Kur’an’ın Mislinin Getirilememesi İspat Eder ki, Kur’an, Allah’ın Kelamıdır.

Hz. Musa (AS) zamanında sihir revacta olduğu icin, mucizelerinin coğu ona benzer bir tarzda gelmiştir. Asasının yılan olması ve parlak el mucizeleri gibi…

Hz. İsa (AS) zamanında ise tıp revacta olduğundan, mucizelerinin coğu o cinsten gelmiştir. Oluleri diriltmesi, alaca hastalığını tedavi etmesi gibi…

Bu sayede hakka karşı gelen kĂ‚firlere, en mĂ‚hir oldukları sahada meydan okumuşlar ve Allah’ın izniyle de galip gelmişlerdir.

Hz. Muhammed (S.a.v.) zamanında ise dort şey revactaydı:

1- Belagat ve fesahat.

Fesahat: sozun, lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması ve kelimelerin soylenişinin tatlı, manasının da soylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi kelime ve cumle ahengi ile ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve secme kudreti ile alakadardır. Fesahatin daha yuksek olan derecesine ise belagat denir.

2- Şiir ve hitabet.

3- KÂhinlik ve gaybdan haber vermek.

4- Gecmiş hadiseleri, kĂ‚inatın ve varlıkların yaratılış sırlarını bilmekti.

İşte Kur’an geldiği zaman bu dort nevi bilgi sahiplerine karşı meydan okudu. Her birine diz cokturdu. Hepsi hayretle Kur’an’ı dinlediler.

Kur’an’ın nazil olduğu asırda, Arap yarımadası ahalisi tarihi hadiselerini ve yazıtlarını, şiir ve belagat kaydı ile muhafaza ediyorlardı.

Şiir ve belagat o derece revacta idi ki, her sene yarışmalar duzenlenir, yedi edibin yedi kasidesi “muallakat-ı seb-a” namıyla, altın yazı ile KĂ‚be’nin duvarına asılırdı. Ancak Kur’an geldikten sonra Meşhur şair Lebid’in kızı, babasının kasidesini KĂ‚be’nin duvarından indirirken şoyle diyor:

“Kur’an geldi artık bunun kıymeti kalmadı.”

Hatta her kabilenin edibi, en buyuk milli kahramanı kabul edilirdi. En fazla o edip ile iftihar edilirdi. Bazen bir edibin sozu ile iki kavim savaş eder ve bir sozuyle barışırlardı. İşte Kur’an-ı Hakîm boyle bir zamanda 23 sene mutemadiyen şu gibi ayetlerle meydan okudu:

“Bu Kur’an, Allah’tandır. Başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden onceki kitabı doğrulayan ve o kitabı acıklayandır. Onda şuphe yoktur. O Ă‚lemlerin rabbindendir. Yoksa “onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: eğer sizler doğru iseniz, Allah’tan başka, gucunuzun yettiklerini cağırın da hep beraber onun benzeri bir sure getirin.” (Yunus: 37-38)

“Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer bu davada sadık iseniz Allah’tan başka guvendiklerinizden, cağırabildiklerinizi cağırın da Kur’an’ın misli on sure getirin. Velev ki haberleri uydurulmuş olsun, sadece belagatine benzer olsun.” (Hud: 13)

“De ki: Andolsun ki, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak uzere insanlar ve cinler bir araya toplansa, birbirine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra: 88)

“Kulumuza indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şuphe icinde iseniz onun benzeri bir sûre de siz getirin, Allah'tan başka taptıklarınızı da yardıma ca*ğırın; eğer iddianızda samimi iseniz!

Bunu yapamazsanız -ki asla yapa*mayacaksınız- yakıtı insanlar ve taş olan ateşten sakınm; o inkarcılar icin ha*zırlanmıştır.” (Bakara: 23-24)

Evet, Kur’an bu gibi ayetlerle o asrın dĂ‚hi ediplerini muaraza yani soz meydanına davet etti ve sekiz mertebe de onlara meydan okudu:

1- “Madem bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmıyorsunuz ve bir insanın sozudur diyorsunuz, o halde Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen, ummi bir kişi boyle bir kitap yazsın da gorelim.”

Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı hicbir ummi meydana cıkamadı.

Ve Kur'an 2. defa meydan okudu: “Haydi bunu yapamıyorsunuz. Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen bir kişiden boyle bir kitap getiremiyorsunuz. O halde o zat gayet Ă‚lim ve kĂ‚tip olsun. Ve Kur’an gibi bir kitap yazsın.”

Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da hicbir Ă‚lim ve kĂ‚tip Kur’an gibi bir kitap getiremedi.

Ve Kur’an 3. defa meydan okudu: “Haydi bir tek Ă‚lim ve kĂ‚tip zat Kur’an gibi bir kitap getiremiyor, o halde bir tek zat olmasın, butun Ă‚limleriniz, edipleriniz ve soz ustalarınız toplansın, birbirine yardım etsin. Hatta guvendiğiniz ilahlarınızı da cağırın size yardım etsin ve Kur’an gibi bir kitap getirin.”

KĂ‚firler bu meydan okumaya da sessiz kaldılar ve Kur’an gibi bir kitap getiremediler.

Ve Kur’an 4. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. O halde eskiden yazılmış edebî eserlerden de istifade edin, hatta gelecekte yazılacak olanları da yardıma cağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin.”

Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı yine kĂ‚firler suskunluklarını bozamadılar.

Ve Kur’an 5. kez meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz, Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın tamamına değil, sadece 10 suresinin benzerini getiriniz.”

KĂ‚firler bu meydan okumaya karşı da parmaklarını bile kıpırdatamadılar.

Ve Kur’an 6. kez meydan okudu: “Madem 10 suresine mukabil, hakiki ve doğru bir benzer getiremiyor ve onu taklit edemiyorsunuz, O halde hikĂ‚yelerden, asılsız kıssalardan olsun. Sadece Kur’an’ın nazmına ve belagatına benzesin. Bu da yeter.”

