Arkadaşlar hergun 1-2 tane seri eklicem...
bugunku pırlanta serisinin ismi Ahiretle ilgili...
onceden bir tane eklemiştim adalet ile ilgiliydi...
linkini tıklayın...
Ahiret Gunu Hakkındaki Pırlanta Serisi
KERÎM ve RAHÎM İSİMLERİ ÂHİRETİ İKTİZA EDER
En zayıf ve en muhtaclara, en guzel ve en mukemmel şekilde bakılıyor. En celimsiz canlıların, elsiz ve ayaksız varlıkların cok rahatlıkla beslendiğini goruyoruz.
İradesini kotuye kullanarak işe mudahale eden insanların yanlış mudahaleleri bir tarafa bırakılacak olursa, en zayıf, celimsiz, aciz ve nahif varlıklara en guzel şekilde bakıldığını muşahede ediyoruz.
İşte, bir hucrenin hayatiyetini devam ettirmesi; ana rahmindeki ceninin en mukemmel usulle beslenmesi ve dunyaya gelen yavruya annenin musahhar edilerek en kucuk ihtiyacının dahi, buyuk bir ihtimamla deruhte ettirilmesi; denizin dibindeki balıklar ve meyvenin icindeki kurtların gayet mukemmel beslenmesi; yerinden kımıldama imkĂ‚nı olmayan ağacların ve yatalak hastaların rızıklarının kendilerine kadar getirilmesi ve bunlar gibi binlerce muşahhas misaller yukarıda mucerret fikir halinde soylediğimiz hususu te’kid etmektedir.
Butun bunlarla anlıyoruz ki, kĂ‚inatta hukmeden Kerîm ve Rahîm bir ZĂ‚t vardır.
CenĂ‚b-ı Hakk umum kĂ‚inatta bu kadar ihsan ve kerem sahibi olursa, O daima ikrĂ‚m ve ihsan etmek ister. İkram ve ihsan etmek istemesinin yanında ikram ve ihsan edeceklerinin de vucutlarını iktiza eder. Madem ki bu dunyada Ă‚ciz, zaif ve aynı zamanda fanî insanlara bu kadar ikrĂ‚m ve ihsanda bulunuyor; rahmet ve keremi bu ikramlarının devamını istilzam eder. Halbuki burada insan yediği bir uzum tanesine mukabil bin tokat yiyor. Tadıyor, fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat ve figan meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hic sormadan cekip gidiyorlar. Genclik, guc, kuvvet ve daha nice zĂ‚il olan nimetler gibi... Oyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan CenĂ‚b-ı Hakk ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti duşmanlığa cevirmeyecektir. Halbuki butun bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur. Lezzet azab olur. Ve sevgi duşmanlığa donuşur. Oyleyse, bu nimet ve ihsanların devam edeceği bir ebedî Ă‚lem vardır ve mutlaka olacaktır.
ŞEFKAT DE ÂHİRETİ İKTİZA EDER
Yeryuzunde cok acık olarak bir şefkatin hukumferma olduğunu muşahede ediyoruz. Şefkat acıma hissidir. Şefkat bir mazlûma merhamet etme hissidir. Şefkat, ağlayanın ağlamasına kulak verme hissidir. Şefkat, yaralı, arızalı, bereli bir kimsenin arızasını tedavi etme hissidir. En kucuk daireden en buyuk dairelere kadar bu şefkat hissinin gecerli olduğunu goruyoruz.
Eliniz yaralansa, siz de elinizi tedaviye koyulsanız, Allah’ın merhamet ve şefkati olmasa, inanın kanınızın, yaralanan o kısmı nescetme, onarma faaliyeti gorulemeyecek ve siz o yarayı kapatamayacaksınız. Kapanmayan yaralar goruyoruz, bunlar size bir şey anlatmıyor mu? Cok ciddi ameliyat iktiza eden bir hastalık karşısında, bir insanı ameliyat masasına yatırmadan evvel hekimler baş başa verip duşunuyorlar. Ya bir şeker hastalığı veya daha başka bir sebep yuzunden: “Biz bu hastayı ameliyat edersek, bu yaranın kapanması zor olacak” diyebiliyorlar. Yine sizler, oyle ameliyat gecirmiş kimseleri gorursunuz ki, bunların yaraları aylar, bazen de seneler sonra kapanmaktadır. Allah (c.c) kapatmazsa kapanmaz. Ya şeker nisbetini yukseltiyor ya da pankreasla ilgili bir arıza meydana getiriyor, ensulin dengesi bozuluyor ve yara kapanmayabiliyor.
İşte, insanın buyuk sayılabilecek yaralarının dahi kısa zamanda iyileşmesini temin eden CenĂ‚b-ı Hakk’ın sadece bu noktadaki şefkatini anlayabiliyor musunuz? CenĂ‚b-ı Hakk (c.c) bizlere merhamet ediyor. Ama ne ile? Ancak mikroskoplarla gorebileceğiniz kucucuk varlıkları imdadınıza gondererek...
Bizler butun yeryuzundeki şefkat eserlerinden istidlĂ‚l ederek şu hukme varıyoruz: Zerrelerden kureye, hucrelerden en kompleks organizmalara kadar her tarafta O’nun şefkat ufuklarını acmış olan Allah (c.c) Ă‚hireti acacak, insanları yeniden diriltecek, bu dunyada ceşitli nimetleriyle perverde etmiş olduğu insanı, Ă‚hirette de o bitmek tukenmek bilmeyen nimetleriyle donatacaktır.
