke gelmek, fazîlet sahibi zĂ‚tların hĂ‚llerinden ibret alarak gaflet uykusun*dan uyanmak, hakîkaten buyuk bir ihtiyactır. Bu sebepledir ki mĂ‚nevî terbiye yolu olan tasavvufta da, sĂ‚lihlerle beraberliğin asgarî olcusu olmak uzere belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere iştirĂ‚k, son derece muhim bir kĂ‚idedir.
ZÂLİMLER TOPLULUĞUYLA OTURMA!
EcdĂ‚dımız; “Defʼ-i mefĂ‚sid, celb-i menĂ‚fîden evlĂ‚dır.” demişlerdir. Yani kotu ve zararlı şeylerin def edilmesi, iyi ve faydalı şeylerin kazanılmasından daha oncelikli ve muhimdir. Dolayısıyla zĂ‚lim ve fĂ‚sık kimselerin menfî tesirlerine mĂ‚ruz kalmaktan sakınmak, sĂ‚lihlerin feyiz halkasına dĂ‚hil olmaktan da once gelen bir zarûrettir. Nitekim İmam GazĂ‚lî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki:
“EvlĂ‚dım! Son de*re*ce dik*kat ede*ce*ğin bir husus var*sa, o da kim*lerle du*şup kalk*tı*ğın*dır. Şu*nu iyi bil ki, bir se*pet sağ*lam el*ma, icin*de*ki bir cu*ruk el*ma*yı sağ*la*ma cı*kar*ta*maz. Fa*kat bir cu*ruk el*ma, hep*si*ni cu*ru*tebilir. Bu*nun icin dĂ‚*imĂ‚ sĂ‚*lih*ler*le du*şup kalk!”
Ra*sû*lul*lah r Efendimiz, sĂ‚lihlerle be*ra*ber ol*up fĂ‚sıklarla ihtilĂ‚ttan sakınma*nın ehem*mi*ye*ti*ni ne gu*zel ifĂ‚*de bu*yu*rmuştur:
“İyi ar*ka*daş*la ko*tu ar*ka*da*şın mi*sĂ‚*li; misk ta*şı*yan*la ko*ruk ce*ken in*san*lar gi*bi*dir. Misk sahi*bi ya sa*na ko*ku*sun*dan ik*ram eder ve*ya sen on*dan sa*tın alır*sın.
Ko*ruk ce*ke*ne ge*lin*ce; o, ya se*nin el*bi*se*ni ya*kar, ya*hut da onun pis ko*ku*su sa*na si*rĂ‚*yet eder.” (Bu*hĂ‚*rî, Bu*yû, 38)
Gorulduğu uzere insanın rû*hî te*mĂ‚*yul*leri, cevresinde bu*lu*nan*la*ra istîdat*la*rı nisbe*tin*de -az ve*ya cok- fakat mutlakĂ‚ sirĂ‚yet eder. Ustelik hĂ‚llerdeki sirĂ‚yet, si*rĂ‚*yet eden hĂ‚lin “mus*bet” ve*ya “men*fî” ol*ma*sı*na da bağ*lı de*ğil*dir. Her hĂ‚*lu*kĂ‚r*da in*ti*kal gercekleşir. Ye*ter ki bu yakınlıkta “mu*hab*bet” ve “un*si*yet” bağ*la*rı bu*lun*sun.
Yani muhabbetle yaklaşılan sĂ‚*lih kim*se*ler*den go*nul*le*re hu*zur ve fe*rah*lık ak*set*ti*ği gi*bi, gĂ‚*fil ve fĂ‚sık kim*se*ler*den de sıkıntı ve kas*vet ak*se*der. Zira gul, sumbul, karanfil gibi nĂ‚dide ciceklerle bezenmiş bir bah*ce** uzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gonulleri mest eden hĂ‚rika rĂ‚yihalar gotururken; bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler uzerinden gecip gelen bir ruzgĂ‚r da o cirkin kokuları etrafa yayar; boylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Dolayısıyla zĂ‚limler, fĂ‚sıklar ve nefsĂ‚nî bir hayata dalarak AllĂ‚hʼı ve Ă‚hireti unutan gĂ‚fillerle muhabbetli bir ulfet ve unsiyet, mĂ‚nevî hayatın Ă‚deta kanseridir.
