Bundan onceki yazımızda, gercek bir mu’min icin, istîdat ve tĂ‚kati olcusunde CenĂ‚b-ı Hakk’ın cemĂ‚lî sıfatlarıyla vasıflanmanın ehemmiyetini belirtmiş ve o sıfatlardan bĂ‚zılarına dĂ‚ir îzahlarda bulunmuştuk. Bu yazımızda da, diğer bĂ‚zı cemĂ‚lî sıfatlardan bahisle mevzûmuza devam edeceğiz:

el-VEDÛD…

Rabbimizin el-Vedûd ism-i şerîfi, “cok seven” ve “cok sevilen” mĂ‚nĂ‚larına gelmektedir. CenĂ‚b-ı Hak, kĂ‚inĂ‚tı muhabbet sebebiyle yaratmıştır. Eğer kĂ‚inatta bu ilĂ‚hî sıfatın tecellîlerinden bir nasip olmasaydı, kimse kimseyi sevemez; hicbir anne, yavrusuna bakamazdı. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin bir eseri olarak mahlûkĂ‚tını muhabbet bağıyla birbirine kenetlemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, CenĂ‚b-ı Hak rahmetinin yuzde birini yeryuzune indirmiştir. Bir ana atın sut emzirirken yavrusuna eziyet vermemek icin ayağını yukarı kaldırması bile, bu yuzde birlik ilĂ‚hî rahmettendir.1

Dolayısıyla yaratılmış varlıklardaki butun rahmet esintilerinin mutlak menbaı, CenĂ‚b-ı Hak’tır. Bu gozle baktığımızda kĂ‚inatta ilĂ‚hî muhabbetin eseri olan sayısız tecellîlerle karşılaşırız. Gorunuşleriyle tuyler urperten yılanların, yavrularını muşfik bakışlarıyla buyutmesi; akreplerin, yavrularını sırtlarında taşıması; en vahşî hayvanların bile yerine gore engin bir muhabbet kucağı hĂ‚line gelebilmesi, muhakkak ki, yuce Yaratıcımız’ın “el-Vedûd” sıfatından bir te*cel*lî*dir.
Yine ilĂ‚hî muhabbet bereketiyledir ki Rabbimiz, sĂ‚lih kullarını sever, sevdiği kullarını da nasipli gonullere sevdirir. Onların hayatlarını, fĂ‚nî omurlerinden sonra da -hikmetli nasihatleri ve ibretli kıssalarıyla- gonullerde devam ettirir.

Muhabbetullah tecellîlerine nĂ‚il olan bir kul, başta Ce*nĂ‚b-ı Hakk’ı ve O’na yakınlığı nisbetinde her varlığı gonlundeki muhabbet dĂ‚iresinin icine alır. Fakat mu’min, Rabbine olan sevgisini, fĂ‚nîlere duyulan sevgi ve bağlılıkların ustune cıkarmadıkca kĂ‚mil bir îmĂ‚na ulaşamaz. Zira Ă‚yet-i kerîmede:

“…Mu’minlerin AllĂ‚h’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyrulmaktadır.

Bu sebeple insanoğlu, kalbindeki coluk-cocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşerî fakat meşrû sevgileri, lĂ‚yık olduğu seviyede tutmalıdır. Aksi hĂ‚lde bunlar, bir nîmet olmaktan cıkıp “fitne” hĂ‚line gelerek kalpleri fesĂ‚da uğratır.

Ana-baba, zevc-zevce, evlĂ‚t ve sahip olduğumuz imkĂ‚nlar, CenĂ‚b-ı Hakk’ın biz kullarına buyuk lutuflarıdır. LĂ‚kin butun bunlara duyulan sevgiler, Hak icin ve Hak yolunda olmalıdır. Zira gonlu fĂ‚nîlerin gel-gec guzelliklerine esir edenler, butun guzelliklerin menbaı olan ilĂ‚hî muhabbetten mahrum kalırlar.

