Bazı Tasavvuf ErbĂ‚bının Şeriatı Basite İndirgemesi

Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin icyuzune hakikat denilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir. Şeriat, kabuk kabul edilmiş, tarikat ve hakikat oz olarak değerlendirilmiştir. Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır.

Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan cekinmişler, benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: "Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan ic kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan icine, mĂ‚rifet kısmı ise cevizin aslına ve mĂ‚hiyetine benzer. Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez. Asıl tad, cevizin icinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir. İşte mutasavvıflar, ilme'l-yakîn (bilmek), ayne'l-yakîn (bulmak) ve hakka'l-yakîn (olmak) gibi uc kelime ile ozetle ifĂ‚de ettikleri mĂ‚nĂ‚nın da bu olduğunu soylerler. Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kĂ‚fi değil; cevizin ta kendisi olmak da lĂ‚zımdır. Bu dort mertebenin birincisi şeriattir, avĂ‚ma (halka, aşağı tabaka, cĂ‚hil kesim, ayak takımı) mahsustur. İkincisi tarikattir, havassa (ust tabaka, seckinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur. Ucuncusu hakikattir, havassu'l-havassa (seckinlerin seckini, tarikatın ust seviyesindekiler) mahsustur." Kastamonu'lu Şaban-ı Veli, bu dort yolu şu sûretle de ifĂ‚de etmiştir: Şeriat beden icin; tarikat halk icin, hakikat ruh icin, mĂ‚rifet Hak icindir." (Osman Ergin, Balıkesirli Abdulaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230)

Şeriatın benzedildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır. Sadece cevizi korur. İcindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak icin yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Ust kabuğu kırmadan ice ulaşılmaz. O yuzden cevize (hakikate) ulaşmak icin şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir. Verdikleri ornekten yola cıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır. İşin ozu kabul edilen "hakikat"in ne olduğu bize gore cok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu ozun ancak tasavvufa gonul verenlere acılacağı gizli ve buyuk hazine olduğunu belirtirler. Onlara gore, kabukta kalanlar zĂ‚ten bunları anla(ya)maz. Bu ve benzeri ornek ve ifĂ‚delerden şeriatın icinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha başka şey olduğu anlatılmış olur. Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur. Bu hakikatin İslĂ‚m mı, kufur mu demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz. Cunku kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslĂ‚mî kavramlardır. Hakikate karşı cıkmak gibi bir suclamayı goze alan pek cıkmaz. ZĂ‚ten tum toplum tarafından kabul gorulen bu tasavvuf anlayışına karşı cıkmak cesĂ‚ret isteyecektir. Ama şeriatın hakarete uğraması pek onemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar muslumanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı husn-i zanlarla musĂ‚maha bulur. Olan da şeriata olur. Bugun halk arasında şeriatı ocu gibi gorulmesinde, onun gercek İslĂ‚m'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip yer yer catılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın buyuk payı vardır.

ZĂ‚hir-BĂ‚tın Ayrımı: Dinin bir zĂ‚hiri, bir de bĂ‚tını olduğu konusunda Şia ile tasavvufcuların inancı aynıdır. ZĂ‚hir, avĂ‚m halkın nassların zĂ‚hirinden anladığı mĂ‚nĂ‚dır. BĂ‚tın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya gore imamlar, tasavvufculara gore de velîler (evliyĂ‚) bilir. Tasavvufcuların nassların bu şekilde bĂ‚tınî acıklanmasına hakikat, diğer zĂ‚hirî tarzda acıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu soylemişlerdir. GazĂ‚lî'nin "LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah"ın avamın imanı, "lĂ‚ huve illĂ‚ huve"nin havassın imanı olduğunu soylediği bilinmektedir. Şeriat Ă‚limlerine "zĂ‚hir ve kışır bilgisi Ă‚limleri" deyişleri de meşhurdur. Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibĂ‚detlerini ve haramlardan kacınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu icin yaparlar diye suclanılır. Kendileri, cenneti kucuk gorme, onu istememeyi mĂ‚rifet olarak gorur ve gosterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete ozendirir, azĂ‚bın dehşetinden korkutur.

