İslĂ‚m Ă‚limlerinin ve evliyĂ‚nın buyuklerinden. BuhĂ‚rĂ‚ yakınlarındaki RĂ‚miten kasabasında doğdu. Doğum tĂ‚rihi bilinmemektedir. 1328 (H.728) yılında Harezm şehrinde vefĂ‚t etti.

RĂ‚miten'de kucuk yaştan îtibĂ‚ren ilim tahsîline başladı. Akıl ve zekĂ‚sının parlaklığı, kavrayış kĂ‚biliyetinin yuksekliği dolayısıyla kısa zamanda ilim yolunda yukseldi. Sonunda herkese ilim sacan, yol gosteren, kalbinden nûr ve hikmet kaynakları fışkıran hazret-i Şeyh Mahmûd-i İncirfagnevî'ye kavuştu. Ali RĂ‚mitenî, ondan mĂ‚nevî yonden cok ustun makamlar elde etti. Ardı arkası gelmeyen vilĂ‚yet, evliyĂ‚lık derecelerine kavuştu. MĂ‚nevî ve maddî ilimlerde kemĂ‚l buldu. Oyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka dĂ‚vet edenlerin buyuklerinden oldu. Boylece, silsile-i aliyye denilen buyuklerin teşkil ettiği, altın halkalar diye isimlendirilen Hak yolu zincirinin on ikinci halkası olma şerefine kavuştu.

HĂ‚ce Mahmûd-ı İncirfagnevî hazretleri, vefĂ‚tı yaklaşınca, hilĂ‚feti Ali RĂ‚mitenî hazretlerine verdi ve butun talebelerini ona ısmarlayıp, emĂ‚net etti.

Ali RĂ‚mitenî hazretleri Pîr-i NessĂ‚c ve Azîzan isimleri ile şohret bulmuştur. Kendisi ibĂ‚det ve derslerden sonra boş zamanlarda helĂ‚l lokma kazanmak icin dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi mĂ‚nĂ‚sına Pîr-i NessĂ‚c derlerdi.

Ali RĂ‚mitenî hazretlerine, "AzîzĂ‚n" denmesinin sebebi ise şoyle anlatılır: Bir zaman Ali RĂ‚mitenî'nin evinde iki-uc gun yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler aclık sebebiyle cok uzuluyorlardı. Gelen misĂ‚fire de evde ikrĂ‚m edecek bir şey yoktu. O sırada Ali RĂ‚mitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genc, pirinc doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. "Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız icin hazırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnun edersiniz." diyerek yalvardı. Bu nĂ‚zik anda gelen yemekten son derece hoşnud olup, o talebesine iltifĂ‚tlarda bulundu. Bu yemeği, misĂ‚firine ikrĂ‚m ederek ağırladı. MisĂ‚fir gittikten sonra o talebesini cağırtarak; "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir Ă‚nımızda imdĂ‚da yetişti. Sen de bizden her ne murĂ‚dın var ise iste! Cunku hĂ‚cet kapısı şu Ă‚nda acıktır." buyurdu. Genc de; "İlimde ve evliyĂ‚lık makĂ‚mında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hĂ‚le kavuşturmanızı istirhĂ‚m ediyorum efendim!" dedi. Ali Ramîtenî hazretleri; "Cok zor ve yuku ağır bir iş arzû ettin. Bunun yukunu kaldıramazsın. Uzerimizdeki yuk, senin omuzlarına cokecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun." buyurdu. Genc ise; "DunyĂ‚da tek murĂ‚dım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona rĂ‚zıyım efendim." dedi. Bunun uzerine Ali RĂ‚mîtenî hazretleri; "PekĂ‚lĂ‚" buyurup, elinden tutarak berĂ‚berce husûsî halvethĂ‚nesine girdiler. Yuzyuze oturarak, o şahsa teveccuh etmeye başladı. O genc, bir muddet sonra zĂ‚hir ve bĂ‚tında Allahu teĂ‚lĂ‚nın izniyle Ali RĂ‚mitenî'nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden gecti. Oylece kırk gun daha yaşayıp vefĂ‚t etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı icin, iki azîz mĂ‚nĂ‚sında, hazret-i ustĂ‚dın ismi "AzîzĂ‚n" olarak kaldı.