Muhabbet ve onun şiddetlenerek butun varlığı kuşatması demek olan aşkın hakîkîsi ve mecĂ‚zîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbetin*den ibĂ‚rettir ve Hakk’a vus*lat yolunun en buyuk ser*mĂ‚*yesidir. MecĂ‚zîsi ise, mah*lû*kattan birine muhabbet ve bağlılıktır. EsĂ‚sen rızĂ‚-yı ilĂ‚hî olculeri icinde yaşanan mecĂ‚zî muhabbetler de ha*kî*kî muhabbete bir basamaktır, kalbin is*tî*dĂ‚*dını artı*ran alıştırmalar mĂ‚*hi*ye*tin*de*dir. LeylĂ‚ ile Mec*nûn arasın*da*ki muhabbet mĂ‚*ce*rĂ‚sı, bu*nun şĂ‚heser bir mi*sĂ‚*li*dir.

Eğer Mecnûn’un gonlu, LeylĂ‚’ya takılıp kalsaydı, o, kendisi icin bir put olacaktı. LĂ‚kin LeylĂ‚, Mecnun icin gecici bir rol oynadı. Mecnûn’un kalbini ilĂ‚hî aşka muhĂ‚tap olabilecek bir kıvĂ‚ma getirdikten sonra LeylĂ‚ gozden duştu. Mecnun, LeylĂ‚’dan yola cıktığı hĂ‚lde orada kalmayıp kalbini MevlĂ‚’ya yoneltme dirĂ‚yetini gostererek Hak Ă‚şığı oldu. Diğer butun fĂ‚nî ve izĂ‚fî bağlantılardan Ă‚zĂ‚d oldu. Boylece sevdiğinden başka bir şey gormez ve duşunmez oldu. Zira ilĂ‚hî muhabbetin mĂ‚nevî lezzeti karşısında butun dunyevî zevk ve lezzetler onun nazarında değerini yitirdi.

İşte, ilĂ‚hî muhabbet ile mest olan kimse, fĂ‚nî cĂ‚zibelerin esĂ‚retinden ve insanların elindekilere hased etmekten kurtulur. Boylece kemĂ‚le ve menzil-i maksûda erer. Bu da, aşk-ı sĂ‚fî, hubb-i ilĂ‚hîdir.

VelhĂ‚sıl butun muhabbetler, yoneldiği varlığın Hak katındaki makbûliyeti nisbetinde meşrû ve değerlidir. Yeter ki mecĂ‚zî muhabbetler, kalp icin son durak olma husrĂ‚nıyla neticelenmesin! Asıl tehlike, muhabbete lĂ‚yık olmayana yakınlık ve iltifat gostermektir. Zira her insan, hayatta muhabbet duyduğu varlığın buna liyĂ‚kati nisbetinde bir seviye kazanır. İnsanın mĂ‚nen yukselip alcalmasında, muhabbet kadar, onun zıddı olan husûmetin yerinde kullanılması da pek muhim bir tesir icrĂ‚ eder. Muhabbeti lĂ‚yıkına, hu*sû*me*ti de mustehakkına yoneltebilmek, sĂ‚hibini Ă‚bĂ‚d ederken, bunun aksine, muhabbeti lĂ‚yık olmayana, husûmeti ise mustehak olmayana yoneltmek ise, insanı bu tavrındaki şiddeti kadar alcaltır.

Bu hususta Peygamber Efendimiz’in am*ca*sı hakkında nĂ‚zil olan:

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da!” (Tebbet, 1) Ă‚yetinin verdiği mesaj, mustehakkına nefret ile de îmĂ‚nımızı kemĂ‚le erdirmemizin zarûrî olduğudur.