CELÂL ve İZZET ÂHİRETİ İKTİZA EDER
Tepeden tırnağa bizi bu denli nimetlerle perverde eden CenĂ‚b-ı Hakk’ın bir de izzeti vardır. O, nimetlerine başkasının mudahale etmesini kabul etmeyeceği gibi, nimetler mukabilinde yapılacak olan arz-ı teşekkur ve minnetin de başkasına yapılmasına razı olmaz. Bunun yanında, aksi hareket edip, nimetlerine nankorluk edenlere karşı da bir gayret ve ceberutu vardır.
Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankorluk edip, kulluk ve ubudiyetlerini Allah’tan başkasına yapıyorlar. Allah (c.c)’ın kendisini tanıtmak icin yaptığı bunca ihsanına karşı gozu kapalılıkla mukabelede bulunuyorlar. Bu dunyada, kĂ‚fir, zalim, cebbĂ‚r ve gaddĂ‚r ceza gormeden cekip gidiyor.
Halbuki izzet ve celal, oyle edepsizlerin te’dibini ve cezalandırılmasını ister. Bu, dunyada olmuyor. Demek ki, başka bir Ă‚lemde olacaktır. Orada zĂ‚lim cezasını, mazlum da mukĂ‚fatını gorecektir...
BUNCA COMERTLİK ÂHİRETİ GEREKTİRİR
Muhtac olduğumuz şeyler CenĂ‚b-ı Hakk’ın lutuf seyri icinde gelmese, cihanları versek dahi birini elde edemeyiz.
Harun Reşid’in karşısına cıkan Allah dostu sorar:
- Harun! Şu bir bardak suya muhtac olduğunda onu elde edebilmek icin butun saltanatını verir miydin?
- Evet,
- Peki, bu suyu icsen de dışarıya cıkaramasan, onu cıkarmak icin butun saltanatını verir miydin?
- Evet.
Bunun uzerine Ă‚rif insan şunları soyler:
- İşte ya HĂ‚run! Senin butun servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!...
Şu bir bardak sudan alalım da her an muhtac olduğumuz havaya kadar, butun nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz.
Her mevsim ayrı ayrı binlerce ceşit meyve CenĂ‚b-ı Hakk’ın lutuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini duşunseydik, değil o meyveleri, butun cihana bedel bir cekirdeği dahi elde edemezdik.
İşte, dunyada, CenĂ‚b-ı Hakk’ın bu denli seha ve comertliğini goruyoruz.
Zavallı insan, keramet ve mucize arıyor. Halbuki etrafımızdaki bu ceşit hadiselerin hepsi hĂ‚rikulade olarak meydana geliyor.
Comertliğe bakın ki, guneş ve ay insana iki mûtî hizmetkĂ‚r gibi calışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer butun bu comertlikler gecici ve fani şu dunya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, duşunduğumuz ve her an bize gelmesi muhtemel olum sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir iciyor gibi ızdırap cekecektik. Zira itlĂ‚f ettiğimiz her nimet bize, bir gun butun nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır.
Halbuki bu kadar comert bir ZĂ‚t, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu gecici Ă‚lemde bu kadar comertliği cilvelenen ZĂ‚t’ın, bir de ebedî ve tukenmeyen bir Ă‚lemi vardır ki, burada numunesini gorduğumuz comertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca comertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, boyle cirkinliklerden munezzeh ve mukaddestir.
EBEDÎ CEMAL ÂHİRETİ İSTER
Bir bahar mevsiminde, kuşların şakıyışı ve suların cağlayışını dinleyelim. Butun nebatat ve ağacların yemyeşil zumrut gibi guzelliğini; guneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyredelim. KĂ‚inatta cilvelenen butun guzellikleri hayalimizin nazarına arzedelim.
İşte bu ve bunun gibi butun tatlı tablolar CenĂ‚b-ı Hakk’ın cemĂ‚linin bir cilvesidir. O peşi peşine birbirini takip eden bu manzaralarla bize, kendi guzelliğini gostermektedir. Bizler de O’nun bu cilvelerindeki guzelliği seyretmekle kendimizden geciyoruz. O, kendini tanıttırmak istiyor, biz de tanımaya calışıyoruz.
Şayet biz bu guzellikleri seyrederken perdeyi kapayıverse ve bizi yokluk karanlıklarında bıraksa, nimet nikmete, muhabbet musibete, akıl da bize ızdırap veren bir Ă‚lete doner. Halbuki boyle bir CemĂ‚l, boyle bir cirkinlikten munezzeh ve mukaddestir.
Aslında nimeti nimet yapan ve aklı her şeyden lezzet alır hale getiren, o nimetlerin devamıdır. BinĂ‚enaleyh Allah, kendi ebedî ve sermedî olan CemĂ‚lini devamlı bize gostereceği ayrı bir yurt acacak, bizi o diyarda haşr ve neşr edecek, sonsuz nimetlerini CemĂ‚l ve KemĂ‚lini bize orada gosterecektir.
Hem O’nun guzellikleri ebedîdir. Oyleyse guzelliklerin devam edeceği ebedî bir Ă‚lem gerekir. TĂ‚ ki, buradan gecip giden guzellikler orada ebedî olarak devam etsin. Evet, bu dunyada cilvelerinin guzelliğiyle kendimizden gectiğimiz gibi, bir gun ZĂ‚tı’nın CemĂ‚l ve guzelliğini seyrederken de kendimizden gececeğiz.
“Yuzler var ki o gun ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.” (KıyĂ‚me, 75/22, 23)
BUTUN VARLIK ARASINDA BİR TENASUB VAR BU DA ÂHİRETİ İSBATLAR
Dış eşya ile insan arasında cok ciddi bir alĂ‚ka goruyoruz. Bu alĂ‚ka her ikisini yaratan HĂ‚lıkın birlik ve vahdetine delĂ‚let eder. Dışta gorulecek, duyulacak, tadılacak şeyleri yaradan kim ise; insana gorme, duyma ve tad alma duygularını ihsan eden de yine O’dur.