Bundan sonra Ali RĂ‚mitenî hazretlerinin sohbet halkası genişledi. İlim ve tasavvuf talipleri dunyĂ‚nın her tarafından onun huzûruna koşuyorlardı. Herkes bilemediği ve cozemediği suĂ‚llerin cevĂ‚bını ondan soruyordu. Kısaca AzîzĂ‚n hazretleri dunyĂ‚ya İslĂ‚miyeti yayan bir guneş gibi idi.

O, irşĂ‚d, insanlara doğru yolu gosterme makĂ‚mına gelmiş olan talebelerine şoyle nasîhat ederdi:

"İrşĂ‚d işine giren bir kimseye gerekir ki: Once murîdin, talebenin yeteneğini, kĂ‚biliyetini bile... Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine gore onu yetiştirir. Bu bakımdan murîd (talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yuklememelidir. Buna gore murşîd olan zĂ‚t da, murîdin kĂ‚biliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar."

Ali RĂ‚mitenî hazretleri ile aynı yuzyılda yaşayan buyuk Ă‚lim Rukneddîn AlĂ‚uddevle SemnĂ‚nî zaman zaman Şeyh hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gun yine bir talebesi gelerek Ali RĂ‚mitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap istediğini bildirdi.

SuĂ‚llerinden birisi şoyle idi: "Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hĂ‚lde, gelenler size gelir. Biz mukellef sofralar, ceşit ceşit yemekler ikrĂ‚m ettiğimiz hĂ‚lde, sizde boyle bir şey yok iken, gene de insanlar sizden rĂ‚zı bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?"

Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler coktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Calışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikĂ‚yetciniz olmaz.

İkinci suĂ‚l: Duyduğumuza gore, sizi Hızır aleyhisselĂ‚m terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?

Cevap: Allahu teĂ‚lĂ‚nın, zĂ‚tına Ă‚şık oyle kulları vardır ki, Hızır da onlara Ă‚şıktır.

Ucuncu suĂ‚l: İşittik ki, siz gizli zikir yerine acık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?

Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. MĂ‚demki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murĂ‚d hicbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha acık zikirle. İkisi de musĂ‚vîdir.

Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en buyuk talebelerinden olan Seyyid AtĂ‚ zaman zaman Ali RĂ‚mitenî hazretleri ile buluşur goruşurlerdi. Ancak buna rağmen bir gun Seyyid AtĂ‚'nın dilinden AzîzĂ‚n hazretleri hakkında uygun olmıyan bir soz cıktı. Aynı gun Asya iclerinden gelen capulcu alayları Seyyid AtĂ‚'nın bulunduğu havĂ‚liyi yağmalayıp, oğlunu da esir alıp gitmişler. Seyyid AtĂ‚ başına gelen bu felĂ‚ketin, AzîzĂ‚n hazretlerini uzmenin cezĂ‚sı olduğunu anladı, yaptığına pişmĂ‚n oldu. Buyuk bir ziyĂ‚fet hazırladı. Ozur dilemek icin Ali RĂ‚mitenî'yi dĂ‚vet etti. AzîzĂ‚n hazretleri Seyyid'in maksadını anlayıp, ricĂ‚sını kabûl etti ve dĂ‚vetine geldi. Bu mecliste pek cok Ă‚lim ve velî var idi. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali RĂ‚mitenî; "Seyyid AtĂ‚'nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz." dedi ve sonra bir muddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sozun ne demek olduğunu duşunurken, birden kapı calındı, iceriye Seyyid AtĂ‚'nın oğlu giriverdi. Bu hĂ‚li gorunce meclisten bir feryĂ‚d-u figĂ‚ndır koptu. Oradakiler şaşırdılar, dona kaldılar. Gelen gencten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genc de; "Şu anda bir grup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda goruyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl cozuldu, beni kim kurtararak on gunluk yoldan yanınıza geldim, hicbir şey bilmiyorum." dedi. Meclistekiler bunun AzîzĂ‚n hazretlerinin bir kerĂ‚meti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri onun talebesi olmakla şereflendiler.