KĂ‚firler bunu dahi yapamadılar. Kur’an’ın nazmına benzeyen asılsız hikĂ‚yelerden 10 sure getiremediler.

Ve Kur’an 7. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. Asılsız kıssa ve hikĂ‚yelerden Kur’an’ın 10 suresine nazımca benzeyen bir misil getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın bir tek suresinin benzerini getiriniz.”

Ama kĂ‚firler bu meydan okumaya karşı da sessizliklerini bozamadılar.

Ve Kur’an 8. mertebede şoyle meydan okudu. “Madem Kur’an’ın bir tek suresine bile benzer getiremediniz. O halde haydi o sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun. Sadece kısa bir sureye benzer getiriniz. Eğer bunu da yapamazsanız bilin ki, din, can ve mallarınız dunyada da ahirette de tehlikededir.”

İşte Kur’an sekiz tabakada 23 senede değil, belki 1400 senedir butun insanlara ve cinlere karşı meydan okumuş ve okuyor, damarlarına şiddetle vuruyor, gururlarını dehşetli bir surette tahrik ediyor. O kibirli akıllarını kucumsuyor.

Ve diyor ki: “Ya benzerini getiriniz ya da canınız ve malınız tehlikededir. Eğer iman getirmezseniz mesulsunuz. Cehenneme gireceksiniz.”

Zira benzerini getiremezlerse islamı yok etmek icin bir tek yol vardı ki o da savaşmak. Yani canın ve malın tehlikede olduğu bir yol.

HĂ‚lbuki Kur’an’ın bir suresine benzer getirebilselerdi, Hz. Muhammed’in davasını iptal edeceklerdi. Canları, malları ve dinleri kurtulacaktı.

Acaba hic mumkun mudur ki, bir iki satırla benzerini getirip, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) davasını iptal etmek gibi kolay ve kısa bir yol varken en tehlikeli, canın ve malın helak olabileceği savaş yolu tercih edilsin.

Evet, o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman Ă‚lemi siyasetle idare ettiği halde en kısa ve rahat yolu terk etsin de, en tehlikeli, mal ve canı belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin. Bu hic mumkun mudur?

HĂ‚lbuki edipleri, birkac harfle Kur’an’ın velev ki bir suresine benzer getirebilselerdi, Kur’an davasından vazgecerdi. Onlar da maddî ve manevî helak’tan kurtulurlardı.

Nasıl ki, siz bir dava ile ortaya cıksanız ve davanızın doğruluğunu ispat etmek icin “şu taşı kimse kaldıramaz” diyerek guclu insanlara meydan okusanız, sizin davanızı iptal etmek icin en kısa yol; “kaldıramazsınız” diyerek işaret ettiğiniz taşı kaldırmaktır. O taş kaldırıldığı zaman siz ve davanız curur gider. O taşın kaldırılmayıp, sizinle savaş edilmesi ise ispat eder ki; o taş, kimse tarafından kaldırılamayan bir taştır ve siz davanızda sadıksınızdır.

İşte bu misalde olduğu gibi Efendimiz (S.a.v.) “Bu Kur’an’ın bir suresinin bile mislini getiremezsiniz” diyerek meydan okudu. HĂ‚lbuki kibir ve azametleri, benlik ve gururları gereği gece gunduz calışıp Kur’an’ın bir benzerini yapmalıydılar ki, Ă‚leme karşı rezil olmasınlar.

Hem Onlar, bir surenin mislini getirebilselerdi Kur’an’ın davası iptal olacaktı. HĂ‚lbuki onlar savaş gibi en dehşetli ve uzun bir yolu tercih ettiler.

Demek meşhur Cahız’ın dediği gibi “Muaraza-i bil huruf mumkun değildi, Muharebe-i bissuyufa mecbur oldular” yani harfler ile soz meydanına cıkmak mumkun olmadığından, kılıclarla harp meydanına cıkmaya mecbur oldular.

Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki kimse soz meydanına cıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbus edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi. Hem birbirlerine yardımda mı fayda vermedi?

Eğer muaraza yani sozle mucadele ve Kur’an’ın benzeri bir kitap getirmek mumkun olsaydı herhalde kati teşebbus edilecekti. Cunku dinleri, canları, malları ve izzetleri tehlikedeydi.

Eğer teşebbus edilseydi ve Kur’an’a benzer bir kitap getirilseydi her halukarda pek cok taraftar bulacaktı. Cunku Kur’an’a karşı gelen kĂ‚firler ve munafıklar gayet cok ve kalabalık idi.

Eğer taraftar bulsaydı her halukarda şohret bulacaktı. Cunku kucuk bir mucadele bile beşerin fikrini celb edip destanlarda yer alıyor. Boyle acayip bir mucadele ise asla gizli kalamaz. Nasıl ki kĂ‚firler, İslamiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler, elbette bunu da herkese neşredip, Ă‚leme yayacaklardı.

Ve eğer neşretselerdi, tarihlere ve kitaplara şaşalı bir surette gececekti. İşte meydanda butun tarihler ve kitaplar. Her yerini araştırsanız Museyleme-i kezzabın kendisini rezil ettiği bir iki fıkradan başka hicbir şey bulamazsınız.

Demek Kur’an’ın taklidini getirmek mumkun değildir. Ve getirilememiştir. Bu da ispat eder ki Kur’an, Allah’ın kelamıdır.

Eğer denilse: “Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek ayetine, hatta bir tek cumlesine, hatta bir tek kelimesine bile muaraza edilemez ve edilememiş” sozunde mubalağa gorunuyor ve akıl kabul etmiyor. Cunku insanların sozlerinde Kur’an cumlelerine benzeyen cok cumleler var.

Cevap: Her kelam kendisini soyleyenin muhrunu taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, kabiliyetlerin farklılığı, ilim ve belagattaki ustunluk gibi hususlar, kelamlara ayrı ayrı meziyetler kazandırmakta ve ehli icin, o sozun kime ait olduğunu adeta haykırmaktadır.

