ONYARGI FELAKETİ
Uzaklarda bir koyde, kocasi, cocugu dogmadan olmus, tek basina yasayan hamile bir kadin kendisine arkadas olmasi acisindan dagda yarali olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin yanindan
bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukca uysallasir. Bir kac ay sonra kadinin cocugu dogar. Tek basina tum zorluklara gogus germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.
Gunler gecer ve kadin bir gun bir kac dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman gecer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini gorur. Anne cildirmiscasina gelincige saldirir ve oracikta oldurur hayvani. Tam o sirada icerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yonelir... Ve odada besigi, besigin icindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parcalanmis bir yilani gorur.
Einstein'in soyledigi rivayet edilen bir soz var: "insanlardaki onyargiyi parcalamak benim atomu parcalamamdan cok daha zor"
ONLAR BOYLEYDİ
Bir kac yil once Suleymaniye camisinin yikilma tehlikesi icinde oldugu kesfedilmis.
Eger cozum bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman icinde yikilacakmis.
Caminin tum tasiyici yuku kemerlerindeymis. Bu kemerlerin ortalarinda bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde yazili bir proje olmadigi icin nasil degistirilecegi bilinmiyormus.
Hemen Turkiye'nin en yetkin muhendis ve mimarlarindan olusan bir heyet hazirlanmis. Bir suru fikir atilmis ortaya, her kafadan bir ses cikmis ama sonuc alinamamis.
Ulkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu cozememis. Tartismalar surerken caminin icinde buyuk bir karmasa suruyormus.
Ulkenin cesitli bilim kuruluslarindan bir suru mimar, muhendis kemerleri inceliyormus.
Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bolme bulmus. Bolmede uzerinde eski yazi olan bir not varmis.
Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
Bu kagit parcasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir mektupmus. Mektupta yazilanlar tercume ettirilince soyle bir metin cikmis ortaya:
"Bu notu buldugunuza gore kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
soylediklerini yapmis. Suleymaniye camisi boylelikle kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.
HAYALİ CİHANA DEĞER
Osmanli'nin sadece bir yeniceri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve talanindan nasil kurtardigini gosteren maziden elmas bir tablo:
19.yuzyilda Almanya'nin Mulhaym sehrindeki Ren nehrinin bir yakasinda Almanlar, obur yakasinda da Fransizlar oturuyordu. Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina gecip mahsulun tumunu toplayip goturuyorlardi.
O siralar, birligini temin edemeyen gucsuz Almanlar ise buna fazla ses cikaramiyorlardi tabi. Her sene boyle olunca careyi Osmanli Sultanina durumu yazip, imdat istemekte bulurlar. Mektupta soyle demektedir:
"Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulumuzu elimizden aliyorlar. Siz ki, dunyaya adalet dagitan bir imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi bu zulumden kurtarin. Asker gonderin. Urunlerimizi bu sene olsun toplama imkani saglayin."
Cokus faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim istegini inceleyen padisah asker gondermeyi mumkun ve gerekli gormez; yalnizca asker elbisesi gondermeyi kafi bulur ve cevabi bir mektupla beraber ici askeri elbise dolu uc cuval yollanir. Saskina donen Almanlar, cuvali alip mektubu okurlar:
"Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniceri gondermemize gerek yoktur. Yenicerimizin kiyafetini gormeleri kafidir. Cuval icindeki Osmanli askerinin elbiselerini adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin gorulecek yerlerinde dolastirin. Karsidan goren Fransizlar icin bu kafidir."
Bag bahce sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini kapisirlar. Hasat vakti buyuk bir heyecanla yeniceri kiyafetinde, nehir kiyisinda dolasmaya baslarlar. Ertesi gun, karsidan gelen haber, Almanlarin sevinc cigliklari atmalarina sebep olur:
"Osmanlilardan imdat geldigini dusunen Fransizlar, korkudan koylerini de terkederek ic kisimlara dogru kacmaktalar. Mahsulunuzu rahatca toplayabilirsiniz. Zulum sona ermistir."