Bazı tasavvuf kitaplarında ve gunumuzdeki tasavvufcuların onemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi gorunmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gercek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da gorulur. Ama, tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gercek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin ozunun şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi celişkilerle beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı ozelliği gosteren kerĂ‚met/olağanustu haller sahibi kişilerin evliyĂ‚ kabulu, turbe ve bĂ‚tıl vesileye verilen onem, şefaatcilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibĂ‚detlerle bid'at ve hurĂ‚feler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar icin de "keşif", "ilham", "ruyĂ‚" gibi bircok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin olculmesi icin mihenk taşı olmalıdır. Tarihte, istisnĂ‚lar dışında medresede eğitim gormeyen, hattĂ‚ medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen Ă‚limlere catıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve Ă‚lim olmayı kucuk gorup daha kıymetli olduğu yorumuyla Ă‚rif olmayı secmiş, şeriatı kucuk gorup şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını duşunebiliriz. Hele gunumuzde daha cok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yuksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir. Bununla birlikte şeyhler tarafından bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufcu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan ornek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu icin, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid genclerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını Ă‚yet ve hadisleri delil getirerek tasavvufculara anlattığında hic olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara nicin etkili olamadığının altı deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya cıkacaktır.

İşi biraz daha ileriye goturup haramı helĂ‚l, helĂ‚lı haram ilĂ‚n edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helĂ‚l butun musluman kullar icin sozkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helĂ‚ller yalnız basit ve sıradan insanları (avĂ‚mı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri surebiliyor. Bu anlayış, kamuoyunda kabul gormediği icin bunları tum bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar. Ama iclerinden bu anlayışta olanları inkĂ‚r da edemezler. Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen butun tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mumkundur: Orneğin bir şeyhi icki icerken ve kadınlarla işret halinde goren murîdin bu gorunenlerin zĂ‚hir olduğunu duşumesi, bĂ‚tınında ise mubĂ‚reklerin kim bilir ne halde olduklarını duşunmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile gecirmemesi tavsiye olunur. Boyle olunca, helĂ‚l-haram hudûdu insana gore değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sozleri ve davranışları varsa, murîde duşen bunları guzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa "vardır bir hikmeti" demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak duşunmemesi gerekecektir. Ama, kendisi şeyhinin eline, olunun yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.

Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zĂ‚hirî ve bĂ‚tını ikilemine rĂ‚cidir. İslĂ‚m'ın başında muslumanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zĂ‚hiri ve bĂ‚tını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her Ă‚yetin ve her kelimenin bir zĂ‚hiri bir de bĂ‚tını olduğunu soyleyen Şia ile başlamıştır.

Marifet ve Hakikat İddiası: Tasavvufcular dinin ozu ve cevherine ulaşma iddiĂ‚ları yanında onun hukumlerini kucumsemeyi ve onlara muhĂ‚lefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hukumleri zĂ‚hir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhĂ‚lefetin cok onemli olmadığı, onemli olanın cevher ve oz dedikleri mĂ‚rifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun icin bunlar arasında kemĂ‚le erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini duşunenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hukumlerin avam insanlar icin olduğunu soylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim gunumuzde de aşk, sevgi, mĂ‚rifet, hakikat, humanizm ve hoşgoru sloganları arkasına sığınan ve dinin hukumlerini gozardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat cevreleri bulunmaktadır.

Bu cevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki ornek verelim: "Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruc sol elini, zekĂ‚t ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kotu ahlĂ‚klarından ileri gelen hastalıklarla mĂ‚lul olduğunda asla fayda vermez. Bir hĂ‚zik hekim demek olan murşid-i kĂ‚milin ilĂ‚cına muhtactır."; "Buyurmuşlardır ki, ibĂ‚detlerin yukte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yukte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruc, hasenĂ‚t ve her ne kadar zĂ‚hirî ibĂ‚det ve tĂ‚at varsa, bunların hepsi yukte ağır, pahada hafiftir. Allahu TeĂ‚lĂ‚'nın rızĂ‚sı, Rasûlullah (s.a.s.)'in sunnetleri ve murşidin sozleri de, eski bakır gibi yukte hafif ve pahada ağırdır." (el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam MiftĂ‚hu'l-Kulûb, s. 229, 300)

Toplumda birtakım insanlar tarafından "kalbim temizdir, kalbime bak. Onemli olan kalp temizliğidir" gibi sozlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.

Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve Ă‚limi şu şekilde kucumsemekte ve aşağılamaktadır: "Ali başka, veli başka. Dunyada ne kadar Ă‚lim varsa, o Ă‚limlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Oteki ulemĂ‚ların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. LĂ‚kin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî ilmi papazlar alamaz." (M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90). (Tasavvuf ilimlerinin buyuk coğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın olculerine gore buna ilim demek doğru olmaz. İslĂ‚m akaidiyle ilgili kitapların hemen tumunde yer alan "ilmin kaynakları" arasında bu tur ilim yoktur. Tasavvufcular bunu Kur'an ve Sunnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.) "ZĂ‚hirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil goren şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (FĂ‚sit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu)." (Ali Erol, HĂ‚tıratım, s. 66). "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (Ă‚limler)'den sorun" (16/Nahl, 43) Ă‚yetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyĂ‚ullah hazerĂ‚tıdır." (Ramazanoğlu Mahmud Sami, MusĂ‚habe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslĂ‚m, s. 272-273).

Tasavvufcular, Kehf Sûresinde gecen Hz. MûsĂ‚ ile "sĂ‚lih kul" arasındaki kıssadaki sĂ‚lih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mĂ‚nĂ‚larını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zĂ‚hir bir şeriat ve ona muhĂ‚lif bĂ‚tın bir hakikat bulunduğunu, şeriat Ă‚limlerinin hakikat Ă‚limlerinin bazı davranış ve sozlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu soylemişlerdir. Peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri "sĂ‚lih kul"a Hz. MûsĂ‚'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat Ă‚limlerinin de hakikat Ă‚limlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu soyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki gecen ifĂ‚deyle "sĂ‚lih kul") vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu soylemişler ve ilimlerinin buyuk bircoğunu buna binĂ‚ etmişlerdir.

Hızır'ın kıyĂ‚mete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bĂ‚tınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisne ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden once ve sonra her zaman butun velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha ustun ve daha buyuk olduğunu iddiĂ‚ etmişlerdir. Nitekim, "veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. MûsĂ‚ peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Ustelik Hızır'dan birtakım bilgiler oğrenmek icin onun yanına gitmiştir..." diye iddia etmişlerdir.

Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. MûsĂ‚'dan daha buyuk ve daha bilgili ise, ummetin velileri de şeriatın zĂ‚hirini bilen peygamberden daha buyuk ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat Ă‚limleri olan evliya yahut tasavvufcuların şeriat (zĂ‚hir&#238 Ă‚limi olan Ă‚limlerden daha buyuk olduğunu dolaylı olarak iddiĂ‚ etmişlerdir. Yine, Hızır'ın evliyĂ‚ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara oğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını soylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin mustakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.

Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan "sĂ‚lih kul"un veli olduğunu soyleyen kimi Ă‚limler olmakla beraber, Ă‚limlerin cumhûru onun peygamber olduğunu soylemektedir. Nebî olduğunu soyleyenlerin delilleri daha acık ve kesin gibidir (Bu konudaki deliller ve tasavvuf anlayışının iddiĂ‚larının curutulmesi icin bak. İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslĂ‚m, s. 70-81).