Mesela, hepimiz Turkce konuştuğumuz halde Yunus Emre’nin veya Mehmet Akif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal ayırt edebiliyoruz.

Demek ki sozlerde Turkce’nin otesinde bir şey var. O da bu zatlardaki kemĂ‚lĂ‚tın, belĂ‚gatın ve ilmin soze aksetmesinden ibaret olan mahsus bir muhurdur ki, bizim sozlerimizde bulunmuyor.

Her ilim ve kemal ehlinin sozu sahibinin muhrunu taşırsa, elbette O Allah ki, butun kemĂ‚lĂ‚t, onun kemaline nispeten zayıf bir golgedir. Oyleyse O’nun kelamı da, o kemale yakışır bir mucizelik muhrunu taşıyacaktır.

Bu sırrı idrak edemeyen ve kelamdan anlamayan bazı haddini bilmez kimseler, Kur’an’ın Arapca nazil olması cihetiyle “aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin” gibi cahilĂ‚ne bir iddiada bulunuyorlar.

İnsanlar, Cenab-ı Hakkın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan da masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. Allah ise, odundan meyve yapıyor, yaprak ve cicek cıkarıyor. Demek ki iş odun da değil, ustadadır.

Aynı şekilde insanlar topraktan comlek yapmakta, kĂ‚inatın sanatkĂ‚rı ise topraktan insan yapmaktadır. KĂ‚inatta ki 300 elementi, birer harfe benzetirsek, Allah bu harflerle, bitkilerden, hayvanlara; insanlardan, denizlere ve yıldızlara kadar butun mahlûkatını yazmıştır.

Cenab-ı Hakkın, element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmanın, insanlarca taklit edilmesi mumkun değildir. HĂ‚lbuki onun yapılmasında kullanılan elementleri, insanların da kullanabilmeleri imkĂ‚n dĂ‚hilindedir. İnsanların bir guneş yapmaları ve duha vaktini getirmeleri mumkun olmadığı gibi “veşşemsi ve duhĂ‚ha” (guneşe ve duhĂ‚ vaktine yemin olsun ki) ayetinin benzerini getirmeleri de mumkun değildir.

Kur’an’da ki ifadenin guzelliği ve manaların meziyetini taklit etmek, beşerin kuvvetinin ustundedir ve taklit edemezler. Zira Kur’an-ı HĂ‚kimin cumleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda, on belagat nuktesi ve on munasebet bulunur. Mesela, nasıl ki, nakışlı ve suslu bir sarayda, muhtelif nakışların duğumu hukmundeki bir taşı, butun nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, butun o duvarı nakışlarıyla bilmeye bağlıdır. Butun duvarı, nakışlarıyla bilemeyen, o duvara bir nakşı ilave edemez. Eğer etse, guzelliğini bozar.

Hem nasıl ki, insanın başındaki gozu, yerine yerleştirmek, butun cesedin munasebetlerini, acayip vazifelerini ve gozun o vazifelere karşı vaziyetini bilmekle olur. Oyle de Kur’an’ın kelimelerinde pek cok muhtelif munasebetler ve diğer ayetlere, cumlelere bakan cok vecihler ve alakalar vardır. Hatta harflerden mana cıkarıp acıklayan Ă‚limler bir Kur’an harfinde bir sayfa kadar sırrı beyan ederek bu hakikati ispat etmişlerdir.

İşte insanın sozlerinde Kur’an kelimeleri gibi kelimeler belki cumleler olabilir. Fakat Kur’an’da ki o kelimeler ve cumleler, diğer kelime ve cumlelerle cok munasebetler icindedir. Beşer ise, sozunde bu tur munasebetleri gozetmekten acizdir.

Bu yuzden Kur’an’ın mislini getirmek mumkun değildir. Şimdi bu hakikatin binlerce numunesinden bazı misalleri beyan edelim ki, Kur’an’ın mislini getirmenin mumkun olmadığı, iki kere iki dort eder katiyetinde anlaşılsın.

Kur’an’ın Nazmındaki Cezalet Harikadır.

Kur’an’ın nazmında bir cezalet, yani ayetlerin tertip ve duzeninde bir guzellik vardır ki, beşer sozunde bu guzellik bulunmaz. Bu guzelliğin binlerce numunesi Kur’an’da mevcuttur. Bizler iki misalle Kur’an’ın nazmındaki guzelliği gostereceğiz:

1- وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ

“Andolsun, onlara rabbinin azabından bir esinti dokunmuş olsa.” (Enbiya: 46)

Allah-u Teala bu ayette, azabın dehşetini gostermek icin, en azının şiddetli tesirini gostermek ister. Yani “bırakın azabın dokunmasını, azabın bir esintisi bile dokunsa onlara yeter.”

Demek ki ayet, azabın bir parcasını ifade ediyor ve buyuğunu duşundurmekle tehdit ediyor.

İşte Kur’an’ın nazmındaki guzelliğe bakın ki, ayetin butun kelimeleri o azlığa bakıp, manaya kuvvet verecek şekildedir;

Lein lafzı; Arapca’da teşkik yani şuphe edatıdır. Şuphe ise azlığı ifade eder.

Mess lafzı; “azıcık dokunmak” manasındadır ki, yine azlığı ifade eder.

Nefhatun lafzı; bu kelimenin manası “bir esinti, bir kokucuk” olup azlığı ifade ettiği gibi, sîgası da “bir”e delalet eder. Demek bu lafız hem mana hem sîga cihetiyle azlığa işaret eder.

Min lafzı; Arapca da “teb’iz” edatıdır, “bir parca” demektir. Demek bu edat da azlığı ifade eder.

Rabbike lafzı; Allah bu ayette kendisini “rab” ismiyle beyan buyurmuş. Bu isim, kahhar (kahreden), cebbar istediğini mutlak yapan azamet sahibi), mûntakim (intikam alan) isimlerine bedel, yine şefkati ve merhameti hissettirmekle, azlığa işaret ediyor. Allah, diğer isimlerinden birini burada zikir edebilecek iken ayetin umum manası “az bir azaptan” bahsettiği icin azlığı ifade edecek rab ismiyle beyan buyurmuştur.