Şefkat edilecekleri var edenle, insana şefkat duygusu veren aynı ZĂ‚ttır. Bazı hĂ‚diseler irade ile halledilir. Bu hĂ‚diseleri vaz’ eden de, insanda iradeyi vaz’ eden de aynı ZĂ‚t olmalıdır. Saymakla bitmez nimetleri verenle, kendisine bu nimetleri tatma duygusu veren, var eden bir VĂ‚cibu’l-Vucud vardır. İnsan vucuduna gozu yerleştiren kim ise, semanın gozune guneşi gozbebeği gibi yerleştiren de O’dur. Zira guneş ile insanın gozu arasında ciddi bir munasebet ve tenasub vardır.
Elma insan vucudu icin faydalı vitaminleri taşıyor. Sert ve selulozlu kabuğu dahi, faydadan hĂ‚li değildir. Cunku yendiği zaman bağırsaklarda onu eritecek enzim olmadığından bağırsak tembellikten kurtulur ki, bu da vucut icin faydalı bir husustur.
Elma, vitaminleriyle faydalıdır. Ancak insan onun vitamininden istifade ederken, ağız ondan tat almasa ve tiksinti duysa acaba o vitaminleri almaya yeltenmek kĂ‚bil olur mu? Ancak cok zarurî hallerde ve zaruret miktarı kadar; aynen bir ilĂ‚c gibi alınır ve insanın icinde daima bir isteksizlik doğurur. Fakat, duşunelim ki, evvelĂ‚ bizim vucudumuz ondaki vitaminlere muhtac olarak yaratılmış. Ayrıca o vitaminleri alırken ağzımıza da bahşiş veriliyor ve biz bir elmayı yerken, vucudumuza faydasından ziyade ağzımızda hĂ‚sıl ettiği tadından ve lezzetinden dolayı yiyoruz. Butun meyveleri elmaya kıyas ederken bu usulun hayatın her sahasında tatbik edildiğini de hatırlatmış olalım...
Evet, bir evin odaları arasında nasıl ciddi bir alĂ‚ka ve tenasub varsa, dunya ile Ă‚hiret arasında da aynen oyle ve hatta daha mukemmel bir surette tenasub vardır.
BURADAKİ HIFZ ve MUHAFAZA ÂHİRETİN OLACAĞINA DELİLDİR
Bu Ă‚lemde mukemmel bir hafîziyet hukumfermadır. İnsanın mahiyeti sperm denilen bir hucrede muhafaza edilmektedir. Karakterinin en ince teferruatına kadar kromozomlarda onun istikbali saklanmaktadır. Sizler insandaki kromozom sayısını değiştirmeye kalksanız onun mahiyetini değiştirmiş olacaksınız. Bilindiği gibi insanın ruh yapısı, karakteri, ic dunyası bu kromozomlar vasıtasıyla şekillenmektedir. Bunların sayısı 46 değil de 44 ya da 48 olsa, insan bambaşka bir canlı şekline donuşmuş olur. Gorulduğu şekilde kromozom gibi minnacık varlıklar insanın ne olacağı hususunda, sebep ve vesile olarak hukum veriyorlar. Demek ki, CenĂ‚b-ı Hak onlara takdir hakkını vermiş ve belli bir nizamı boylece surduruyor. Biz de burada riyĂ‚zî bir keyfiyetin hukumferma olduğunu muşahede ediyoruz.
İnsan zĂ‚yi olmamaktadır. Bugun insan olarak doğan yarın hayvana, başka bir gun de bitkiye donuşmemektedir. Evet, mikroskopla ancak gorulebilecek kadar kucuk bir varlıkta kĂ‚inatın hulasası olan insan muhafaza olunuyor. O, insan olarak doğacak, yaşayacak, olecek ve nihayet yine insan olarak haşrolup insan olarak hesaba cekilecektir.
Koca cam ağacı, kucucuk cekirdeğine yerleştirilmiş ve orada semaya ser cekecek istikbaldeki haliyle muhafaza ediliyor.
Atom fiziğinin kurucularından S. James: “KĂ‚inatı yaratan muhakkak en mukemmel bir matematikcidir” derken, kĂ‚inatta hukum suren riyazî olculere işaret etmektedir. Hicbir hĂ‚dise, yon ve harekette, kĂ‚inatta mevcut bulunan riyazî olculere terslik gostermez. Esasen butun bunlar bize O’nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi duşunenler sĂ‚ir isimleri de, O’nun Mukaddir isminin golgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaat olarak, bir yonuyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hĂ‚kim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin golgesinde hissettirirler. İşte, takdir, olcu, kıstas, matematiğin hĂ‚kimiyeti ve gozu tırmalayacak bir durumun bulunmaması acısından eşya ve hĂ‚diselere baktığımızda evvelĂ‚ butun ihtişamiyle Allah’ın “Mukaddir” ismini goruyoruz.
Herşeyin muhafaza edildiğini soylemiştik. Butun bitkileri de aslî huviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağac, cekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, butun sesler de fezada ve ceşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gun gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkĂ‚nı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından gectiğimiz veya icinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gun leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir.