Bunun icindir ki Ce*nĂ‚b-ı Hak, et*raf*la*rı*na dĂ‚imĂ‚ ko*tu te*sirler yayan mun*kir*lerden sakınma husûsunda şoyle buyurmaktadır:
“Âyet*le*ri*miz hak*kın*da ile*ri-ge*ri ko*nuş*ma*ya da*lan*la*rı gor*du*ğun*de, on*lar baş*ka bir so*ze ge*cin*ce*ye ka*dar on*lar*dan uzak dur. Eğer şey*tan sa*na unut*tu*rur*sa, ha*tır*la*dık*tan son*ra ar*tık o zĂ‚*lim*ler top*lu*lu*ğu ile otur*ma.” (el-En’am, 68)
OLCULER İNCELDİĞİNDE…
Her hususta olduğu gibi sĂ‚lihlerle beraber olup fĂ‚sıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassĂ‚siyet arttıkca olculer de incelir, herkesin far*k e*demediği nice tecellîle*r hissedilir. Bunun bir misĂ‚li olan şu hĂ‚dise pek ibretlidir:
SĂ‚mi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba, keşfi acık, hĂ‚l ehli bir zĂ‚ttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gun Erenkoyʼe, SĂ‚mi Efendi Haz*retleriʼni ziyĂ‚rete gelmişti. Ancak devlethĂ‚neye girer girmez duşup bayıldı. Onu karşılayıp ustĂ‚dın huzûruna iletecek olan kişi telĂ‚şla uzerine su dokup ayılmasını temin ettikten sonra:
“‒Hemen bir doktor cağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hĂ‚lde mudĂ‚hale etti:
“–Hayır evlĂ‚dım! Doktor filĂ‚n cağırmayın; hĂ‚limin maddî bir hastalıkla alĂ‚kası yok! Topkapı’dan Erenkoy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden icerideki rûhĂ‚niyete nĂ‚il olunca gonlum dayanamadı. Bu*ra*da*ki mĂ‚*ne*vî ik*lî*min be*re*ke*ti ve Ă‚rif*ler sul*ta*nı SĂ‚*mi Efen*di’nin him*me*tiy*le bi*raz*dan hic*bir şe*yim kal*maz.” de*di.
HĂ‚llerdeki sirĂ‚yet, gayr-i ihtiyĂ‚rî beraberliklerde bile bu kadar tesirli olurken takvĂ‚ ehli bir muʼminin kendi irĂ‚de ve arzusuyla gĂ‚fillerle du*şup kalkması asla duşunulemez. Bu hususta gosterilen hassĂ‚siyet noksanlığı, kişiyi ebedî husrĂ‚na kadar surukleyebilir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu uzere:
“Ki*şi sev*diği ile be*ra*ber*dir.” (BuhĂ‚rî, Edeb, 96) Yani insan ki*mi se*ver ve kiminle daha cok du*şup kal*kar*sa kı*yĂ‚*met*te de onun*la haş*ro*lunu*r.
Şeyh SĂ‚*dî-i Şî*rĂ‚*zî, hĂ‚l*ler*de*ki si*rĂ‚*yetin, kişinin mĂ‚nevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dĂ‚ir şu misalleri verir:
“As*hĂ‚b-ı Kehf’in ko*pe*ği, sĂ‚*dık*lar*la be*ra*ber ol*du*ğu icin bu*yuk bir şe*ref ka*zan*dı; nĂ‚*mı Kur’Ă‚n-ı Ke*rîm’e ve ta*ri*he gec*ti. Lût Peygamberʼin ka*rı*sı ise fĂ‚*sık*lar*la be*ra*ber ol*du*ğu icin kuf*re dû*cĂ‚r ol*du.”
Ubey*dul*lĂ‚h Ah*rĂ‚r Hazretleri de bu hu*sus*ta sevenlerini şoyle îkĂ‚z etmiştir:
“Ağ*yĂ‚r ve bî*gĂ‚*ne*ler*le be*ra*ber ol*mak, kal*be fu*tûr, rû*ha da*ğı*nık*lık ve gon*le pe*ri*şan*lık ve*rir.”