Ayet bu butunluk ile şu manayı ifade eder “bu kadar az bir azap boyle tesirli ise, azabın kendisi ne kadar dehşetli olur kıyas edin,”

İşte gorduğunuz gibi ayette gecen her kelime manaya kuvvet verecek şekilde gelmiştir. Adeta her bir kelime kendi lisanıyla umum manaya kuvvet verir ve onu takviye eder. Beşer sozunde ise boyle ince nukteler olmaz.

Şimdi oyle bir cumle kuracaksınız ki, kısa olsun, uc kelimeden oluşsun ve bu uc kelimede yedi farklı hukum olsun. Ve kelimenin her bir hecesi bu manalara kuvvet versin.

Boyle bir cumle kurmak, beşerin kuvvetinin ustundedir. Beşerin en dĂ‚hi edipleri bile bunu yapamamıştır. Nerede kaldı ki bunu ummî olan, okuma yazma bilmeyen bir zat yapabilsin?

Şimdi ikinci misalimiz:

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

“Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.” (Bakara: 3)

Sadakanın ve zekĂ‚tın kabulu icin bazı şartlar vardır ki, bu ayet, bu kısa ifadesiyle butun bu şartları beyan eder:

1- Sadakayı vermekte israf etmemek ve sadakaya muhtac olacak şekilde sadaka vermemek: Bu manayı ayetin başındaki “mimmĂ‚” lafzındaki “min” ifade eder. “min” teb’iz edatı olduğundan azlığı ifade ederek, butun malın sadaka olarak verilmemesi ve sadakaya muhtac olunmamasını beyan eder.

2- Başkasından alıp, başkasına vermek değil, kendi malından vermektir: Bu şartı da “mimmĂ‚” lafzının takdimi yani ayetin başında gelmesi ifade ediyor. Yani “size rızık olandan veriniz, başkasının rızkından değil”

3- Sadakayı verirken başa kakmamak ve minnet beklememektir: Bu şarta “razeknĂ‚” (biz rızık verdik) lafzı işaret eder. Yani “ben size rızkı veriyorum. Rızkın sahibi benim. Sizler benim malımdan, benim kuluma vermektesiniz. Bundan dolayı başa kakmaya ve minnet beklemeye hakkınız yoktur.”

4- Fakirlik korkusuyla sadaka terk edilmemelidir: Bu manayı “razeknĂ‚” daki “nĂ‚” işaret eder. Rızkın “nĂ‚” ya isnadı fakirlikten korkulmamasına işaret eder. Yani “biz verdik, bizim ise hazinelerimiz bitmez ve vermekle tukenmez.”

5- Sadaka oyle adama verilmeli ki, nafakasını ve gecimini temin etsin, yoksa zevke, eğlenceye ve haram şeylere sarf edenlere sadaka olmaz. Şu şarta “yunfikûn” lafzındaki “nafaka” ifadesi işaret eder. Zira nafaka, gecim icin luzumlu olan şey manasındadır

6- Sadaka sadece mala munhasır değildir, ilimle, fiille, soz ile nasihat ile de olur: Bu manaya “mimmĂ‚” lafzındaki “mĂ‚” ile, rızkın mutlak bırakılması yani rızık turunun belirtilmemesi işaret eder. Zira turunun belirtilmemesi, butun rızıkları icine alır.

7- Sadaka Allah namına verilmelidir: Bu şartı da “razeknĂ‚” ifade ediyor. Yani “mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”

İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cumlede, sadakanın 7 şartına birden işaret edilmiş.

Ayetteki kelimeler bu şartları beyan edecek şekilde secilmiş. HĂ‚lbuki beşer boyle ince nukteleri kelamında duşunemez.

Kur’an’ın nazmındaki guzelliği beyan edebileceğimiz yuzlerce ayet var. Bizler bu bahsi bu iki misalle kapatarak Kur’an’ın manasındaki belagatın ne kadar harika olduğu bahsine geciyoruz.

Kur’an’ın Manasında Ki Belagat Harikadır.

Kur’an’ın manasındaki belagat yani sozu, yerinde, etkili ve en guzel bir şekilde ifade etmesi o kadar harikadır ki, taklidi mumkun değildir. Ve beşer sozu olmadığının delilidir.

Bizler iki misal ile Kur’an’ın manasındaki belagatı zevk ettireceğiz. Diğer ayetlerin manalarında ki kuvvet, belagat ve ulvi ifade bunlara kıyas edilebilir.

Misal:

سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Goklerde ve yerlerde olan her şey Allah’ı tesbih eder. O azizdir ve hakîmdir.” (Saf: 1)

Bu ayetin manasındaki belagatı zevk etmek istersek, kendimizi, Kur’an’ın nuru inmeden evvel, cahiliyet asrında farz edelim.

Goruruz ki, ; her şey cehalet karanlığı ve gaflet perdesi altında olu, cansız, vazifesiz, şuursuz, perişan olarak, şu boş ve ıssız fezada ve kararsız ve fani bir dunya da bulunuyor. Kufrun gozuyle kĂ‚inat; manasız, kıymetsiz ve tesadufun oyuncağı.

İşte boyle bir zamanda Kur’an, “Yerde ve gokte her şey Allah’ı tesbih eder” ayetiyle, kĂ‚inatın ustunde ve dunyanın yuzunde oyle bir perde actı ki, bu kĂ‚inatı bir mescit hukmune getirdi. Başta gokyuzu ve yeryuzu olarak, icindeki butun varlıklar bu mescitte zikir ve tesbihte, ve vazife başında coşup taşarak, mesut ve memnun bir vaziyette bulunuyorlar.

Adeta o olu, perişan ve vazifesiz zannedilen mevcudat “sebbeha” (tesbih ediyorlar) sedasıyla, ayeti dinleyenlerin zihninde diriliyor, uyanık oluyor ve kıyam edip zikrediyor.