Ali RĂ‚mitenî hazretleri, talebelerinin zaman zaman sohbetlerinde sorduğu suĂ‚llere karşı şoyle buyurdular:

"Allahu teĂ‚lĂ‚, mumin bir kulunun gonlune bir gecede uc yuz altmış defĂ‚ nazar eder." sozunun mĂ‚nĂ‚sı şudur: "Kalbin, vucûda acılan uc yuz altmış penceresi vardır. Gonul, Allahu teĂ‚lĂ‚nın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahu teĂ‚lĂ‚ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu uc yuz altmış koldan butun vucûda yayılır. Boyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi haline gore zevkle ibadet eder, yapılan tĂ‚at ve ibĂ‚detlerden lezzet alınır."

Buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması icin cok calışması, nefsini terbiye etmek icin cok uğraşması lĂ‚zımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînĂ‚na kavuşturup, rûhu kısa zamanda yuksek derecelere ulaştırır. O da; Allahu teĂ‚lĂ‚nın sevgili kullarından birinin gonlunu kazanmaktır. ZîrĂ‚, onların kalbi, Allahu teĂ‚lĂ‚nın nazar ettiği yerdir."

"HallĂ‚c-ı Mansûr zamĂ‚nında, buyuk murşid AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdĂ‚d edip, tasavvufun en yuksek makamlarına cıkarır idi. HallĂ‚c-ı Mansûr da o hĂ‚llere duşmezdi."

"Allahu teĂ‚lĂ‚ya hic isyĂ‚n etmediğiniz bir dille duĂ‚ ediniz ki, duĂ‚nız kabûl olsun."

"DuĂ‚nızı oyle bir delil araya koyarak edin ki, o gunah işlememişlerden olsun. O delil, Allah dostudur. Onlara tevĂ‚zu ve sevgi gosterin ki, sizin icin duĂ‚ etsinler."

"İki hĂ‚lde kendinizi sakının: Soz soylerken ve yemek yerken."

"Halkı hakka dĂ‚vet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidĂ‚dını bilip de ona gore davranırsa, o da oyle!.."

"İbĂ‚detlere sarılmak ve onları yerine getirmek lĂ‚zımdır. Yerine getirilince de yapılmadı farzetmelidir. Boylece kendini kusurlu bilerek tĂ‚at ve ibĂ‚dete yeniden başlamalıdır."

Bir gun bir kişi huzuruna gelip kalbinin dağınıklığından ve kendisini ibĂ‚detlere tam veremediğinden bahsetti. Şeyh hazretleri şu şiiri okudular:

Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,

Kalbindeki duny derdini senden almazsa,

Onun ile sohbetten etmez isen teberrî,

Sana yardıma gelmez azîzĂ‚ndan hicbiri.

Ali RĂ‚mitenî hazretleri: "Ey îmĂ‚n edenler, Yuce Allah'a nasuh tovbesi ile tovbe ediniz." meĂ‚lindeki Tahrim sûresinin sekizinci Ă‚yetini acıklarken buyurdu ki; "Bu Ă‚yet-i kerîmede hem işĂ‚ret, hem de mujde vardır. Tovbeden donseniz de tovbe ediniz demesi işĂ‚rettir. Mujde ise tovbenin kabûludur. Cunku Allahu teĂ‚lĂ‚ tovbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gosteriyor. Ancak tovbe dilden değil, gercekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.