Ni*te*kim BĂ‚*ye*zîd-i Bis*tĂ‚*mî Hazretleri bir* gun, gonlun*de boy*le bir hu*zur*suz*luk his*set*ti. Bir tur*lu ken*di*si*ni o hĂ‚l*den kur*ta*ra*ma*dı. Mec*li*sin*de*ki*le*re:
“–He*le bir ba*kın, ara*mız*da ya*ban*cı bi*ri mi var?” de*di.
Araş*tır*dı*lar, kim*se*yi bu*la*ma*dı*lar. Fa*kat BĂ‚*ye*zid-i Bis*tĂ‚*mî ıs*rĂ‚r et*ti:
“–He*le iyi araş*tı*rın. AsĂ‚*la*rın ol*du*ğu ye*re de ba*kın.” de*di.
Tek*rar araş*tır*dı*lar ve gĂ‚*fil bi*ri*nin asĂ‚*sı*nı bul*du*lar. O asĂ‚*yı dı*şa*rı cı*kar*dı*lar. BĂ‚ye*zîd-i Bis*tĂ‚*mî’nin go*nul hu*zû*ru da ye*ri*ne gel*di.
Bu hĂ‚l, eş*yĂ‚*ya bi*le si*rĂ‚*yet eden mĂ‚nevî keyfiyetin acık bir te*zĂ‚*hu*ru*dur. Duşunmek gerekir ki fĂ‚sık ve zĂ‚limlerin eşyĂ‚larından bile gonul darlığı ve kasvet Ă‚rız olursa, onlarla ihtilĂ‚ttan ne kadar ciddî bir sûrette sakınmak gerekir!
HĂ‚*sı*lı; nasıl ki gĂ‚*fil*ler*den men*fî te*sir*ler zu*hûr edip kal*bi da*ral*tı*yor*sa, sĂ‚*lih*ler*den de mus*bet ve fe*yiz*li te*sir*ler hĂ‚*sıl olup gon*lu fe*rah*lat*ır. Hakîkaten sĂ‚lih*lerle kurulan kal*bî irtibĂ‚tın be*re*ke*tiy*le ni*ce mĂ‚*ne*vî ka*zanc*la*ra nĂ‚*il oluna*bi*lir.
Fakat sĂ‚lihlerle beraberlikten murĂ‚d; kalbî bir beraberliktir. Zira fiilî beraberlik, her zaman mumkun olmayabilir. Yahut fiilî beraberlik olsa bile kalbî beraberlik olmadığında, yine bir fayda hĂ‚sıl olmaz. Bu sebeple sĂ‚lihlerle beraberlikten kasıt; gonul beraberliğidir, yani hayat ve hĂ‚diseler karşısında sĂ‚lih ve sĂ‚dıklar gibi hissedip davranabilmektir. Boyle bir beraberlik hĂ‚li varsa zĂ‚hirî beraberliklerin de faydası vardır. Yine bu beraberlik hĂ‚li varsa zĂ‚hirî ayrılıkların ziyĂ‚nı yoktur.
Ote yandan, sĂ‚lihlerle beraberlikten umulan gonul feyzini temin edebilmenin bĂ‚zı guzel usûlleri vardır ki, bunlardan biri de “teberruk”tur.
TEBERRUK COŞKUSU
Teberruk; Allah TeĂ‚lĂ‚ʼya duyulan îman muhabbetinden dolayı, Oʼna yakınlığı bulunan butun varlıklardaki ilĂ‚hî tecellîlere gosterilen hurmet ve tĂ‚zim duygusunun tabiî bir neticesidir. Zira bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya onunla alĂ‚kası bulunan her şeye sirĂ‚yet eder. Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur. Teberruk de kalbî olgunlaşma yolunda başvurulan ince bir muhabbet terbiyesidir.
SĂ‚lihlerle beraberlik, insana AllĂ‚hʼı hatırlatıp onun mĂ‚neviyĂ‚tını takviye ettiği gibi, sĂ‚lihleri hatırlatan şeyler de, sĂ‚lih zĂ‚tlarla kalbî irtibĂ‚tı temin eder.