Ve ayetin manasındaki ulviyet ile gokyuzu sanki bir ağız, yıldızlar o ağzın hikmetli kelimeleri ve yeryuzu bir baş, deniz ve karalar o başın dilleri ve butun hayvan ve bitkiler ise, o dilin, cok tesbih eden kelimeleri suretinde gozukur.

2. Misal:

Rahman suresi 33 ve 36. ayetler arası:

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ* يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِّن نَّارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنتَصِرَانِ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

“Ey cin ve insan toplulukları! Goklerin ve yerin cevresinden gecmeye gucunuz yeterse gecin gidin. Allah'ın verdiği bir guc olmadan gecemezsiniz. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Uzerinize ateşten alev ve duman gonderilir, kendinizi savunamazsınız. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.”

İmtihan sırrından dolayı insanlara ve cinlere, kotuluğu, fenalığı ve inkĂ‚rı tercih etme izni verildiğinden, nihayetsiz bir inat ve inkĂ‚rda bulunabilirler. Ve kendilerini yoktan var eden Allaha duşman olurlar.

İşte bunun icin Kur’an-ı Kerim oyle belagatlı ve yuksek bir uslupla hitap eder ki, cinleri ve insanları, mananın kuvvetiyle isyandan ve azgınlıktan sakındırır. Okuduğumuz ayetin manasına kulak vererek bu belagata şahit olalım:

“Ey acz ve kucukluğu icinde gururlu ve hakka karşı direnen ve zaaf ve fakirliği icinde asi ve inatcı olan insanlar ve cinler! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse mulkumun sınırlarından cıkınız.

Nasıl cesaret edersiniz ki;

Oyle bir sultanın emirlerine karşı gelirsiniz ki, yıldızlar, aylar, guneşler itaatkĂ‚r askerler gibi emirlerine boyun eğerler.

Hem azgınlığınız ile oyle celal sahibi bir hĂ‚kime karşı mucadele ediyorsunuz ki, O’nun oyle azĂ‚metli, itaatkar askerleri var ki, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi gullelerle taşlarlardı.

Hem inkĂ‚rınızla oyle celal sahibi bir mĂ‚likin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, Onun askerlerinden oyleleri var ki, değil sizin gibi kucuk, aciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve yer buyukluğunde birer kafir duşman olsaydınız, dağ ve yer buyukluğundeki yıldızları, ateşli demirleri size atabilir ve sizi dağıtabilirlerdi.

Hem oyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla oyleleri bağlıdır ki, eğer luzum olsa dunyanızı yuzunuze carpar, gulleler hukmundeki yıldızları ustunuze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”

Diğer ayetlerin manalarındaki kuvvet ve belagatı ve ayetlerin ifadesindeki ulviyeti bunlara kıyas edelim.

Peygamber efendimiz (S.a.v.) ummî idi. Yani okuma yazma bilmezdi. Kur’an-ı Kerim efendimizin ummîliğini Ankebut suresi 48. ayette şoyle ifade eder: “Sen bundan once ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Oyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”

İşte efendimiz bu ayetin de beyanıyla bir harf bile yazmamıştır.

Acaba boyle ulvi ifadelerin ummi olan yani okuma yazma bilmeyen bir zattan cıkması hic mumkun mudur?

Kur’an’ın Uslubundaki BedĂ‚et Harikadır.

Kur’an’ın uslubundaki bedĂ‚et yani ifade tarzındaki guzellik hayret vericidir. Uslubu hem harikadır, hem ikna edicidir. Hicbir şeyi ve hic kimseyi taklit etmemiş, hic kimse de onu taklit edememiştir. Kur’an’ın ifade tarzındaki guzelliği ve harikalığı anlamak istersek, Kur’an ayetlerinin tamamına muracaat etmek gerekir. Biz sadece birkac misal ile bu bahsi izah edeceğiz.

Mesela bir kısım surelerin başında şifre misal “Elif lam mim” ,“elif lam rĂ‚” ,“tĂ‚ hĂ‚”, “yĂ‚sîn” gibi mukattaa harfleri zikir edilmiş. Şimdi, bu harflerin icazından kısa bir bolumu beyan edeceğiz. Bununla, Kur’an’ın beyanındaki guzelliği ve harikalığı bir derece gorebiliriz:

1- Hece harflerinin adedi; sakin elif sayılmamak kaydıyla 28’dir. Kur’an’da, surelerin başında, bu harflerin yarısı zikir edilmiş, yarısı terk edilmiştir.

2- Kur’an’ın aldığı yarım, terk ettiği yarıma kıyasla daha fazla kullanılan harflerdir.

3- Telaffuzu lisana daha kolay olan “elif lam mim”, diğer harflere kıyasla daha cok tekrar edilmiştir.

4- Kur’an’da gecen bu harfler, hece harflerinin sayısı kadar surelere boluşturulmuştur. Yani 28 hece harfinden on dort’u alınmış ve bunlar 28 surenin başında zikir edilmiştir

5- Hece harfleri mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi kısımlara ayrılır. Kur’an bu kısımların her birisinden, yarısını almıştır.

6- Eşi olmayan “evtar” denilen harflerden ise, hafifinden cok, ağırından azını almıştır.

Kur’an’ı Kerim’in surelerinin başında gecen mukattaa harflerinin bu şekilde zikri; 504 ihtimalden bir ihtimaldir. Ve secilen şu yoldan başka hicbir yol ile bu tasnif mumkun değildir.

Adeta Kur’an, sadece bu harflerin dizilişindeki harikalığı gostererek bile duşmanlarına meydan okuyor ve diyor ki:

“Benim mislim bir kitap getiremiyorsunuz, o halde sadece bu harflerden bir benzer yapınız, lakin bunu da yapamazsınız”

Kur’an’ın uslubunda oyle bir guzellik vardır ki, Mekkeli muşrikler, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) peygamberliğini inkĂ‚r etseler bile, bu uslubun guzelliğinden, geceleyin gizlice Efendimiz (S.a.v.) in evinin etrafına gider ve Kur’an’ı dinlerlerdi. Birbirlerine rast geldiklerinde ise bunu kimseye soylememek uzere karşılıklı yeminleşirlerdi.