Fıtrî olan sevme temĂ‚yulunu, muhabbetin menbaına ve ona en lĂ‚yık olan CenĂ‚b-ı Hakk’a hasredip bu nîmeti başka adreslerde ziyan etmekten sakınmanın zarûreti, diğer bir Ă‚yet-i kerîmede de şoyle beyan edilmektedir:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabĂ‚nız, kazandığınız mallar, kesĂ‚da uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlu’nden ve Allah yolunda cihĂ‚d etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fĂ‚sıklar topluluğunu hidĂ‚yete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Ne mutlu o mu’minlere ki, Allah ve Rasûlu’nun muhabbetini her şeyin ustunde tutarlar ve yabĂ‚nî bahcelerin sahte ciceklerine aldanmazlar!..

el-AFUV…

Rabbimizin cemĂ‚lî esmĂ‚sından bir diğeri de el-Afuv ism-i şerîfidir. CenĂ‚b-ı Hak cok affedicidir. KĂ‚mil mu’minler de; “Affetmeyi bilmeyen, affedilmez.” dustûrunca, ilĂ‚hî affa lĂ‚yık olabilmek icin AllĂ‚h’ın kullarına karşı cok affedici olurlar. Zira şahsına yapılan haksızlıkları Ă‚deta “yok” hukmunde gorerek gonlunde en ufak bir kızgınlık ve kırgınlık duymadan affetmeyi meleke hĂ‚line getirebilmek; kalbî olgunluğun şĂ‚heseridir, en buyuk mĂ‚nevî kahramanlıktır.

HallĂ‚c-ı Mansur, kendisini anlayamayanlar tarafından taşlanırken:

“YĂ‚ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye niyĂ‚z etti. Zira o, kendisine ahlĂ‚kın ne olduğunu soranlara:

“AhlĂ‚k, Hakk’ı duşunerek halkın ezĂ‚ ve cefĂ‚sına aldırış etmemektir.” diyebilecek bir gonul ufkuna sahipti.

Yine Hak dostlarından SĂ‚*mi Efen*di Haz*ret*le*ri, DĂ‚*ru’l-Fu*nûn’un Hu*kuk Fa*kul*te*si’ni ye*ni bi*tir*miş*ti. Onun gu*zel hĂ‚*li*ni ve ter*te*miz sî*re*ti*ni pek be*ğe*nen bir Hak dos*tu:

“–Ev*lĂ‚*dım, bu tah*sil de gu*zel*dir ama, sen asıl tah***sî**li ik*mĂ‚l et*me*ye bak! Se***ni ir*fan mek*te*bi*ne kay*de**de**lim, ora*da da go*nul ilim**le*ri*ni ve Ă‚hi*ret sır*la*rı*nı oğ*ren!..” de*di. Ar*dın*dan da ilĂ‚ve etti:

“–Ev*lĂ‚*dım, o mek*tepte na**sıl eği*tim ya*par*lar, ne oğ**re*tir*ler bi*le*mem. Ama bil*di*ğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitme*mek, son der*si de in*cin*me*mektir...”

Kimseyi incitmemek, ne kadar zor olsa da, yine de olgun bir insanın elindedir. LĂ‚kin kimseden incinmemek, neredeyse imkĂ‚nsızdır. Bunun icin kişinin şahsına yapılan eziyetleri sîneye cekip susması gerekir. Bu buyuk bir mĂ‚rifettir. LĂ‚kin asıl mĂ‚rifet, kalbi de susturabilmektir. Zira dili susturmak irĂ‚deyle mumkundur, lĂ‚kin kalpte irĂ‚de yoktur; o yine icin icin konuşup sızlanmaya devam eder. Kalbe hĂ‚kim olabilmek, cok buyuk bir mĂ‚nevî olgunluk ve dirĂ‚yet ister. Dolayısıyla incinmemek; din kardeşinin ezĂ‚ ve cefĂ‚sını unutup ona karşı burûdeti/soğukluğu giderebilmek icin, kalbi yuksek bir takvĂ‚ ile susturabilme mahĂ‚retidir. Bu sebeple de incitmemek mĂ‚nevî yolun başlangıcı ise, incinmemek nihĂ‚yeti sayılmıştır.