Bir ilim adamının yapmış olduğu denemede şoyle bir husus gozlenmiştir: İlim adamı deneme yapıyor. Bir ağac altında işlenen cinayetle ilgili olarak şupheli birkac kişi deneme mahalline getiriliyor. Maznunlardan masum olanlar iceriye girdiğinde hicbir değişiklik gostermeyen ağaclar, kĂ‚til iceriye girdiğinde sarsılmaya başlıyorlar. Ve boylece kĂ‚til tesbit edilmiş oluyor. Daha once katilin cıkardığı şerareler, ağac tarafından tesbit ve muhafaza edildiğinden dolayı sonra kĂ‚tili ihbar ediyor.
En basit hareket ve hĂ‚diselerin dahi tesbit edildiği ilmen sabit olduktan sonra, meselenin insana ait yonune bakabiliriz: İnsanı spermde, ağacı cekirdekte ve bir tavuğu yumurtanın hayat duğumunde muhafaza eden boyle bir Hafîz, insan gibi, kĂ‚inatın nokta-i mihrĂ‚kiyesi ve yeryuzunun halifesi bir sultanı oldukten sonra, başıboş bırakmayacak ve toprağa atılan bir tohum gibi, başka bir Ă‚lemde, ona şayeste bir hayat bahşedecektir.
SONSUZ KUDRETİN ÂHİRETE DELÂLETİ
Dudaklarda bir tebessum meydana getirecek veya dudakları patlatacak her iki manzarayı da hĂ‚vi bir mahşerin kurulacağını CenĂ‚b-ı Hakk, Kur’Ă‚n’ında vaad ve vaîd ediyor. Bu ifadeler bir yonuyle mujde diğer yonuyle korkutma mĂ‚nĂ‚sını taşıyor.
O, soz veriyor. Verdiği sozu yerine getirmeye muktedirdir. Sozunden donmek ise O’nun keyfiyetsiz keyfiyetine asla yakışmaz. Zira O, hulfu’l-vĂ‚’d gibi bir noksanlıktan munezzehtir...
İşte boyle kudreti sonsuz olan CenĂ‚b-ı Hakk bir kitap gibi yarattığı şu kĂ‚inatı bir gun kapatıp, başka bir gun yeniden acacağını vaad ediyor. Madem ki, soyleyen O’dur; ve bu mevzuun ihtisas sahibi olan nebiler, sıddıklar ve veliler hep buna şehadet ediyorlar; oyleyse muhakkak olacaktır. O halde haşrin meydana geleceğine mumkun olarak değil mutlak vaki’ nazarıyla bakmalıdır.
“O gun Sur’a uflenir, boluk boluk gelirsiniz. Gok acılmış kapı kapı olmuştur.” (Nebe, 78/18, 19)
Sırtlarına yuklenen buyuk emanet hakkında kendilerine sorulacak sorulara cevap vermek, istintaka tĂ‚bi tutulmak uzere, ins ve cinle beraber, melĂ‚ike de mahşeri saracaktır. Kur’Ă‚n-ı Kerim’in muteaddid ayetleri bu hususa dikkati cekiyor.
YERYUZUNDE GORULEN OLDURME ve DİRİLTME HÂDİSESİ ÂHİRETİ İSBAT EDİYOR
Yeryuzunu tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda herşey var olma ve dirilme havası icinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, butun mahlûkat CenĂ‚b-ı Hakk’ın karşısında resm-i gecit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaclar, otlar, yeşillikler ve butun cemenzĂ‚r, formalarını takan askerler gibi, ŞĂ‚hid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dokulur, varlıklar enkaz haline gelir ve zemin col manzarası arzetmeye başlar. İlkbaharda, yeryuzunu alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık icinde gormemize karşılık, hazan mevsiminde, yıkıcı, sokucu ve goturucu ruzgĂ‚rların ardından, herşeyin yuzune kul elenmiş gibi bir manzara muşĂ‚hede ederiz. Sonbaharda colde yuruyor gibi yururuz. Hele kış basıp da kar duşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaclar kupkuru kemik haline gelir. Otlar curur, hayatları biter. Toprak istihĂ‚lelerle tohumları curutur.
Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kul uzerinde yan gelmiş yatan ağaclar, sundus ve istebrak gibi butun sus ve zinetlerini takınır; Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyĂ‚ma dururlar. Ağaclar altında porsumuş ve solmuş o otlar, cicekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv u nema bulup arz-ı didar etmeğe başlarlar. Butun hevĂ‚mm ve haşerĂ‚t olum uykusundan rahat rahat gozlerini acarlar, teneffus edecekleri tertemiz havanın, yuzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler halinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda CenĂ‚b-ı Hakk, milyonlarca mahlukat ceşidini bunun gibi haşr ve neşreder.
İşte bu umumî haşr ve neşr; o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de oldukten sonra, aynen bunlar gibi, obur Ă‚lemin baharında haşr ve neşr olacağız...
Kur’Ă‚n-ı Kerim:
“De ki: “Yeryuzunde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Cunku Allah, herşeye kĂ‚dirdir.” (Ankebût, 29/20)
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri olumunden sonra diriltiyor?! Şuphe yok ki, O, oluleri de diriltecektir. O, herşeye kĂ‚dirdir” (Rûm, 30/50) diyerek bu hakikate işaret etmektedir.
Bir sahifede, milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir ZĂ‚t, formalarını sokup dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu O’nun kudretinden uzak gorulebilir mi?
Yoktan, bir makinayı icad eden sanatkĂ‚r, daha sonra bu makinayı sokup dağıtsa ve ikinci defa aynı makinayı monte edeceğini soylese, inkĂ‚r edilebilir mi? Hicten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat icin dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini soylese, ona karşı “hayır yapamazsın” denilir mi?
