DımĂ‚d bin Sa’lebe (r.a.)
Mekke icin icin kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bah*sedi*yordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan soz ediyordu… Ba*zıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidaye*te yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire gunden gune genişliyordu. Muşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kala*mayacaklarını anlıyorlardı.
Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mukellef kılan bu zatın onune nasıl gecilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam et*mez, biter.” di**yenler hep aldanıyordu; cunku en umulmadık kimseler onun tara*fına geciyordu.
Gunlerden bir gundu… Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş muşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl sondurup, bu gidişin onune nasıl gececeklerini muzakere ediyorlardı.
Hidayet guneşini sondurme azimlilerinin başında Ebû Cehil geliyordu. Bu azılı muş*rik, her turlu duşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Re*bia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam duşmanı da bulunu*yordu. Konuşan yine Ebû Cehil’di. Cehaletin, şirk ve zulmun babası Ebû Ce*hil şoyle dedi:
“Bu adam, birliğimizi parcaladı. Umidimizi suya duşurdu. Olenlerimizi dalalette olmakla sucladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti…”
Etrafındakileri tahrik edici bu sozler aynı zamanda İlahî dava karşısında du*yulan can sıkıntısının da bir tezahuruydu.
Kızgın Umeyye soze karıştı:
“Bu adam gercekten delidir!” dedi.
Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanıydı.
Meşhur cinci DımĂ‚d oradan gecerken bu konuşulanları duydu. Umeyye’nin “Delidir.” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı duşmanlıktan ziyade bir acı*ma hissi uyandırmıştı. Onun gercekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten boylelerini iyileştirmek olduğunu duşundu. Hem Muhammed (a.s.m.) onun es*ki bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılır*dı.
DımĂ‚d, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini oğrenip onu iyileştir*meye karar verdi. Cunku Mekke’nin ve o havalinin yegĂ‚ne ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gun akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.
Ertesi gun ilk işi, yeniden aramak oldu. Sonunda onu KĂ‚be’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrĂ‚him’in arkasında tahiyyatta idi. Namazını biti*rip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yurudu. Cunku tedavi ettiği hastalarının ne zaman ne yapacağı pek belli olmazdı.
“Ey AbdulmuttĂ‚lib’in torunu, bana don bakalım!” dedi.
Re*sû*lul*lah (a.s.m.) yonunu dondu ve ”Ne istiyorsun?” dedi.
“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir care bulayım. Hastalı*ğını buyutme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki birtakım kotu hasletlerden bahsediyor. Umitlerini iyice kırmışsın, ce*maatlerini parcalamışsın. Olenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kına*mışsın… Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar!”
Re*sû*lul*lah (a.s.m.), DımĂ‚d’ı sabır ve sukûtla dinledi. Cunku o, once konuşanı dinler, sonra ne soylemek gerekiyor, nasıl davranmak icap ediyorsa en guzelini yapardı. He*nuz cehalet bataklığında olup kafasında putların inancını taşıyan DımĂ‚d’a da şoyle hitap etti:
“Hamd Allah’a mahsustur. Yalnız O’nu medheder ve O’ndan yardım isterim. Allah kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hicbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilah olma*dığına şehadet ederim.” diye sozlerine başladı ve kendisine isnat edilenlere ce*vap verdi.
DımĂ‚d şaşırmıştı. Cunku dinlediği sozler, değil cinnet eseri, dunyanın en akıllı insanının dahi soyleyemeyeceği kadar veciz ve guzeldi. Beyninden vu*rulmuşa dondu. Nasıl olur da, Kureyş’in en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun sacma sozlerini cok mukemmel goruyordu? Dayanamadı:
“N’olur, bu soylediklerini bir kere daha tekrar et!” dedi.
Vazifesi davasını zihinlere tespit etmek olan Yuce Peygamber, tekrardan usa*nır mıydı? Aynı hakikatleri aynı veciz uslupla DımĂ‚d’a bir kere daha tekrar etti. Bunun uzerine DımĂ‚d daha fazla dayanamadı ve şoyle haykırmaya başladı:
“Ben kĂ‚hinlerin, sihirbazların ve şairlerin sozlerini işittim. Vallahi bu sozle*rin benzerini hic duymadım! Senin sozlerin, deryaların enginliklerine nufuz etti. Bu sozlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslam’a girmek uzere sana biat edeyim.” dedi.
Re*sû*lul*lah (a.s.m.) elini uzattı, DımĂ‚d uzanan eli yakaladı. Boylece şirk cep*hesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.
DımĂ‚d bin Sa’lebe, cevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar goren biri*siydi. En caresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yonunu bi*len Re*sû*lul*lah (a.s.m.), biat elini uzatırken, ”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun mu?” buyurdu. O da tereddutsuz,”Evet, kavmim adına da olsun.” cevabını verdi.
Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) yanında bir muddet kalıp ondan Kur’Ă‚n oğrenen DımĂ‚d, sonra sonsuz bir surur ve saadet icinde, mensubu olduğu Ezdu Şenue kabilesine dondu.[1]
(Hz. DımĂ‚d’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynak*larda herhangi bir bil*giye rastlamadık.)
_______________________________________
[1]Muslim, Cumua: 13, 46; Usdu’l-Gàbe, 3: 41.
KAYNAK
__________________