Bu hususta Hazret-i Yûsuf’un sergilediği fazîlet cok ibretlidir: Yûsuf u’ı kıskanarak kuyuya atmış olan kardeşleri, yaşanan pek cok tecellînin ardından, onun yuksek fazîletini kabûl edip; “Sen Yûsuf’sun, Allah seni hakîkaten bizden ustun kılmış.” dediler. Yûsuf u ise kalbinde acılan derin yaraların uzerine Ă‚deta bir şal atarak; “Bugun eskileri başa kakmak yoktur…” dedi. Ardından da onların mahcup gonullerini tesellî sadedinde; “Allah merhametlilerin en merhametlisidir.” bu*yur*du.

Ayrıca kĂ‚mil mu’minler, kendilerini inciten bir hĂ‚*di*se karşısında, once*lik*le o muĂ‚meleye mus*te*hak olup olmadık*la*rı yolunda bir nefis mu*hĂ‚*se*be*sine yonelirler. Boy*le*ce, mĂ‚ruz kaldıkları ce*fĂ‚*lar*dan da mĂ‚nen istifĂ‚de im*kĂ‚nı elde ederler.

Vaktiyle serserilikten vazgecip sĂ‚lih bir hayata donen biri, duk*kĂ‚*nın*da calışmakta iken, oraya gelen ofkeli bir adam, kendisini sorgu-sual etmeden fecî bir sûrette dovup yaralamış. Bu eski serseri, ne bir karşılık vermiş ne de bir îtiraz sesi yukseltmiş. Ofkeli adam dukkĂ‚ndan cıkıp gittikten bir saat sonra geri gelerek bu adamı yanlışlıkla, başkası zannederek dovduğunu soyleyip ozurler dilemiş. Adam:

“–Hayır, bu işte bir yanlışlık yok. Ben bu dayağı hak etmiştim. Cunku vaktiyle boyle senin yaptığın gibi bircok gunahsız insanı sudan bahĂ‚nelerle dovmuştum. Senin bu muĂ‚melen, benim hak ettiğim bir işti. Âhirette senden alacağım hakkı, o haksız yere dovduğum insanlara vereceğim.” demiş.2

İşin bir başka yonu daha vardır: Her mu*sî*bet, ona mustehak olma sebebiyle başa gelmez. Bazen de bir fert, mazlûmiyetle taclanmak, sabır neticesi derece elde etmek ve mukĂ‚fatlandırılmak uzere bir musîbete mĂ‚ruz kalır. Eğer mu*sî*betler hep hak etme ne*ti*cesinde olsaydı, in*san*lar mecbûren iyi olur*lar ve peygamber*ler uzerine hicbir mu*sî*bet gelmezdi. HĂ‚lbuki in*sanlık tarihinde en bu*yuk musîbetlere mĂ‚*ruz kalanlar, enbiyĂ‚ sil*si*le*sidir. Ustelik onla*rın mĂ‚sumiyet sıfatı vardır.

Duşunmek gerekir ki, bugun AllĂ‚h’ın kullarını affetme irĂ‚desini gosteremeyen, menfaatperest, hodgĂ‚m ve felcli bir ruh, yarın huzûr-i ilĂ‚hîde ne yuzle af dileyebilir?! Affedememe illeti, insanın kendi gafletinden kaynaklanır. Zira affın asıl sahibi CenĂ‚b-ı Hak’tır. Mu’minler de gonullerindeki Allah muhabbeti nisbetinde affedebilirler. Bu sebepledir ki şahsî meselelerde affetme fazîletini gosteremeyip kin ve intikam gutmek, kĂ‚mil mu’minlere aslĂ‚ yakışmaz. Mu’mine duşen, kusurlu insana karşı gazap yerine merhamet duygusuy*la dolu olmaktır. Gu*nah*kĂ‚*ra, suruklendiği gunahtan dolayı acı*ma hissiyle mu*kā*be**le etmek, îmanda ke*mĂ‚*le ermenin bir ifĂ‚desidir. Zira kĂ‚mil mu’minler, kusur işleyen bir mu’mine karşı -o kusur kendilerine karşı işlenmiş olsa dahî- bir doktorun hastasına muĂ‚melesi gibi bir tavır sergilerler. Hicbir doktor hastasına, yakalandığı hastalıkta şahsî bir kusuru olsa bile kızmaz. Kendisini hastasına şifĂ‚ sunmakla mukellef bilir. Bu ahlĂ‚k ile yaşayan Hak dostları da, gunaha olan nefreti, gunahkĂ‚ra taşırmazlar. Onları yaralı bir kuş gibi kabul ederek gonul sarayında irşad ve ıslah gayreti icinde olurlar.