İşte bu basit misaller dahi Ă‚hiretin inkĂ‚rının mumkun olmadığına kanaat getirtmeğe kafi ve yeterlidir. Halbuki bunun misali uc-beş değil, ucyuzbin, belki milyonlarcadır.
EN BASİT ŞEYLERE GOSTERİLEN İHTİMAM
Bu mevzuda sadece kucuk bir misÂl arz etmek yeter zannederim.
Seluloz maddesi ağacların icinde liğninle beraber odunun temel rukunlerini teşkil eder.
Ceşitli sanayi maddelerinde kullanılan selulozun kĂ‚ğıt sanayiinde ayrı bir yeri vardır. Ayrıca o, elastikiyetiyle, ağacların ruku eder gibi eğilmelerini ve bu esnada kırılmamalarını temin eder.
Selulozun, erimesi ve hazmı cok zordur. İnsan selulozlu maddeleri yese eritemez. Ancak geviş getiren hayvanların salgıladıkları enzimler, seluloz maddesini cozebilir. Seluloz, hayvanın vucudunda faydalı hale gelir ve biz de ondan istifade ederiz. Hatta dışkısından dahi gubre olarak yararlanıyoruz. ÂdetĂ‚ hayvanlar, selulozlu maddelerin faydalı hale getirilmesi icin bir fabrika gibi calışıyor.
Fakat bu kadar cok seluloz maddesinin hepsini hayvanlar yiyemez. Dolayısıyla yere dokulenler de olur. Bunlar da yerdeki bakterilerin akıl durdurucu faaliyetiyle kucuk molekuller haline getirilir. Bir taraftan toprak bunlardan istifade ederken, diğer taraftan yeryuzu kerih kokulu maddelerden kurtulmuş ve temizlenmiş olur.
Bakteri deyip gecmemeliyiz. Şoyle bir duşunelim. Hz. Âdem’den bu yana olmuş olan insanlar, dunya kurulduğundan beri olmuş olan hayvanlar ve bitkiler eğer curumeselerdi acaba bugunku hayattan eser kalır mıydı? Meseleyi bu kadar uzatmaya luzum da yok. Birkac sene icinde yaşayıp olen sinekler eğer curume ameliyesine tĂ‚bi tutulmasalardı, yeryuzu birkac santim kalınlığında sinek oluleriyle ortulecek ve insan adım atacak yer bulamayacaktı.
Gorulduğu gibi CenĂ‚b-ı Hakk en kucuk varlıklara buyuk işler yaptırıyor. Bir avuc toprakta milyonlarcası bulunan bakterilere, yeryuzunun temizlik vazifesini gorduruyor.
İşte boyle, selulozu ve bakteriyi başıboş bırakmayan; bu basit ve kucuk varlıklara buyuk bir ihtimam gosteren Allah (c.c) nasıl olur da insan gibi, kĂ‚inatın sultanı olan bir varlığı başıboş bırakır? Bu asla mumkun değildir.
DELİLLER... DELİLLER... ve YİNE DELİLLER...
Vucutta meydana gelen bir yara kapanıyor; kabuk bağlıyor ve sonra o kabuğu da atmak suretiyle kendi kendini tamir ediyorsa bu, o yaranın meydana geldiği uzuvdaki canlılığa delĂ‚let eder.
Meyve, meyveyi yetiştiren ağacı gosterir... Yoldaki izler, yuruyeni ele verir. Gezip tozduğumuz yerde su sızıntıları varsa, orada su cetvelleri var demektir. İnsanda da oyle izler oyle sızıntılar ve tamirler var ki, ona bakanın Ă‚hireti gormemesi mumkun değildir.
Sınırlı ve mahdut kalıplar icerisine sıkışmış bir insana bu sonsuzluk fikri nereden geldi? Onun boyle bir duşunceye kendi kendine sahip olduğu soylenemez. Bu Ă‚lemde, ona boyle bir ilham verecek varlık da yoktur. Oyle ise ondaki bu duygu esasen başka Ă‚lemden gonderilen mesajlardan ibarettir. Su sızıntılarının su cetvellerine delĂ‚leti nasıl kat’î ise; ebediyet sızıntılarının da ebedî Ă‚lemlere delĂ‚leti o kat’iyet-tedir.
İnsan ic Ă‚lem ledunniyatıyla, maddî Ă‚lemde elde edemediği semereleri elde eder. İnsan oyle coşar, dunya ve mĂ‚fihaya oyle sırt cevirir ve mĂ‚sivanın ustune cıkar ki, bu hal ve keyfiyet onun şu imkĂ‚n Ă‚leminin ustunde mumkun olmayan bir varlıkla munasebetini anlatır. Şu sınırlı, yıkılan ve yapılmayan ve yapılmayacak olan dunya dahi, hic yıkılmayacak bir yurdun olacağına delĂ‚let eder. Bu vaziyetiyle her varlık, bir yonuyle sahibini gosterirken; diğer yonuyle obur Ă‚lemdeki mazhariyetlerine işaret etmektedir.