Kur’an’ın uslubu adeta mıknatıs gibi onları kendine cekerdi. Onlar bile Kur’an’ın uslubundaki bu guzelliği inkĂ‚r edememiş, ancak bu guzelliğe “Bu bir sihirdir” demişlerdir.

Aslında Kur’an’ın uslubundaki bu guzelliği anlamak icin cok Arapca bilmeye ihtiyac bile yoktur. Hatta hic Arapca bilmese bile, insaflı bir kulak sahibi, Kur’an’ın uslubundaki bu guzellik karşısında hayret secdesine kapanır. İşte birkac numuneye bakalım! Bu emsalsiz ifadenin bir beşer sozu olması hic mumkun mu?

“Guneş katlanıp durulduğunde, yıldızlar kararıp dokulduğunde, dağlar sallanıp yurutulduğunde, gebe develer salıverildiğinde, vahşi hayvanlar hasredildiğinde, denizler kaynatıldığında, nefisler birleştiğinde, diri diri gomulen kızlara “sucunuz neydi” diye sorulduğunda, defterler getirilip acıldığında, gokyuzu kazınıp yerinden oynatıldığında, cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yakınlaştırıldığında, her kişi ne hazırladığını bilir” (Tekvir: 1-14)

“Gokyuzu yarıldığında, yıldızlar dokulduğunde, denizler birbirine katıldığında, kabirler deşildiğinde her nefis ne gonderdiğini ve neyi geride bıraktığını anlar. Ey insan! seni rabbine karşı azdıran nedir? HĂ‚lbuki o seni yoktan yarattı, seni duzgun ve endamlı kıldı ve sana adaletle muamele etti.” (İnfitar: 1-8)

İşte Kur’an’ın uslubundaki şu guzelliğe şahit ol, hic mumkun mudur ki, bu harika uslup, ummi olan, okuma yazma bilmeyen bir zatın malı olsun? HĂ‚şĂ‚! Asla olamaz.

Hem Efendimizin sozleri olan Hadis-i şeriflerdeki ifade tarzı ile Kur’an’ın uslubu arasında bariz fark vardır. İkisi birbirine benzemez. Hatta Kur’an’ın uslubuna azıcık Ă‚şinalığı olan birisi bile bu farkı fark eder. Kendisine, Kur’an’dan başka bir şey okunduğunda; “bu, Kur’an’ın ifadesine benzemiyor” der.

İşte hadisler ile ayetlerin arasındaki ifade tarzının farklılığı ve Kur’an’ın uslubunun harikalığı ve bu ifade tarzının beşer tarafından taklit edilemeyişi ispat eder ki; Kur’an Allah’ın kelamıdır.

Kur’an’ın Lafzındaki Fesahat Harikadır.

Nasıl ki Kur’an’ın manalarında bir guzellik vardır. Beşer taklit edemiyor. Aynen oyle de Kur’an’ın lafzında yani kelimelerinde de bir guzellik ve bir selĂ‚set vardır ki taklidi mumkun değildir.

SelĂ‚set: okunuşunun kolay ve akıcı olması ve ahenkli bir ifadenin bulunmasıdır. SelĂ‚setin varlığına şunlar delildir:

1- Okunduğunda usandırmaması; Evet Kur’an ayetleri binler defa tekrar edilse yine usandırmıyor, aksine lezzet veriyor.

2- Kur’an’ın kelimelerindeki kusursuzluğa ve selasete, belagatın dahi Ă‚limleri şahittir. Malumdur ki, bir fende ve sanatta, munakaşaya sebep olan bir meselede, o fen ve sanatın dĂ‚hilerinin sozu gecer. En buyuk bir mimarın sozu, kucuk bir hastalığın keşfinde, kucuk bir doktor kadar gecmez ve sozunun, onun sozu kadar kıymeti yoktur.

O halde madem konumuz Kur’an’ın kelimelerindeki mukemmellik ve akıcılıktır. Elbette belagat ve edebiyatın dahi Ă‚limlerinin sozu, bu fenden olmayan binlerce insanın sozune tercih edilir. İşte o dĂ‚hilerden Zemahşeri, SekkĂ‚ki, AbdulkĂ‚hir CurcĂ‚ni gibi Ă‚limler Kur’an’ı harf harf tetkik etmişler ve kelimelerindeki selĂ‚sete hayran olarak, bu selaseti beyan ve ispat etmişlerdir.

3- SelĂ‚setin varlığına; kucuk bir cocuğun hafızasına kolayca girmesi ve ona ağır gelmemesi delildir. Kucuk bir cocuk kendi lisanında olan bir şiiri bile ezberleyemez iken 600 sayfalık Kur’an’ı kolayca ezberleyebiliyor. Bu, selasetten başka ne ile izah edilebilir?

4- Hem en hastalıklı, az bir sozden rahatsız olan kulağa, nahoş gelmiyor, hoş geliyor. O hasta, Kur’an’ı dinlerken teneffus ediyor. Bu da Kur’an’ın ifadesindeki akıcılığa delildir.

5- Kur’an, olum sekerĂ‚tında olanın damağına şerbet gibi oluyor, ona leziz geliyor.

6- Kur’an’ın duşmanları dahi selasetine hayran olmuşlardır. Hatta Kureyşin reislerinden Ă‚lim bir zat, muşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek icin gonderilmiş. O da gitmiş ve dinlemiş. Ve donduğunde demiş ki: “Şu kelamın oyle bir tatlılığı var ki, insan sozune benzemez. Ben şairleri, kĂ‚hinleri biliyorum. Bu, onların sozlerine hic benzemez. Olsa olsa bize tabi olanları kandırmak icin buna sihir demeliyiz.” İşte, Kur’an’ı kerimin ifadelerine, en inatcı duşmanları bile hayran oluyorlar.