Bir gun MevlĂ‚nĂ‚ Şeyh Bedreddîn MeydĂ‚nî hazretleri, Ali RĂ‚mitenî hazretlerine gelerek şoyle sordu: "Allahu teĂ‚lĂ‚ AhzĂ‚b sûresi 41. Ă‚yetinde meĂ‚len; "Ey îmĂ‚n edenler! Allah'ı cokca zikrediniz." buyurmaktadır. Bu zikirden murad mĂ‚nĂ‚ dil zikri midir, kalb zikri midir?" Ali RĂ‚mitenî hazretleri bu soruyu şoyle cevapladı: "Tasavvuf yoluna ilk girenler icin dil zikridir. İşin sonuna varanlar icin de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse yuce Allah'ı kendini zorlayarak da olsa zikretmeye calışır. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise oyle değildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi butun bedene varır, hemen her organ zikr etmeye başlar. İşte o zaman cokca zikir başlar. Yine o zaman bir gunluk ibĂ‚det, bir senelik ibĂ‚det yerine gecer.

Harezm'de de pekcok talebe yetiştiren Ali RĂ‚mitenî hazretleri 1321 (H.721) veya 1328 (H.728) yılında 130 yaşında iken vefĂ‚t etti. İhtiyac sĂ‚hipleri kabrini ziyĂ‚ret ederek, mubĂ‚rek rûhĂ‚niyetinden istifĂ‚de etmektedirler.

Ali RĂ‚mitenî hazretlerinin iki oğlu olup, ikisi de maddî ve mĂ‚nevî ilimlerde soz sĂ‚hibi idiler. HĂ‚ce AzîzĂ‚n, vefĂ‚tından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgûl olmayı kucuk oğlu İbrĂ‚him'e bıraktı. Buyuk oğlu da maddî ve mĂ‚nevî ilimlerde cok ileri idi. İnsanlara doğru yolu gosterme vazîfesi, niye buyuk oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir duşunce hĂ‚sıl oldu. Buyuk Ă‚lim HĂ‚ce Ali RĂ‚mitenî, bu duşunceleri anlayıp buyurdu ki: "Buyuk oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur." Gercekten onun vefĂ‚tından on dokuz gun sonra buyuk oğlu da babasına kavuştu.

AzîzĂ‚n hazretlerinin dort buyuk halîfesi olup, hepsi de fazîlet ve kemĂ‚l sĂ‚hibi idiler. Her biri onun vefĂ‚tından sonra, cenĂ‚b-ı Hakk'ı isteyen talebeye ders oğretmekle meşgûl oldular. Dort halîfesinin de adları Muhammed'dir. Birincisi, HĂ‚ce Muhammed KulĂ‚hdûz'dur. HĂ‚rezm'de medfundur. İkincisi, HĂ‚ce Muhammed HallĂ‚c-ı Belhî'dir. Belh şehrinde medfundur. Ucuncusu, HĂ‚rezm'de medfun olan HĂ‚ce Muhammed BĂ‚verdî'dir. Dorduncusu ve halîfelerinin en buyuğu, HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî olup, vefĂ‚tı yaklaştığında butun talebelerini yetiştirmesi icin onu vazîfelendirdi. Yerine Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî hazretlerini vekîl bıraktı.

Ali RĂ‚mitenî hazretleri, Allahu teĂ‚lĂ‚ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şoyle sıralamaktadır:

Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- ZĂ‚hirî temizlik: Dış gorunuşun temiz olmasıdır. Bu, butun insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, iceceklerin ve kullanılacak butun eşyĂ‚ların temiz olmasıdır. 2- BĂ‚tın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kotuluk duşunmemek, Allahu teĂ‚lĂ‚nın duşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenĂ‚b-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahu teĂ‚lĂ‚nın nazargĂ‚hıdır. Bu sebeple kalbe dunyĂ‚ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Uzak yoldan gelmiş, sacı sakalı dağılmış, yuzu gozu toz icinde bir kimse, ellerini goğe doğru uzatıp duĂ‚ ediyor. YĂ‚ Rabbî! diye yalvarıyor. HĂ‚lbuki, yediği ictiği haram, gıdĂ‚sı hep haram. Bunun duĂ‚sı nasıl kabûl olur?"YĂ‚ni haram yiyenin duĂ‚sı kabûl olmaz buyruldu. Gonul, kalb temiz olmazsa ibĂ‚detlerin lezzeti alınamaz, mĂ‚rifete, Allahu teĂ‚lĂ‚ya Ă‚it bilgilere kavuşulamaz.

İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin munĂ‚sebetsiz ve uygun olmayan sozleri soylemeyip susması, Kur'Ă‚n-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i munkerde bulunması, Allahu teĂ‚lĂ‚nın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kacınmayı bildirmesi, ilim oğretmesi gibi. ZîrĂ‚ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yuzunden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.

Ucuncu şart; mumkun olduğu kadar insanlardan uzak durmağa calışmalıdır. Bu sebeple goz, haram şeylere bakmamış olur. ZîrĂ‚ kalb, goze tĂ‚bidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Yabancı kadınların yuzlerine şehvet ile bakanların gozlerine, kıyĂ‚met gunu ergimiş kızgın kurşun dokulecektir." buyurmuştur. Yabancı kadınlara bakmak haramdır.

Dorduncu şart; oruc tutmaktır. İnsan oruc tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruc bana Ă‚ittir. Orucun ecrini ben veririm. SevĂ‚bı nihĂ‚yetsizdir. Muhakkak, sabrederek olenlerin ecirleri hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruc, Cehennem'e kalkandır." buyuruldu. Oruc tutarak gonlu huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hĂ‚sıl etmelidir.

Beşinci şart; Allahu teĂ‚lĂ‚yı cok hatırlamak, ismini cok soylemektir. En fazîletli olan zikir, "LĂ‚ ilĂ‚he illallah"tır. LĂ‚ ilĂ‚he illallah diyen kimse ihlĂ‚s sĂ‚hibi olur. İhlĂ‚s; butun işlerini Allahu teĂ‚lĂ‚nın rızĂ‚sı icin yapmak, dunyĂ‚ya Ă‚it mal ve makamlardan hevesini kesip Ă‚hireti istemektir. İhlĂ‚slı kimse; "İlĂ‚hî!Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "LĂ‚ ilĂ‚he illallah" demenin cok fazîletli olduğunu ve gunahların affedileceğini buyurdu. Allahu teĂ‚lĂ‚, Kur'Ă‚n-ı kerîmde, AhzĂ‚b sûresinin kırk birinci Ă‚yet-i kerîmesinde meĂ‚len; "Ey îmĂ‚n edenler! Allah'ı cok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak icin devamlı zikretmelidir.

Altıncı şart; hĂ‚tıra yĂ‚ni kalbe gelen duşuncelerdir. İnsanın kalbine gelen duşunceler dort kısımdır. Bunlar; RahmĂ‚nî, melekĂ‚nî, şeytĂ‚nî, nefsĂ‚nîdir. HĂ‚tır-ı rahmĂ‚nî; gafletten uyanmak, kotu yoldan doğru yola kavuşmaktır. HĂ‚tır-ı melekĂ‚nî; ibĂ‚dete, tĂ‚ate rağbet etmektir. HĂ‚tır-ı şeytĂ‚nî; gunahı suslemekdir. HĂ‚tır-ı nefsĂ‚nî de; dunyĂ‚yı taleb etmek, istemektir. ŞeytĂ‚nî ve nefsĂ‚nî duşuncelerden kurtulmak gerekmektedir.

Yedinci şart; Allahu teĂ‚lĂ‚nın hukmune rızĂ‚ gostermek, irĂ‚desine teslim olmaktır. Havf ve recĂ‚, korku ve umid arasında yaşamaktır. ZîrĂ‚ Allah'tan korkan kimse, gunah işlemez. Ayrıca mumin, umitsizliğe de duşmez. Allahu teĂ‚lĂ‚, umitsizliğe duşmemeyi emretmektedir.

Sekizinci şart; sĂ‚lihlerle sohbeti secmektir. SĂ‚lihlerle sohbet edildiği takdirde, gunahlara perde cekilir, haramlar gozune kotu gorunur.