Ayrıca sĂ‚lihlerin feyz ve rûhĂ‚niyetine nĂ‚*il ol*mak icin baş*vu*ru*lan usûllerden bi*ri olan teberruk, ba*zı*la*rı*nın san*dı*ğı gibi mes*ned*siz ve bid’at ka*bî*lin*den bir iş de*ğil*dir. Zi*ra bu*nun Haz*ret-i Pey*gam*ber r’in ha*yĂ‚*tın*da sayısız tezĂ‚hurunun olduğuna dĂ‚*ir ha*dis ve si*yer ki*tap*la*rın*da pek cok rivĂ‚yet bulun*maktadır. HattĂ‚ ashĂ‚b-ı kirĂ‚m ve onları tĂ‚kip eden muslumanların, Efendimiz’in zırhı, asĂ‚sı, kılıcı, yuzuğu, sac ve sakalları, ayakkabıları, su ve yemek kapları, elbiseleri gibi eşyĂ‚larıyla teberruk etmelerine dĂ‚ir, BuhĂ‚rîʼde mustakil bir bĂ‚b acılmıştır.
Nitekim Enes bin MĂ‚*lik t, Peygamber Efen*di*miz’in sac*la*rı ile te*ber*ruk icin as*hĂ‚b-ı ki*rĂ‚*mın na*sıl bir*bir*le*riy*le ya*rış*tık*la*rı*nı şoy*le nakleder:
“Ra*sû*lul*lah r Efen*di*miz’i gor*dum; ber*be*ri onu tı*raş edi*yor*du. As*hĂ‚*bı da Ă‚de*ta Oʼnun et*ra*fın*da per*vĂ‚*ne ol*muş*lar*dı. Bir tek sac te*li*nin da*hî ye*re duş*me*me*si*ni, mu*hak*kak bi*ri*si*nin eli*ne duş*me*si*ni is*ti*yor*lar*dı.” (Mus*lim, Fe*zĂ‚*il, 75)
AshĂ‚b-ı kirĂ‚mın, Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz’e Ă‚it herhangi bir şeyle teberruk gayretlerinin en gu*zel mi*sĂ‚l*le*rin*den bi*r diğeri de HĂ‚*lid bin Ve*lid t’ın, Haz*ret-i Pey*gam*ber’in sac*la*rın*dan bir*kac mu*bĂ‚*rek te*li sa*rı*ğın*da sak*la*ma*sı*dır.
Ri*vĂ‚*yete go*re VedĂ‚ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki sacları kesildiğinde HĂ‚lid bin Velid t:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Alnının sacını bana ver! Bu hususta hic kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedĂ‚ olsun!” diyerek yalvardı. Saclar kendisine verilince, onları gozlerine surdu ve sarığının on kısmına yerleştirdi. Bu mubĂ‚rek sacların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup edemediği hicbir topluluk olmadı. Nitekim HĂ‚lid t:
“–Ben onu hangi tarafa yonelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (VĂ‚kıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Usdu’l-GĂ‚be, II, 111)
AshĂ‚b-ı kiram da ilĂ‚hî yardıma mazhar olabilmek icin, uzerlerinde taşıdıkları Peygamber Efendimizʼe Ă‚it saclar ile teberruk ederlerdi.
EsrĂ‚ru’l-Muhammediyye adlı eserde şoyle denilmiştir:
“Rasûlullah r’in sacı, asĂ‚sı veya kamcısı, gunahkĂ‚r bir kimsenin kabrine konulsa, o Ă‚si, konulan şeyin bereketi sĂ‚yesinde azaptan kurtulur. Bu sayılanlar bir insanın evinde veya bir beldede bulunsa, orada yaşayanlar, varlığının farkında olmasalar dahî onun bereketi sayesinde onlara pek cok belĂ‚ isĂ‚bet etmez. Zemzem suyu ve Zemzem suyu ile ıslatılmış kefen de, bu kabildendir.” (Rûhu’l-Beyan, VII, 486-487)
Yine Efendimiz r, Veysel KarĂ‚nî Hazretleriʼne hırkasını gonderip:
“‒Bunu giysin ve ummetime duĂ‚ etsin!” buyurmuştur. (Muslim, FedĂ‚iluʼs-SahĂ‚be, 223-225) Bu da Efendimiz rʼin eşyĂ‚sıyla teberruk edilmesinin acık bir işĂ‚retidir.