Nitekim Sehl-i Tusterî’ye, ahlĂ‚ktan sorduklarında şoyle buyurmuştur:

“AhlĂ‚kın en kucuk derecesi; eziyete katlanarak intikam peşinde olmamak, zĂ‚lime bile merhamet edip onun icin istiğfĂ‚r etmek ve ona acımaktır.” (İhyĂ‚, III, 163)

Enes bin MĂ‚lik t’ın naklettiği şu hĂ‚dise de, boyle bir gonul kıvĂ‚mına sahip olmanın, kulu cennet yolcusu kılacağını ne guzel beyĂ‚n etmektedir:

Rasûl-i Ekrem r ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki En*sĂ‚r’*dan, abdest suyu sa*kalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam cıkageldi. Ertesi gun olunca Rasûl-i Ekrem r yine evvelki gibi soyledi. Bu adam yine onceki gibi cıkageldi. Ucuncu gun olunca Rasûl-i Ekrem r Efendimiz yine aynı sozu tekrar etti ve yine aynı adam ilk hĂ‚liyle geldi. Rasûl-i Ekrem r kalkınca Abdullah bin Amr t, o adamı takip etti ve ona:

“–Ben babamla mu*nĂ‚*kaşa ettim, uc gun onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr t şoyle anlattı:

“–Uc geceyi onunla bir arada gecirdik. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini gormedim. Ancak fec*re kadar, zaman za*man uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey soylediğini de işitmedim. Uc gun gecince sanki onun amelini kucumser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey AllĂ‚h’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilĂ‚f yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin icin uc kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Uc defa da sen cıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini oğrenmek icin senin yanında kalmak ve seni ornek almak istedim. Fakat senin buyuk bir amel işlediğini de gormedim. Seni RasûlullĂ‚h’ın soylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zÂt:

«–Şu gorduğunden başkası değildir.» dedi.

Fakat ben ayrılmak icin donduğumde ardımdan seslenerek dedi ki:

«–Evet, benim amelim, senin gorduğunden başkası değildir. Ancak ben muslumanlardan hic kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve AllĂ‚h’ın verdiği herhangi bir nîmet ve hayırdan dolayı da kimseye aslĂ‚ hased etmem.»

Bunun uzerine:

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hĂ‚lindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

Şu kıssa da affedebilme ahlĂ‚kının yuceliğini ne guzel ifade etmektedir:

Ahnef bin Kays’a:

“–Guzel ahlĂ‚kı kimden oğrendin?” diye sordular. O da:

“–Kays bin Asim’*den oğrendim.” dedi. Kendisine:

“–Bu zĂ‚t nasıl bir ahlĂ‚ka sahipti?” di*ye sorulunca da şu îzah*ta bulundu:

“–Bu zĂ‚t bir gun evinde otururken cĂ‚*ri*ye*le*rin*den biri elinde de*mir şiş ve şişte kebap olduğu hĂ‚lde yanına girdi. Her nasılsa şiş cĂ‚riyenin elinden duşerek kucuk oğlunun ba*şına vurdu ve cocuk oldu. Bu nĂ‚zik vaziyet kar*şısında cĂ‚riye dehşete kapıldı, perişan oldu ve Ă‚deta eridi. Fakat o zĂ‚t, boyle bir anda bile hiddetlenip cıkışmak yerine cĂ‚riyeye; «Uzulme, ilĂ‚hî takdir boyleymiş, senin bir kastın olmadığı icin bir sucun da yok, senin bu vicdan urperişine karşılık ben de seni Ă‚zĂ‚d ettim.» de*miştir.” (İhyĂ‚, III, 164)