İnsanın vucudundaki hucreler nasıl birbiriyle ittisal edip rabıta kuruyor; birinde meydana gelen bir arızanın imdadına koşuyor; bir vucut ayrı ayrı eyaletler gibi işliyorken, iktiza ettiğinde bu eyaletler baş başa verip muşterek duşmanı tardedip ona karşı bir temerkuz ve tahşidat meydana getiriyorlar; aynen oyle de, kĂ‚inatın sînesinde, yerine gore kalp gibi atan; goz gibi ışık sacan; bazen kabz bazen de bast eden; en kucuk kurelerden en buyuk nebulozlara kadar butun kĂ‚inat, Ă‚detĂ‚ ayrı ayrı uzuvlardan meydana gelmiş tek vucut gibidir. Belki butun kĂ‚inata muekkel bir melek vardır ki, kĂ‚inatın ruhu odur. KĂ‚inat muhteşem keyfiyetiyle ve insandaki kucuk misaliyle canlı olarak CenĂ‚b-ı Hakk’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir. Tıpkı insan uzuvları gibi o da yaralanmakta ve yaraları tamir edilmektedir. Einstein: “Bilemediğimiz bir sırla kĂ‚inatın uzak koşelerinde yeni yeni cisimler teşekkul etmektedir” diyor. Elbette şu kĂ‚inat denilen sarayı yapıp kurduktan sonra CenĂ‚b-ı Hakk onu bir insan vucudu gibi serfiraz edecek ve o da vazifesini bitireceği ana kadar işine devam edecektir.
Yeryuzunde insanların vazifeleri bitinceye kadar o bir kalp gibi atacak, goz gibi gorecek ve guneş gibi ışık sacacaktır. Kendisine tevdi edilen vazifeyi de şuurlu bir mu’min edasıyla yerine getirecektir. Bunun icin de tahrib edilen yerleri tamir; bozulan yerlerine ilĂ‚veler yapılacak ve bu Ă‚lemin işaret ettiği ikinci bir Ă‚lem, bu kĂ‚inatın bir koşesinde inşa edilecektir.
Bizler, eşya ve hĂ‚diselere butunuyle nufuz edemiyoruz. Onların arasında halden ve dilden anlamayan seyirci ve muşahitler gibi dolaşıyoruz. Onun icin de hangi şeyden neler olur henuz bilemiyoruz. Belki bir gun eşya ve hĂ‚diselerin ruhunu kavrasak, bunların var ediliş keyfiyetine tam nufuz etsek; hayatımıza tuzak kurmuş mikroplardan dahi en buyuk şekilde istifade etme kapıları acılacaktır. Belki de ceşitli mikroplar ureten fabrikalar kuracak ve memleketin gelir kaynaklarından en buyuğunu keşfetmiş olacağız. Fakat şu anda bizler, akan bir ırmağı sadece seyreden ve ondan cok ceşitli yonleriyle istifade edemeyen insanlar durumundayız. Evet, eşya ve hĂ‚diseler akıyor ve biz de sadece bakıyoruz. Halbuki Allah Rasulu (s.a.s) bir duasında, CenĂ‚b-ı Hakk’tan eşya ve hĂ‚diselere nufuz edebilmeyi talep ediyor ve “Allahım bana eşyanın hakikatını goster” diyor. İnsan icin ideal ufuklardan birisi ve belki de en birincisi eşyanın hakikatına nufuz edebilme keyfiyetini kazanabilmektir. İşte bu keyfiyetle kĂ‚inat tetkik edilse, her eşya ve hĂ‚disenin verĂ‚sında, ince bir perde arkasında Ă‚hiret gorulup muşahede edilecektir.
Yeryuzunde diken gulle, bulbul kargayla, beraberdir. Esasen birbirine zıt gibi gorunen eşya yekdiğerini tamamlamaktadır. KĂ‚inatta abes ve boş hicbir hĂ‚dise ve eşya yoktur. Mesela yeryuzundeki butun kopekleri yok etsek; kĂ‚inatın sinesinde bir boşluk meydana gelir. Bir zaman Batılı bir mutefekkir, bir kuş turunun tukenmeye yuz tuttuğunu ve bu sebeple kĂ‚inatta muhim bir gediğin acılacağını gazeteler diliyle ilĂ‚n etmişti.
KĂ‚inatın seyri icinde, herkese ve herşeye bir vazife duşmektedir. Onun icin kĂ‚inatın sinesinden neyi alırsanız alın, orada bir boşluk, ******alar cıkaracak ve “KĂ‚inatta bir boşluk meydana geldi” diyecektir.
Nebiler Nebisi (s.a.s) Buharî ve Muslim’de: “Eğer kopekler başlı başına bir millet olmasaydı hepsini oldururdum”13 buyuruyor. Kopekler dahi, tek başına aynen insanlar gibi bir millettir. O da omuzuna buyuk vazifeler almış ve bir gediği kapatmaktadır. İnsanlara saldıran, evlere meleğin girmesine mani olan ve insan vucuduna zararlı birtakım mikropları taşıyan kopeklerin belki oldurulmesi gerekirdi. Fakat oldurulmuyor. Zira, bu kĂ‚inat sarayında onun da bir yeri vardır. Ancak asıl mesele onun yerini bilmek ve onu yerine koymaktır. Onlar oldurulse meydana gelecek zarar onu alınamayacak kadar buyuk olacaktır.
Ağacların icindeki bakteriler yok edilse, birkac sene sonra meyvelere oyle şeyler musallat olacak ki artık onları bu tasalluttan kurtarmak mumkun olmayacaktır. Zira, CenĂ‚b-ı Hakk, birbirine mukabil varlıklarla kĂ‚inatta bir denge ve duzen kurmuştur. Siz mukĂ‚billerden birini ortadan kaldırdığınızda diğerinin istilasıyla karşı karşıya kalırsınız.
Evet, kĂ‚inat oyle bir binadır ki, bu binayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Oradan kucucuk bir taşı cıkarayım derseniz, binayı başınıza yıkarsınız.