Şimdi Kur’an’ın kelimelerindeki harika fesahate ve selasete yani ifadelerinin duzgun ve okunuşunun kolay ve akıcı oluşuna, binler numuneden bir numuneyi misal olarak beyan edelim.

ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ

(Al-i İmran: 154)

İşte şu ayette butun hece harfleri mevcuttur. Buna rağmen selĂ‚set ve akıcılık bozulmamış. Okunması dile zor gelmiyor. Hem şu mucizeliğe dikkat edelim:

1- Hece harflerinden “yĂ‚” ile “elif”, en hafif ve birbirine donuştuğu icin iki kardeş gibi 21 kere tekrar edilmiş.

2- “mim” ile “nun” birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine gectiği icin her birisi 33’er defa zikir edilmiş.

3- “sin” “şın” “sad” mahrecce, sıfatca, sesce kardeş oldukları icin her biri ucer defa zikredilmiş.

4- “ayın” “gayın” kardeş oldukları halde “ayın” daha hafif “gayın” daha ağır olduğundan “ayın” 6 defa “gayın” onun yarısı kadar 3 defa zikir edilmiş.

5- “zel” “zı” “tı” ve “zı” mahrecce, sıfatca, sesce kardeş oldukları icin her birisi 2’şer defa zikredilmiş.

6- “lam” ile “elif” beraber ikisi “lamelif” suretinde birleştikleri icin ve “elif”in “lamelif” suretinde hissesi “lam” ın yarısıdır. Onun icin “lam” 42 defa, “elif” onun yarısı kadar, 21 defa zikredilmiş.

7- “hemze” “he” ile mahrecte kardeş oldukları icin “hemze” 13, “he” bir derece hafif olduğu icin on dort defa zikir edilmiş.

8- “fe” “kaf” “kef” harfleri kardeş oldukları icin ve “kaf”ın bir noktası fazla olduğundan “kaf” 10, “fe” 9 “kef” 9 defa zikredilmiş. Ve yine “be” harfi noktalı olduğundan 9 kere, “te” ise derecesi 3 olduğu ve alfabenin ucuncu harfi olduğu icin 9 artı 3 toplam 12 defa zikir edilmiş.

9-“ha” “hı” “se(peltek)” ve “dad” harfleri ağırlıklarından dolayı sadece birer defa zikredilmiş

10- “vav”; “he” den ve hemzeden daha hafif, “ye” den ve “elif”ten daha ağır olduğu icin 17 defa; ağır hemzeden 4 derece yukarı, hafif eliften 4 derece aşağı zikir edilmiştir.

İşte şu harflerin bu harika ve muntazam vaziyetleri iki kere iki dort eder derecesinde ispat eder ki; bu soz Allah’ın sozudur.

Beşerin haddine değildir ki şu vaziyeti yapabilsin. Tesaduf de imkĂ‚nsızdır ki, ona karışabilsin.

Hem madem harflerinde bile boyle intizam gozetilmiş, elbette kelimelerinde, cumlelerinde, manalarında oyle esrarlı bir intizam gozetilmiştir ki; goz gorse “maşallah”, akıl anlasa “bĂ‚rekallah” diyecektir.

Kur’an’ın Beyanındaki Beraat Harikadır.

Kur’an’ın beyanındaki beraat yani ifadesindeki ustunluk ve haşmet harikadır. Evet, Kur’an-ı Kerim, ifade ceşitlerinden ve hitap derecelerinden olan:

Tergib; yani şevklendirme ve umitlendirme,

Terhib; yani korkutma,

Medih ve zemm; yani ovme ve yerme,

İfham ve talim; yani bildirme ve oğretme ve

İspat ve irşad gibi, beyanın ve ifadenin butun mertebelerinde emsalsizdir.

Mesela teşvik makamının yuzlerce misallerinden sadece İnsan suresine bakalım. Orjinali okumayı veya dinlemeyi tavsiye ederek, sadece malinin bile Nasıl kevser suyu gibi hoş, selsebil suyu gibi tatlı olduğunu gorelim:

“İyiler ise kĂ‚fur katılmış bir kadehten icerler. Bu Allah’ın has kullarının ictikleri ve istedikleri yere akıttıkları bir pınardır.

Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lutfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak, ne yakıcı bir sıcak gorulur, ne de dondurucu bir soğuk. Cennet ağaclarının golgeleri uzerlerine sarkar. Kolayca koparılan meyveler istifadelerine sunulur.

Yanlarında gumuş kaplar ve billur kĂ‚seler, gumuşî beyazlıkta şeffaf kupalarla dolaşılır ki, cennet sakinlerine, iştahları olcusunce tayin ve takdir ederler. Orada onlara bir kĂ‚seden icirilir ki, bu şarabın karışımında zencefil vardır.

Bu şarap orada bir pınardır ki adına sel sebil denir. O insanların etrafında oyle olumsuz genc hizmetciler dolaşır ki, onları gorduğunde, kendilerini, etrafa sacılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak nimet ve ulu bir saltanat gorursun. Uzerlerinde yeşil renkli, ince ve kalın elbiseler vardır. Gumuş bilezikler takınmışlardır.

Rableri onlara tertemiz bir icki verir. Onlara şoyle denir: bu, sizin icin bir mukĂ‚fattır. Sizin gayretiniz, karşılığını bulmuştur” (İnsan: 5-22)

Ve şimdi de korkutma ve tehdit makamının onlarca misalinden sadece GĂ‚şiye ve Duhan surelerine bakalım ve bu makamda dahi Kur’an’ın hitabının emsalsiz olduğuna şahit olalım:

“GĂ‚şiyenin haberi sana geldi mi?

O gun bir takım yuzler alcalır, durmadan calışır ve yorulur, kızgın ateşe atılır, kaynar su akıtan pınardan icirilir, onlar icin yemek yoktur.