Nitekim Ebû Bekir tʼın kızı EsmĂ‚ c da bir gun bir cubbe cıkararak şoyle demiştir:
“Bu Allah Rasûlu r’in cubbesiydi. VefĂ‚tına kadar Âişe cʼnın yanında kaldı. Hazret-i Âişe’nin vefatından sonra cubbeyi ben aldım. Nebî r onu giyerdi. Biz onu hastalar icin yıkıyor ve suyu ile (teberruk ederek Allah TeĂ‚lĂ‚’dan) şifĂ‚ taleb ediyoruz.” (Muslim, LibĂ‚s, 10)
Şu hĂ‚dise de, iyi veya kotu butun mĂ‚nevî keyfiyetlerin eşyĂ‚lar kadar mekĂ‚nlara da sirĂ‚yet edebildiğini, bu yuzden gunah ve mĂ‚siyetlerin işlendiği ve ilĂ‚hî kahrın tecellî ettiği mekĂ‚nlardan olabildiğince uzak durup sĂ‚lih amellerin îfĂ‚ edildiği ve ilĂ‚hî lûtufların tecellî ettiği mubĂ‚rek ve mukaddes mekĂ‚nlardan mumkun olduğunca istifĂ‚de etmek gerektiğini ne guzel ifĂ‚de eder:
Allah Rasûlu r ashĂ‚bıyla birlikte Semûd Kavmiʼnin yeri olan Hicr bolgesinde konaklamışlardı. AshĂ‚b, oradaki kuyulardan ihtiyacları icin su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlu r onlara aldıkları suyu dokmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve SĂ‚lih u’ın devesinin gelip su ictiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (BuhĂ‚rî, EnbiyĂ‚, 17; Muslim, Zuhd, 40)
Yine Efendimiz r buyurur:
“Şu Uhud oyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Yolunuz o tarafa duştuğunde dikenli de olsa oradaki ağaclardan yiyiniz.” (BuhĂ‚rî, CihĂ‚d 71, 74, Etʼıme 28; Muslim, Hac 462, 462, 503-504)
Efendimiz r boyle buyurmakla mubĂ‚rek bir dağ olan Uhud’un civĂ‚rındaki ağacların meyvesinden teberruken yenilmesine teşvikte bulunmuştur. Zira sĂ‚lih amellerin işlendiği mekĂ‚nlara rahmet iner, melekler orada hazır bulunur, oraları huzur ve sekînet kaplar. Boyle mekĂ‚nlarda duĂ‚ ve istiğfĂ‚r ile AllĂ‚hʼa yonelerek oradaki bereketten istifĂ‚de edilmelidir.
Nitekim sahĂ‚be-i kirĂ‚m, Allah Rasûlu r Efendimizʼin her şeyiyle teberruk hĂ‚linde yaşamışlardır. O’nun ictiği sudan icmek, O’nun mubĂ‚rek elinin dokunduğu şeyi başa tĂ‚c etmek, O’nun gul kokulu terini, sac ve sakal-ı şerîflerini saklamak ve bu aziz hĂ‚tıralarla Efendimizʼin feyz ve rûhĂ‚niyetini yanlarında hissetmek, Oʼna olan muhabbet ve beyʼatlerini tĂ‚zelemek, hasretlerini bir nebze olsun gidermek ve Oʼnu surekli îman gundemlerinde tutmak, onların gonullerinde apayrı bir lezzet hĂ‚line gelmiştir.
Butun bu rivĂ‚yetlerden anlaşılan odur ki, Rasûlullah r’in kendisi, eşyĂ‚ları ve O’na Ă‚it herhangi bir şeyle teberruk etmek; merfû bir sunnet, makbul ve meşrû bir usûldur. Pek cok guzîde sahĂ‚bînin boyle yapması ve Efendimiz r’in de bunu tasdik etmesi, hattĂ‚ bazen emir, bazen de işaret buyurması, bunun apacık bir delilidir.