Ayrıca, hĂ‚diselere devreler hakimdir. Yedi senelik fĂ‚sılalarda hububatın; ondort senelik fasılalarda ise balıkların cok bol ve mebzul olarak elde edildiğini bir ilim adamı tesbit etmiştir. Eğer bu devreler mevzuu, ilmî huviyetiyle ve tam mĂ‚nĂ‚sıyla tetkik edilse, beşerin ictimaî ve iktisadî cok meseleleri halledilecektir. Kur’Ă‚n-ı Kerim’de ve bilhassa Sure-i Yusuf’da bu devreler meselesine işaretler vardır. Şu kucuk devrelerin bir intizam ve nizam icinde cereyan ve deveran etmesi, işaret ve isbat ediyor ki, dunya hayatı da bir devirdir. O da bir gun bitecek ve ardından başka bir devir başlayacaktır. Dunyada bolluk ve bereket icinde yaşayan insan, kıtlık mĂ‚nĂ‚sını taşıyan bir kabir hayatını da yaşayacak. Sonra da apacık bir haşir devresine girecektir. Onun ardından, sıkıntı ve ızdırap icinde bir hesap verme hayatı, daha sonra da sırattan gecme devresi gelecek. Varabilen cennete varacak ve gorebilen CenĂ‚b-ı Hakk’ın cemĂ‚lini gorecektir. Fakat verilen nimetlerde veya aksine ızdıraplarda, ulfet ve alışkanlık olmayacak. Cennet veya cehennemde de ayrı ayrı devrelerde karşılaşılacaktır.
Adiyy b. HĂ‚tim (r.a) -ki dunyanın en comert insanı olan HĂ‚tim-i TĂ‚i’nin oğludur. Once Hıristiyanlığa suluk etmiş ve ardından da hak din olan İslĂ‚m’ı bulmuştur - şoyle der: “Allah Rasûlu (s.a.s) dunyaya ait bazı hĂ‚diseleri daha vukû bulmadan once haber vermişti. Bir de ayrıca Ă‚hirete ait haberler verdi. Dunyaya ait verdiği haberler aynen cıktı. Bununla anlıyorum ki Ă‚hirete ait verdiği haberler de aynen zuhur edecektir.”14
Allah Rasûlu (s.a.s) Hz. Enes’e (r.a) dua etmişti: “Allahım onun omrunu uzun ve evlatlarını cok et. Onu cennetine koy!” Hz. Enes (r.a) yuz yaşından fazla yaşadı ve kendi ifadesiyle yuz tane evladını kendi eliyle defnetti. Hz. Enes (r.a) şoyle derdi: “Allah Rasulu (s.a.s)’nun benim icin ettiği duadan ikisini gordum ve ucuncusunden de umitliyim.”15
Biz CenĂ‚b-ı Hakk’ın koyduğu bir devreler Ă‚lemi icinde yaşıyoruz. Fakat bu devran, kafiyesiz bir şiir gibi bitiyor. Obur Ă‚lem bu şiire kafiye olup tamamlayacaktır. Bu dunyaya ait haber verilen hĂ‚diselerin aynen tahakkuku; mu’mini mesrur ve kĂ‚firi mahzun edecek bir hĂ‚disenin de tahakkuk edeceğini isbat etmektedir.
İnsan doğar doğmaz bir taraftan yaşamaya diğer taraftan da olmeye başlar. Her doğuş bir olumun ve her olum de yeniden bir doğuşun habercisidir. Eğer neticede ebedî bir doğuş yoksa, yeryuzunun en talihsiz varlığı insandır. İnsanlar icinde de en talihsizi nebiler ve nebiler icinde de İki Cihan Serveri’nin en talihsiz olması icab eder. Halbuki O, butun bir cihanın yaratılma sebebidir. İnsanlık ağacı oyle bir meyve elde etmek icin dikilmiştir. İnsanın yeryuzune gelmesinden, insanlık icinde zuhur eden nebilere kadar her hĂ‚dise, neticede Ă‚hireti isbat eder.
Ayrıca: CenĂ‚b-ı Hakk’ın, Allah; Peygamberimiz’in Rasûlullah; ve Kur’Ă‚n’ın KelĂ‚mullah olduğunu isbat eden butun deliller aynı zamanda Ă‚hireti de isbat eder. Zira iman bir butundur; tecezzi ve inkisam kabul etmez.
TARİH ve FELSEFE “ÂHİRET VAR” DİYOR
Tarih, haşir akîdesi zaviyesinden ele alındığında, ilk insandan gunumuze kadar insanlık capında bir haşir inancının var olduğu muşahede edilir. Will, medeniyet tarihinde ceşitli milletlerin oldukten sonra dirilme mevzuundaki kanaatlerini, nasıl mezarlara gomulduklerini, duvarlarına yazdıklarını ve dehlizlerinde mevzu ile alĂ‚kalı resimlerin tesbit edildiğini anlatır. Dunyanın en maddeperest insanları olan firavunlar dahi oldukten sonra dirilme mevzuunu ele alıyorlardı. Firavun mezarlarındaki kazılarda şu mĂ‚nĂ‚yı ifade eden sozler bulunmuştur: “İnsanlar oldukten sonra, mucrimler yerin altında, cirkin suretlere donuşmek suretiyle ebedî kalacaklar, sĂ‚fi ve tertemiz ruhlar ise; meleklere iltihak edecek yuceler icinde bir hayat yaşayacaklar.”
Bu itikad sebebiyledir ki, firavunlar, mezarlara yiyecek, icecek ve en guzel elbise ve zinet eşyalarını da beraber koyduruyorlardı. Anlayışta inhirafla beraber Ă‚hirete itikattır ki, onlara bunu yaptırıyordu. Ayrıca mezarları icine alan dehlizlerin duvarlarına balık ve yılan resimleri yaptırıyor, ilahların bu resimlerden hoşlandıklarına inanıyorlardı. Bu inanış dahi onların, oldukten sonra başlayan ikinci bir hayata itikad ettiklerini isbat ediyor. Zira yaptırdıkları bu resimlerle, -itikat-larınca- ilahlarının rızasını kazanacaklar ve boylece diğer bir Ă‚lemde rahat edeceklerdir...