Diğer taraftan, affede affede ilĂ‚hî affa lĂ‚yık olma azmi icinde olan bir mu’min, pişman olup kendisinden ozur dileyenlerin ozrunu kabûl etmek sûretiyle de; TevvĂ‚b olan, yani tevbeleri kabul eden Rabbinin ahlĂ‚kından hisse almış olacağını unutmamalıdır.

el-HALÎM…

EsmĂ‚-i ilĂ‚hiyyeden bir diğeri de el-Halîm’dir. Rabbimiz hilim sahibidir, kullarına son derece yumuşak davranır, kullarının hata ve kusurlarına karşı hemen gazaplanmak yerine buyuk bir sabır ve tahammul gosterir. Yine Rabbimiz bu ahlĂ‚kının, kulları tarafından sergilenmesinden de rĂ‚zı olur. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz Abdulkaysoğulları’ndan Eşecc t’a hitĂ‚ben:

“Sende AllĂ‚h’ın sevdiği iki husûsiyet vardır: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (yani olculu olmaktır).” buyurmuştur. (Muslim, ÎmĂ‚n, 25, 26)

Hilmin zıddı olan sertlik ve katılık, insanları inciten, korkup nefret etmelerine ve uzaklaşmalarına yol acan kotu bir huydur. Bu sebeple hilim, peygamberlerin sıfatlarından biridir. Nitekim bu husûsu kitaplarından oğrenen bĂ‚zı yahudî Ă‚limler, Peygamber Efen*di*miz’*in hilim sı*fa*tı*nı tecrube et*miş*ler, O’ndaki hilim deryĂ‚sının enginliğini kavrayınca da îmĂ‚na gelmişlerdir.

Allah TeÂl buyu*rur:

“(Rasûlum!) O va*kit, Allah’tan bir rahmet ile on*la*ra yumuşak dav*randın! ŞĂ‚yet Sen kaba ve katı yurekli olsaydın, hic şuphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hĂ‚lde onları affet; bağışlanmaları icin duĂ‚ et!..” (Âl-i İmrĂ‚n, 159)

Allah Rasûlu r insan neslinin en mulĂ‚yimi idi. Bu yuzden insanlarla muĂ‚melesinde dĂ‚imĂ‚ kolaylığı tercih eder, zorluğa, ofke ve kızgınlığa yer vermezdi. Hakkın ciğnenmesi dışında ofkelenmez, şahsına karşı işlenen kusurları kolayca affederdi. Ne kadar kaba bir muĂ‚meleye mĂ‚ruz kalsa da nezĂ‚ketini bozmaz, kendisine kotuluk edenlere bile guzellikle muĂ‚mele ederdi.

Lokman Hakîm şoyle der:

“EvlĂ‚dım! Uc şey, uc şeyle bilinir: Hilim, gazap Ă‚nın*da; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise, ihtiyac Ă‚nında.”

Dolayısıyla hilim ahlĂ‚kının en cok yaşanması gereken zamanlar, insanın ofke ve hiddete kapıldığı, aklın yerini hissin aldığı nĂ‚zik anlardır. Boyle bir anda nefsini dizginleyebilmek, mĂ‚nevî bir olgunluk ister. Nitekim Efendimiz r de:

“Yiğit dediğin, gureşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman ofkesini yenen kişidir.” buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, Edeb, 76; Muslim, Birr, 107, 108)