As*hĂ‚b-ı ki*rĂ‚m*dan son*ra gelen se*lef-i sĂ‚*li*hîn de te*ber*ruk*le il*gi*li bu ne*vî usûlleri yaşatmaya de*vam et**miş*ler*dir. Nitekim selef-i sĂ‚lihînin buyuk hadis ustadlarından biri olan Ahmed bin Hanbel’in, Rasûlullah r’e duyduğu muhabbeti aksettiren birkac teberruk misĂ‚lini, oğlu Abdullah şoyle anlatır:
“Babam, Rasûlullah r’in saclarından bir tel alır, onu dudaklarının uzerine koyarak operdi. Babamı, Allah Rasûlu’nun sac telini gozunun uzerine koyarken de gordum. O, Rasûlullah r’in sac telini suya batırır ve o suyu icerdi. Bu suyla (teberruken) Allah’tan şifĂ‚ dilerdi.
Bir gun babam, Rasûlullah r’in su kĂ‚sesini aldı, sonra onu bir kovanın icinde yıkadı ve ondan icti.
Yine o, şifĂ‚ niyetiyle Zemzem suyundan icer, onu ellerine ve yuzune surerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lĂ‚mi’n-NubelĂ‚, Beyrut 1986-1988, XI, 212)
Yine Hak dostlarından Muînuddîn Ceştî Hazretleriʼnin kabrinin ortusunu her sene değiştirip, eskisini evliyĂ‚nın buyuklerinden birine verirlerdi. YĂ‚hud da zamanın pĂ‚dişĂ‚hına verirler, o da bunu kıymetli bir mucevherat gibi, bir sandıkta teberruken saklardı. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Hazretleriʼnin vefĂ‚tına yakın, o kabrin ortusunu yine değiştirdiler ve eskisini Hazretʼe getirip;
“‒Buna en lĂ‚yık olan sizsiniz.” diyerek takdîm ettiler.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Hazretleri tam bir edeple kabûl ettiği ortuyu hizmetcilerine verip kalpten derin bir Ă‚h cekti ve;
“‒Hazret-i HĂ‚ce’ye bundan daha yakın bir libĂ‚s, bir ortu yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun.” buyurdu.
MUHABBET ŞART!..
Teberrukten istifĂ‚denin sırrı, mubĂ‚rek hĂ‚tıraların sahiplerine duyulan gercek bir “muhabbet”tir. Muhabbetin en buyuk alĂ‚meti ise fedĂ‚kĂ‚rlık ve itaat ile istikĂ‚met uzere yaşamaktır. Boyle bir muhabbet varsa teberrukten istifĂ‚de edilir. Aksi hĂ‚lde teberruk edilen eşyĂ‚ veya mekĂ‚n sıradan bir varlık gibi kalır. Tıpkı Yûsuf uʼın Mısırʼdaki gomleğinin kokusunu babası YĂ‚kub uʼın tĂ‚ Kenan ilinden duymasına mukĂ‚bil, gomleği getiren kardeşinin, taşıdığı aziz emĂ‚netin sırrından habersiz olması gibi. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bu misĂ‚li şoyle îzah eder:
“YĂ‚kub’da Yûsuf’un bir cĂ‚zibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gomleğinin kokusu O’na cok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gomleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrum idi. Cunku Yûsuf’un gomleği, kardeşinin elinde bir emĂ‚net idi. Kardeşi, gomleği goturup Hazret-i YĂ‚kub’a teslim ile mukellefti. Yani o gomlek, kardeşinin elinde, kole tuccarı elinde bulunan mûtenĂ‚ bir cĂ‚riye gibiydi. Kole tuccarının nefsi icin değildi...”
VelhĂ‚sıl teberrukten istifĂ‚deye liyĂ‚katin şartı, gercek bir muhabbettir. Arzu edilen hĂ‚l transferi, aynîleşme veya mĂ‚nevî yardıma ancak bu sĂ‚yede kavuşulabilir. Yok*sa boyle bir rû*hî de*rin*li*ğe bî*gĂ‚*ne olanlar, en feyizli nîmetlerin bile bereketinden mahrum kalırlar. Şu kıs*sa, bu husûsu ne guzel izah etmektedir:
Mu*rid*le*rin*den bi*ri BĂ‚*ye*zîd-i BistĂ‚mî Hazretleri’ne:
“‒Efen*dim, kur*ku*nuz*den bir par*ca ver*se*niz de te*ber*ru*ken uze*rim*de ta*şı*sam!..” der. BĂ‚*ye*zîd-i BistĂ‚mî ise ce*vĂ‚*ben:
“–Oğ*lum, sen is*ti*kĂ‚*met uze*re ol*ma*dık*tan son*ra BĂ‚*ye*zîd’in kur*ku*ne de*ğil, de*ri*si*ni yu*zup ici*ne gir*sen bi*le fay*da ver*mez!..” bu*yu*rur.