Dokuzuncu şart; iyi ve guzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahu teĂ‚lĂ‚nın ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanmaktır. Cunku Peygamber efendimiz; "Allahu teĂ‚lĂ‚nın ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klanınız." buyurdu.

Onuncu şart, helĂ‚l ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahu teĂ‚lĂ‚, Bekara sûresinin yuz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meĂ‚len; "Yeryuzundekilerden helĂ‚l ve temiz olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbĂ‚det on cuzdur. Dokuzu helĂ‚lı taleb etmektir." Geriye kalan butun ibĂ‚detler bir cuzdur. HelĂ‚l yemeyen kimse, Allahu teĂ‚lĂ‚ya itĂ‚at etme gucunu kendisinde bulamaz. HelĂ‚l yiyen kimse de, Allahu teĂ‚lĂ‚ya isyĂ‚nkĂ‚r olmaz. HelĂ‚l ve temiz yer, isrĂ‚f etmez.

GİTMEYE HAZIRIZ

Ali RĂ‚mitenî hazretleri omrunun sonlarına doğru kalbine gelen ilĂ‚hî bir emirle BuhĂ‚rĂ‚'dan Harezm'e goctu. Harezm'e geldiği zaman sur kapısında konakladı ve o yerin pĂ‚dişĂ‚hına iki talebesini gonderdi.

Talebelerine; "SultĂ‚na gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. MusĂ‚ade ederseniz burada kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir, deyiniz. ŞĂ‚yet izin verirse, sultĂ‚nın elinden muhurlu bir vesîka alınız." buyurdu. Talebeleri gidip sultĂ‚na durumu arz ettiler. Sultan boyle bir isteği ilk defa duyduğu icin tuhaf karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kırmayarak muhurlu bir vesîka verdi. Bu vesîkayı talebeler hocalarına getirdiler. AzîzĂ‚n hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti. Her gun işcilerin toplandığı pazara gidip, iclerinden birkac kişiyi alırdı. Onlara gunluk yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız. İkindiden sonra da ucretlerinizi alıp evlerinize donunuz." buyururdu. İşciler, calışmadan oturmak sûretiyle, ibĂ‚detlerini de yaparak hic işitmedikleri şeyleri oğreniyorlar, akşama doğru ise ucretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali RĂ‚mitenî'nin sohbetine bir defĂ‚ katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha AzîzĂ‚n hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, butun şehre yayıldı. Herkes Ali RĂ‚mitenî'nin talebesi olmak, cĂ‚na can katan sozlerini işitmekle şereflenmek icin kapısına koştular. Her gun evi dolup dolup boşaldı, duĂ‚sını almak icin herkes birbiriyle yarıştı. NihĂ‚yet bĂ‚zıları, durumu sultĂ‚na şoyle anlattılar: "Şehirde bir hoca turedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yuruyor, bir dediği iki edilmiyor. Bir arzusunu, emirmiş gibi yapmak icin yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan secerler de saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden cĂ‚resine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine de siz bilirsiniz..." Sultan, Ali RĂ‚mitenî'nin şehirden cıkması icin bir ferman yazdırıp adamlarıyla gonderdi. O da gelen adamlara; "Biz, koynumuzda şehre girebileceğimize ve orada yerleşeceğimize dĂ‚ir altı imzĂ‚lanmış, muhurlenmiş bir ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzĂ‚sını, muhrunu ve musĂ‚delerini inkĂ‚r ediyorsa, biz cıkıp gitmeye rĂ‚zıyız." cevĂ‚bını verdi. Bu cevĂ‚bı sultĂ‚na bildirdiler. Sultan, verdiği musĂ‚deyi geri almak kucukluğune duşmedi. Ayrıca Ali RĂ‚mitenî hazretlerini ziyĂ‚ret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti, nasîhatlerindeki inceliği iyi anlıyan sultan, onun en onde gelen talebelerinden oldu.
__________________