Yine Peygamber Efendimiz r yeni musluman olan, dinin edep ve nezĂ‚ketini yeterince oğrenme fırsatı bulamayanlara karşı da dĂ‚imĂ‚ halîm ve musĂ‚mahakĂ‚r davranmıştır. Nitekim şu hĂ‚dise bunun tipik bir misĂ‚lidir:

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de kucuk abdestini bozmuştu. SahĂ‚bîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun uzerine Hazret-i Peygamber r:

“–Adamı kendi hĂ‚line bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su dokun. Siz kolaylık gostermek icin gonderildiniz, zorluk cıkarmak icin değil.” buyurdu. (BuhĂ‚rî, Vudû’ 58, Edeb 80)

TĂ‚biînin buyuklerinden İmĂ‚m Şa’bî’nin, kendisine hakĂ‚ret eden fĂ‚sık bir şahsa kızmak yerine:

“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” şeklindeki cevĂ‚bı da, hilim ahlĂ‚kının mustesnĂ‚ bir tezĂ‚hurudur.

VelhĂ‚sıl, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi guzel hasletlerin neticesi olan hilim ve musĂ‚maha, CenĂ‚b-ı Hakk’ın emr-i ilĂ‚hîsi ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir. Allah Rasûlu r şoyle buyurmuştur:

“Rıfktan (yumuşak huyluluktan) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)

Bununla birlikte butun hasletler gibi hilim ve musĂ‚mahanın da bir olcusu vardır. Yumuşak huylu olmak adına zulme boyun eğmek veya ilĂ‚hî emirlerin ihlĂ‚line musĂ‚maha gostermek aslĂ‚ doğru değildir. Hilm-i himĂ‚rî (merkep uysallığı) denilen boylesi bir davranış, kotu kimselerin kotuluk yapma arzusunu ve cesĂ‚retini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır.

es-SETTÂR…

Rabbimizin cemĂ‚lî es*mĂ‚*sın*dan bir diğeri de “es-SettĂ‚r” ism-i şerîfidir. Kullarının gizli-Ă‚şikĂ‚r butun hĂ‚llerine vĂ‚kıf olan Rabbimiz, onların nice ayıp ve kusurlarını orter ve bağışlar. Boylece onların hĂ‚llerini ıslĂ‚h edebilmeleri icin fırsat verir. Zira ayıp ve kusurları acığa cıkan birinin hĂ‚lini duzeltebilmesi artık cok zordur.

Musluman, tecessusten şid*detle sakınmalıdır. Ya*ni din kardeşinin acığa cık*ma*mış ayıbını, kusurunu araştırmamalıdır. Zira Ce*nĂ‚b-ı Hak; “…Tecessuste bulunmayın!..” (el-HucurĂ‚t, 12) buyurarak bu cirkin davranışı yasaklamıştır.

Kişinin işlediği gunĂ‚hı bir mĂ‚rifetmiş gibi anlatması da, kotuluğun yayılması mĂ‚nĂ‚sına gelir. Bilhassa zamanımızda “koşe donmecilik” olan sahtekĂ‚rlığı bir mahĂ‚retmiş gibi gos*termek, gunahların şuyûu cumlesindendir ki, vukûundan beterdir. Yani cirkin davranışların toplumda duyulup zihinleri meşgûl etmesi, onların daha fazla işlenme tehlikesini doğuracağından, cok daha mahzurludur. CenĂ‚b-ı Hak da kotuluğun şuyû bulmasını isteyenleri buyuk bir azapla tehdit etmektedir. Buna mukābil, işlediği bir gunĂ‚hı hayĂ‚ ederek gizleyen ve ondan nedĂ‚met duyan kişiyi, “SettĂ‚r” olan Rabbimizin kıyĂ‚met gununde rusvĂ‚ etmemesi umîd edilir.

Ote yandan duşunmek gerekir ki, Rabbimiz ism-i SettĂ‚r’ı hurmetine, biz kullarının nice gunahlarını ortmuş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz yuceliğinden, merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen gunahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zĂ‚hir olsaydı, muhakkak ki hic kimsenin bir başkasına bakacak yuzu olmazdı.