Yani sırf şekille mĂ‚nevî olgunluğa ulaşılamaz. Teberrukten umulan neticenin hĂ‚sıl olabilmesi icin oncelikle zarûrî olan kalbî kıvĂ‚mın kazanılması gerekir.
VÂSITAYI GÂYE EDİNME!
Şunu da ifĂ‚de edelim ki teberruğun faydası, îman muhabbetinden oturu mubĂ‚rek varlıklara gosterilen hurmet sebebiyle CenĂ‚b-ı Hakkʼın yardımını, rahmetini lûtfetmesi sĂ‚yesindedir. Rahmet ve bereketi lûtfeden, teberruk edilen varlığın kendisi değil, yalnızca CenĂ‚b-ı Hakʼtır. Hak TeĂ‚lĂ‚ rahmetini tecellî ettirmediği takdirde, bereketi umulan o varlıklar bir “hic” hukmunde kalır.
Dolayısıyla bu yolda ifrat ve tefrite kacmadan îtidal uzere gidilmelidir. Yani Hakkʼın emrettiği sĂ‚lih amelleri yapmadığı hĂ‚lde, sırf sĂ‚lih zĂ‚tlarla veya onların hĂ‚tıralarıyla teberruğun kendisini kurtarmaya yeteceği şeklindeki ifrat duşuncelerin*den uzak durmak gerekir. Veya teberruk edilen varlıklarda, Ă‚deta ilĂ‚hî bir kudret vehmetmek gibi yanlışlıklara sapmamak îcĂ‚b eder.
Fakat bu hususta aşırıya kacanları bahĂ‚ne ederek teberruğu tamĂ‚men red*detmek, bunun asr-ı saĂ‚det ve selef-i sĂ‚lihîn doneminde bulunmayan bir bidʼat ve hattĂ‚ şirk olduğunu iddiĂ‚ etmek de apacık bir cehĂ‚letin eseridir. Muhim olan, îtidal yolunu tutmaktır. Mutlak fĂ‚ilin yalnızca CenĂ‚b-ı Hak olduğunu, kendisiyle teberruk edilen varlıkların sadece AllĂ‚hʼın rahmet, mağfiret ve lûtfunu celbedecek vesîleler*den ibĂ‚ret bulunduğunu unutmamaktır. Nasıl ki, seyahat esnĂ‚sında binilen bir arac, gĂ‚ye değil vĂ‚sıta ise, kendisiyle teberruk edilen varlıklar da AllĂ‚hʼın rahmetini celbetmek icin başvurulan birer vesîleden ibĂ‚rettir. Fazilet sahibi sĂ‚lih zatlara ait olan eşyalar, Allah TeĂ‚lĂ‚ʼnın o zĂ‚tlara değer vermesi sebebiyle değerlidir ve onlara bu yuzden ehemmiyet verilir. Kul, murĂ‚dını, bu vesîleler hurmetine Allahʼtan istemelidir.
Rabbimiz, bu dunyada sĂ‚lih ve sĂ‚dık kullarıyla kalben beraber olabilme*mizi, Ă‚hirette de sevdiği kullarıyla haşrolunmayı cumlemize nasip ve muyesser eylesin. Bizleri kendisine yaklaştıracak her vesîleyi lĂ‚yıkıyla değerlendirebilen, basîret, firĂ‚set ve gayret ehli kullarından kılsın. Yine biz kullarını, mubĂ‚rek gun ve gecelerin ve bilhassa da RamazĂ‚n-ı Şerîfʼin feyz, bereket ve rûhĂ‚niyetin*den mustefîd olan kulları zumresine dĂ‚hil eylesin…
Âmîn!..
__________________