Bu olay, Mulhaymlilarin gonullerinde taht kurmustur. Giydikleri yeniceri kiyafetlerini, daha sonra Mulhaym'a bagli Karlsruhe muzesine koyup ziyarete acarlar. Sehrin en yuksek binasina da Osmanli bayragi asarlar. Ayrica, halen olayin yildonumunde de sehirde bir karnaval duzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar.
GUL BABA'NIN GULLERİ
Fatih Sultan Mehmed'in yerine gecen oğlu ikinci Bayezıd avdan donuyordu. Bir an once saraya varıp
dinlenmeyi duşunurken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:
"- Bu guzel kokular da nereden gelir boyle?"
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
"- Devletlu Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gul Baba derler. Ak sakallı, nur yuzlu bir ihtiyardır. Şu yamacları gullerle ve dahi turlu ciceklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahcesinden gelmektedir."
Padişah, vezirin anlattıklarını tebessumle dinliyordu. Sozlerini bitirince kararını bildirdi:
"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"
Artık yorgunluklar unutulmuştu. Gul Baba'nın kulubesine doğru yuruduler. Kulubeye doğru yaklaştıkca gul kokuları artıyor, insanın gozu - gonlu acılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini goren Gul Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:
"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gul bahcesine ceviren yiğit asker, selam sana!" Gul Baba mahcup olmuştu, guclukle konuşabildi:
"- Sizden boyle iltifatlar gormek bizim icin ne buyuk şereftir Sultanım, sağolun!"
"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en buyuğunu almışsın Gul Baba. O buyuk şerefin yanında bizim sozlerimizin hukmu mu olur?"
Gul Baba tebessumle başını one eğerken Padişah atından indi ve Gul Baba'nın gosterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şoyle bir teklifte bulundu:
"- Dilersen seni saraya alayım. Artık calışma da yaşlılık devrini dinlenerek gecir!"
"- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim icin daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen,
şu kulubemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin cocukları ilim - irfan oğrensinler!"
Gul Baba'nın sozleri Padişah'ı cok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
"- Gonlun rahat olsun Gul Baba, dilediğin olacaktır!"
Sonra bahceyi gezdiler...
Padişah gulleri okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada Gul Baba da ozenle sectiği gulleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gul verdi.
Padişah gulleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını surup gitti.
Kısa zaman sonra ise Gul Baba'nın kulubesi yıkıldı ve oraya buyuk bir bina yapıldı. Zaman icerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe burunen
okul, Cumhuriyet doneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
Gul Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o guzel kokulu sarı ve kırmızı guller once bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulubu'nun sembolu oldu.
Gul Baba'nın turbesi bugun de orada, okulun bahcesindeki yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretcilerinden fatihalar bekliyor.
HAYIR ve ŞER GİZLİDİR.. ANLAYAMAYIZ
Bir zamanlar Afrika'daki bir ulkede hukum suren bir kral vardı. Kral, daha cocukluğundan itbaren arkadaş olduğu, birlikte buyuduğu bir dostunu hic yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde gotururdu.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kotu, her olay karşısında hep aynı şeyi soylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
Bir gun kralla arkadaşı birlikte ava cıktılar. Kralın arkadaşı tufekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tufeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tufeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu goren arkadaşı her zamanki her zamanki sozunu soyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve ofkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Gormuyor musun, parmağım koptu?" Ve sonra da kızgınlığı gecmediği icin arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bolgede birkac adamıyla birlikte avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele gecirdiler ve koylerine goturduler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve koyun meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inancları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Boyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kotu olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı cozduler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına donduğunde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gercekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gorduğu muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan cıkardığı arkadaşına başından gecenleri bir bir anlattı. "Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gercekten de bir hayır varmış. İşte bu yuzden, seni bu kadar uzun sure zindanda tuttuğum icin ozur diliyorum.Yaptığım cok haksız ve kotu birşeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?"
diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Duşunsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?" Ve sonrasını duşunsene?
__________________