İddiĂ‚ olarak, hemen tum tasavvufcular, sozlerinin "Kur'an ve Sunnetle kayıtlı" olduğunu ifade ederler. MeselĂ‚, tasavvuf kitaplarında şu ifĂ‚de yer alır: "Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uctuğunu veya su ustunde yuruduğunu gorseniz bile, o velî olamaz." Bu tur sozleri, tasavvufun Kur'an ve Sunnet dairesi (şeriat) icinde olduğuna delil gosterenler olabilir. Ama, din anlayış ve yorumlarının bu olculere gercekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifĂ‚deleri gozonune getirince ortaya cıkmaktadır. MeselĂ‚ tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i vucûdun Kur'an ve Sunnetten alındığını soyler. Yeryuzundeki ve evrendeki butun varlıkların Allah'ın kendisi veya gorunen şekli olduğunu soyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sunnetten alındığını iddiĂ‚ edecek bir yaklaşım, sozlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sunnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddiĂ‚ etmesin? Ornek olarak Gumuşhanevî'nin şu sozlerine bakalım: "Şeriata muhĂ‚lif olan tarikat, dalĂ‚lettir, felĂ‚kettir ve hatta kufurdur. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sunnette uymazsa, fĂ‚sıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir." (Gumuşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267). Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sozlerin şeriatla bağdaştığını nasıl soyleyeceğiz?: "Şeriat sozler, tarikat fiiller, hakikat haller, mĂ‚rifet de servetin başıdır." Şeriatın hangi hukmu hakikat değildir ki, diğer hukumlerine bu isim verilmiş olsun? İslĂ‚m'ın bu ayrımını Kur'an ve Sunnet mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) doneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sunnetten) takvĂ‚yı cıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye calışmışlar; fetvĂ‚ ayrı, takvĂ‚ ayrı demişler, takvĂ‚yı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan gectiğini dillendirmişlerdir.

Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sunnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şĂ‚hit oluyoruz. Birkac ornek verelim: Tasavvufun en buyuk hanım evliyĂ‚sı RĂ‚bia şoyle der: "Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum icin Sana ibĂ‚det etmedim. Sana sadece zĂ‚tın icin ibĂ‚det ettim." Yunus Emre'nin de bu anlayışı şoyle tekrar ettiğini biliyoruz: "Cennet cennet dedikleri / Birkac koşkle birkac hûri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni." Goruluyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sozlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mu'minlere sĂ‚lih amelleri icin vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli gormuyor, onun yerine İsrĂ‚iloğullarının Hz. MûsĂ‚'ya "Biz Allah'ı acıkca gormedikce sana inanmayız" (2/Bakara, 55) dedikleri gibi, Allah'ın zĂ‚tını gormek istiyor. Halbuki hicbir peygamber Ă‚hiret icin boyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller icin mukĂ‚fat olarak Kur'an ve Sunnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zĂ‚tını istemek Kur'an ve Sunneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufcuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları acıkca goruluyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslĂ‚m Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem kucumseyen sozleri icin "kufur" demektedir (Bak. Ebussuud Efendi, FetvĂ‚lar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972). Allah'ın ornek gosterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duĂ‚sını Kur'an oğretiyor:

"Allah, mu'minlere de Firavn'un karısını misal gosterdi. O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zĂ‚limleri topluluğundan kurtar' demişti." (66/Tahrîm, 11).

Yuce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mu'minlere ornek gosterdiği sĂ‚liha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması icin Allah'a yalvarıyor ve duĂ‚ ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan RĂ‚bia ise, cenneti istemiyor... (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslĂ‚m, s. 227-232)

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azĂ‚bı erteleme sozu olmasaydı, derhal aralarında hukum verilir (işleri bitirilir)di. Şuphesiz zĂ‚limler icin can yakıcı bir azap vardır.” (42/ŞûrĂ‚, 21).

Bu Ă‚yette uydurdukları hurĂ‚feleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gosterenler reddediliyor. Onların, Allah'ın izin vermediği, rĂ‚zı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gosteren ortakları mı olduğu, inkĂ‚r tarzında soruluyor. Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hukmu koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilĂ‚h yoktur. Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın din hukumleri değil, şeytan oğutleridir. Allah boyle şeylerden rĂ‚zı olmaz. ŞĂ‚yet ezelde kullarına bir sure vermeyi, cezĂ‚alarını ertelemeyi veya Ă‚hirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hukum verilip helĂ‚k edilirlerdi. Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezĂ‚larını ertelemekte, (hidĂ‚yetleri ve) uslanmaları icin fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezĂ‚ya carpılacaklardır (S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324).

Bir de şu ifĂ‚delere bakalım: "Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan iceru." (Yunus Emre). Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sozlerinde bu anlayış cok net gorulur: "Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost icin yağı bala ya nicin katmayalar?"

Ahmed KALKAN
Kavram Tefsiri
__________________