SEMÂVÎ KİTAPLAR ve ÂHİRET
Kur’Ă‚n-ı Kerim’in beşte ucu Ă‚hiretle alĂ‚kalıdır. Bu mevzuda birkac misali daha once zikretmiştik. Burada sozu yine oraya havale etmekle iktifa edeceğiz.
Tevrat, Hz. Musa (s.a.s)’dan gunumuze kadar bircok defa tahrif edildi. Hatta Efendimiz (s.a.s) zamanındaki Tevratlarda mevcut olan bazı ayetleri bile şimdi bulmamız mumkun değil. Kısas ayeti, buna bir delil olarak gosterilebilir.
Tevrat, tamamen maddîleştirildi. Gun be gun mĂ‚nĂ‚ya ait yuce mefhumlar teker teker silinip, yerine tam zıddı fikirler yerleştirildi. Buna rağmen işaret kabilinden dahi olsa, Tevrat’ta Ă‚hirete ait bircok meselelere temas edilmiştir.
İncil, bir cihetle Tevrat’ta tahrif olunanları tashih, tahrif olunmayan hususları ise tasdik icin gelmiştir. O gunun Tevrat’ında Ă‚hirete ait meseleler anlatıldığından dolayı, İncil bunu tasdik etmekle yetinmiş ve meselenin tafsiline girmemiştir. Boyle olmasına rağmen yine biz yer yer onda da Ă‚hirete ait mĂ‚nĂ‚ları ifade eden ayetler buluruz.
Matta İncil’i Beşinci İshah’da şu ayetler var:
“Kim bu dunyada salih amel işlerse, o, Rabb’in melekutuna yukselecektir.”
“Mujdeler olsun miskinlere! Onlar melekut-u semavata yukselecekler.”
“Mujdeler olsun merhametlilere ki, onlar obur Ă‚lemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.”
“Mujdeler olsun muttakilere ki, onlar Rablerini gorecekler.”
“Goklerin ve yerin melekûtunun misali şuna benzer: Zurra tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter. Matlup olan semaya doğru ser ceker ve buyur. İcinde birtakım dikenler de boy gosterir. Bunu gorenler tarlanın sahibine muracaat edip derler:" [COLOR="Indigo"]Seyyidimiz! Mahsulu matlup olan bu guzel bitki nema buldu yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir?["color"] "Cevap verir: “O da bu da gerek!” HavĂ‚riler Hz. Mesih’e sordular: “Bunu bize izah eder misin?” Hz. Mesih: “Evet”, diyor ve anlatıyor: “O tohumu atan Allah (c.c)’tır. Mezra ise yeryuzudur. Ekilen tohum, beşerdir. Matlup olan mahsul ise salih insanlardır. Dikenler ise kĂ‚firlerdir. Burada iyi kotuyle beraber bulunacaktır. Fakat Ă‚hirette iyiler melekut-u semĂ‚vĂ‚ta yukselecek; kotuler ise cehenneme girecektir.”
Matta İncili Yirmibirinci İshah:
“O gun melik gelecek. Ebrar sağında; eşrar ise solunda yerlerini alacaklar. Melik, ebrara şoyle diyecek: “Sizi bugun mukĂ‚fatlandıracağım. Cunku dunyada iken ben acıktım, yedirdiniz. Susadım, su verdiniz. Mahpus oldum, Ă‚zad ettiniz. Garip kaldım, beni barındırdınız. “Onlar melike şoyle diyecekler: “Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, mahpus olur ve garip kalırsın? Zira sen Rab’sin!..” Allah (c.c) onlara şoyle karşılık verecek: “Dunyada benim zaif ve garip kullarım vardı. Siz biliyordunuz ki, onlara yedirdiğiniz, icirdiğiniz zaman bana yedirip icirmiş gibi oldunuz. Onları Ă‚zad ettiğiniz ve barındırdığınızda sanki bu iyilikleri bana yapmış gibi oldunuz.”(*)
Sonra da Rab, solundakilere doner ve şoyle der: “Sizi bugun ta’zib edeceğim. Cunku acıktım birşey yedirmediniz. Susadım, icirmediniz. Garip kaldım, barındırmadınız. Mahpus oldum, Ă‚zad etmediniz.” Onlar da aynı şekilde “Ey Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, garip kalır ve mahbus olursun!?” derler. Bunun uzerine Melik: “Bilmiyor musunuz, eğer benim dunyada bazı kullarım acıktığında doyursaydınız, susadığında su icirseydiniz, garip kaldığında barındırsaydınız ve mahpus kaldıklarında Ă‚zad etseydiniz, butun bunları bana karşı yapmış gibi olacaktınız” der.
İncil’de bunlara munzam daha bircok Ă‚yetlerde, hemen hemen Kur’Ă‚n-ı Kerim’in ifadelerine mutabık şekilde Ă‚hirete ait meseleler dile getirilmiştir. Fakat bu mevzuda esas soz sahibi; her turlu tahrip ve tahriften korunmuş olan Kur’Ă‚n-ı Kerim’e aittir ki, biz yukarıda bunları Kur’Ă‚n-ı Kerim’in haşri isbat metodunda mucmel de olsa zikretmiştik. (Geniş Bilgi “Olum Otesi Hayat” Kitabında Bulunabilir) [1]
--------------------------------------------------------
[1] Olum Otesi Hayat
Kaynak : Menba.org
__________________