Unutmamak gerekir ki gonuller nazargĂ‚h-ı ilĂ‚*hî*dir. Bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onun gizli kusurlarını araştırıp ortalığa dokmek, gonlunu rencide edeceğinden Rabbimizin de gazabını celbeder. İnsanların iffet ve haysiyetini zaafa uğratan hĂ‚llerini anlatmak ve boylece kendini ustun gostermeye calışmak gibi suflî tavırlar, bu hususta gaflet edenlerin nice hayırlı amellerinin bile hebĂ‚ olmasına sebebiyet verir.

CenĂ‚b-ı Hakk’ın bilhassa rûz-i mahşerde bizim ayıplarımızı ortmesini is*ti*yor*sak, biz de bugun O’nun kullarının ayıplarını ortup onların mahcup ve rencide olmalarını engellemeye calışmalıyız. Bu hassĂ‚siyetin şĂ‚heser bir misĂ‚li şoyledir:

HĂ‚tem-i Esam Hazretleri, zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın buyuk bir heyecanla derdini anlatırken, kendisinden -gayr-i ihtiyĂ‚rî- cirkin bir ses duyuldu. Kadın, mah*cû*bi*yetten bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hicbir şey duymamış ve fark etmemiş gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına goturerek:

“–Soylediklerinizi duymu*yo*rum, cok ağır işitiyorum, yuksek sesle konu*şu*nuz, bağırınız! Ben sa*ğı*rım!” dedi.

Kusurunun gizli kaldığını zanneden kadıncağız, bir anda hayĂ‚ta avdet etmiş gibi ferahladı.

Hicbir milletin muĂ‚şeret edebinde bir benzeri daha gorulmemiş olan bu nezĂ‚keti, HĂ‚tem Haz*ret*leri’ne “Esam: Sağır” lĂ‚kabını taktırdı. Zira bu hĂ‚diseden sonra da HĂ‚tem Hazretleri, o kadın duyup da mahcup olmasın diye halk arasında kendini sağır olarak gosterdi. Ancak kadının vefĂ‚tından sonra etrafındakilere:

“–Artık kulaklarım işitiyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

İnsanların ayıp ve kusurlarını soylemenin, dinde “gıybet” adıyla buyuk gunahlardan biri olarak kabul edilmesi de, bu fiilin ağırlığını gostermektedir. Ustelik, gıybet, mevcut olan bir kusurun soylenmesidir. Mevcut olmayanın soylenmesi ise, cok daha ağır bir curum olan “iftirĂ‚”dır.

VelhĂ‚sıl ilĂ‚hî ahlĂ‚ktan hisse alıp rûhunda guzelce hazmedebilmek, muhteşem fazîletlere vesîle olur. Fakat CenĂ‚b-ı Hakk’ın cemĂ‚lî sıfatları, ancak nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş olan mu’minlerde en guzel sûrette tecellî eder. Bu sebeple bir mu’min, ic Ă‚lemini butun menfîliklerden arındırabildiği, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizleyebildiği nisbette, ilĂ‚hî ahlĂ‚kın mucellĂ‚ bir aynası hĂ‚line gelebilir.

Burada birkac misalini verdiğimiz cemĂ‚lî esmĂ‚nın tamamını ahlĂ‚ka intikĂ‚l ettirerek şahsiyet ve karakterin ayrılmaz bir parcası hĂ‚line getirebilmek, Hakk’a dostluk iklîmine gi*ri*şin en buyuk vizesi mĂ‚*hiyetindedir.

CenĂ‚b-ı Hak cumlemizi, ilĂ‚hî ahlĂ‚kından hissedar kılarak ebedî saĂ‚det berĂ‚tını alabilen bahtiyar kullarından eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar: 1. Bkz. BuhĂ‚rî, Edeb, 19; Muslim, Tevbe, 17. 2. Bkz. SĂ‚miha Ayverdi, Mesih Paşa İmamı.
__________________