Ancak onlara, gıda olmayan ve aclığı da gidermeyen kuru dikenden yapılmış bir yiyecek verilir.” (Gaşiye: 1-7)

“Şuphesiz hukum gunu, hepsinin bir arada buluşacağı gundur. O gun, dostun dosta hicbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.

Zakkum ağacı gunahkĂ‚rların yemeğidir. Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarında kaynar. Kaynar suyun kaynaması gibi.

Allah, zebanilere emreder: Tutun onu, cehennemin ortasına surukleyin, sonra azap olarak ustune kaynar su dokun ve deyin ki; tat bakalım, cunku sen kendince ustundun ve şerefliydin.

İşte muhakkak ki bu, şuphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 40-50)

Ve medih makamında dahi Kur’an’ın emsalsiz olduğunu anlamak icin başlarında “Elhamdulillah” (Allaha hamd olsun) ifadesi olan surelere bak ve gor ki, Kur’an’ın ifadeleri guneş gibi parlak, yıldız gibi ziynetli, gokyuzu ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dunya da yavrulara rahmet gibi şefkatli ve ahirette cennet gibi guzeldir:

Medih makamında, Kur’an’ın beyanlarına hicbir beşer sozu yetişemediği gibi, Sakındırma ve men etme makamında da Kur’an’ın ifadesi eşsizdir. İşte bu makamın binler misallerinden bir misal:

أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا

“Sizden birisi olmuş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı” (Hucurat: 12)

İşte bu ayet gıybet etmeği yani: Başkasının hakkında, o kişinin bulunmadığı bir yerde, işittiğinde hoşlanmayacağı bir şekilde konuşmayı, şu kısacık ifadesiyle 6 derece kotuler ve şiddetle yasaklar şoyle ki:

1-Ayetin başındaki “hemze”, hayret ifade eden bir soru edatıdır. Bu kelimeler, cumlenin butun kelimelerine girer. İşte birinci “hemze” ile der: hayret, soru ve cevap mahalli olan aklınız yok mudur ki, bu derece cirkin bir işi anlamıyor?

2- “Yuhibbu” (hoşlanır) lafzı ile der, “acaba, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en nefret edilen bir işi sever”

3- “Ehadukum” (Sizden biri) kelimesiyle der ki: “cemaatten hayatını alan, sosyal hayat ve medeniyetiniz ne olmuş ki boyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder”

4- “En ye’kule lahme” (etini yemek) kelamıyla der: “insaniyetiniz ne olmuş ki, boyle canavarcasına, arkadaşınızı dişle parcalamayı yapıyorsunuz”

5- “Ehîhi” (kardeşi) kelimesiyle der, “hic kendi cinsinize karşı şefkat duygusu yok mu ki, cok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun manevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz.

6- “Meyten” (olmuş olan) kelimesiyle der: vicdanınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, olmuş kardeşine karşı etini yemek gibi en cirkin bir işi yapıyorsunuz”

Demek gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve kendi soyunu sevmek cihetiyle kotulenmiştir. İşte bak, şu ayet nasıl her kelimesiyle 6 mertebede gıybeti kotulemekle, menetme makamında dahi emsalsiz olduğunu ispat ediyor.

Hem Kur’an’ın ispat makamında da emsali yoktur. İşte bu makamın yuzler misallerinden bir misal:

فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Allah’ın rahmet eserlerine bakınız, olumunden sonra yeryuzunu nasıl diriltmektedir. Şuphesiz O, oluleri de gercekten diriltecektir. O her şeye gucu yetendir” (Rum: 50)

Bu ayet, oldukten sonra dirilmeyi ispat etmek icin oyle bir tarzda beyan eder ki, bunun ustunde beyan olamaz.

Şoyle ki; her bahar mevsiminde, yeryuzunu diriltmek keyfiyetinde, kışın olen mahlûkları, yazın tekrar iade etmekle, oldukten sonra dirilmenin numunelerini insana gosteriyor ve diyor ki:

“Bunları boyle yapan zata, kıyamet ve oldukten sonra diriltme ağır gelmez, şu zeminin yuzunde yuz binler ceşit canlıları; beraber, birbiri icinde, hatasız ve kusursuz icat eden zata ne ağır gelebilir ki?”

İşte Kur’an, oldukten sonra dirilmeyi, kışın olup, yazın dirilen bitkileri ve hayvanları gostermekle ispat eder. Ve ispat makamında dahi emsalsiz olduğunu ilan eder.

Kur’an’ın, ispat makamında eşi olmadığı gibi, irşad, yani “doğru yolu gosterme, aklı ve kalbi ikna edici ve tesirli sozlerle gafletten uyandırıp hidayet yoluna ulaştırma” makamında da eşi yoktur.

Kur’an’ı okuyarak gafletten kurtulan ve hidayet bulan yuz milyonlar buna şahittir. Hatta bazen, en azgınları bile, bir ayetiyle irşad eder. Onları tovbe kapısına sevk eder.

Amma ifham ve talimde yani anlatma ve oğretme makamında Kur’an’ın beyanı o kadar harikadır ki, en basit bir insan bile onun ifadesiyle en derin bir hakikati kolayca anlar.

Evet, nasıl ki, bir cocuk ile konuşulsa, cocukca tabirler kullanılır, oyle de, Kur’an da, muhatabın derecesine gore konuşur, en buyuk Ă‚limlerin fikirlerinin yetişemediği derin ve ince hakikatler ve sırlar, bir kısım temsiller ve teşbihler ile en cahil kimseye bile ifade edilir.

Kur’an’ın manaları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, kucucuk ve basit akılları da ihmal etmez, onları da aynı sozlerle tatmin eder. En Ă‚lim ile en cahil, omuz omuza, diz dize vererek Kur’an’ın dersini dinler ve istifade eder. Her kalp ve her akıl o sofradan gıdalarını bulur. Şu makama misal istersen Kur’an baştan sona bu makamın misalleridir.


Kaynak
__________________