Dindarlığın, nazarî planda, dinî dusturlara şu veya bu olcude saygılı olmaktan dini kabullenip ona sahip cıkmaya; amelî planda da dini yaşamaktan onu hayata hayat kılmaya kadar değişik mertebe ve dereceleri vardır. MeselĂ‚ bazıları bir ilmihal bilgisi seviyesinde inanılması gerekli olan hususlara inanır ve o olcude ibadet u taatlerini yerine getirirler. Kimileri ise, hem nazarî hem de amelî planda dini daha engince ele alır, bu yaklaşımla onun emrettiklerine ittiba edip nehyettiklerinden uzak dururlar. Oyle ki bunlar haramlardan ictinap etme ve farzları edanın yanında, harama duşme endişesiyle şupheli şeylere karşı dahi tavır alır, hayatlarını surekli takva mulĂ‚hazasına bağlı goturmeye calışırlar. Dini daha şuurluca yaşayanlar ise ibadet u taatlerini her zaman CenĂ‚b-ı Hakk’ın teftiş ve takdirine sunuyor gibi eda eder, hayatlarını hep ihsan şuuru icinde yaşarlar. Bu acıdan dindarlığın seradan Sureyya’ya kadar cok farklı mertebeleri vardır. Bu arada şunu ifade edelim ki, dindarlık ilk mertebesiyle dahi kesinlikle hafife alınmayacak olcude insan icin hayatî derecede bir kıymete sahiptir.
Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin olculerine muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı, yakın cevresi icinde, gozunun icine bakan ve etrafında halkalanan insanların dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet gostermek, duyarlı olmak ve olesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet, bir hak dostunun:
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sozumuz cumle heman kıssa-i cĂ‚nĂ‚n olsa..!” (Taşlıcalı Yahya)
mısralarıyla seslendirdiği arzu ve iştiyakla hayatını surdurmektir.
“Keşke Gonullerde Allah Sevgisini Tutuşturabilsem!”
Dinî hassasiyet sahibi bir mu’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve duşuncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gonullerinde Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke onlar ellerini her kaldırdıklarında:
اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيـَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّـتَـكَ وَمَعِيَّـتَكَ وَحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَنُصْرَتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ
“Allah’ım! Senden, Senin yuce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccuhunu, ilĂ‚hî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yuce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gozetmeni… istiyorum!” diye CenĂ‚b-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak olcude O’na yakın olsalar.
Boyle bir hassasiyete sahip olan bir mu’min derecesine gore sadece yakın cevresine değil, belki butun bir ulke halkına, hatta butun bir insanlığa bu ufku taşıyabilmenin, herkeste boyle bir heyecan uyarabilmenin hesabını yapacaktır. Onun derdi ve davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-EnĂ‚m’ın nam-ı celîli anıldığı zaman burunların kemikleri sızlayacak olcude herkesin delice Efendiler Efendisi’ni (aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m) sevmesini sağlamaktır. Diğer yandan o, insanların kaymaları, duşmeleri ve surcmeleri karşısında ızdıraptan iki buklum hĂ‚le gelir ve “Acaba, insanları mezelle-i akdam noktalardan uzak tutabilmek adına daha ne yapabilirim, ne yapmam gerekir?” diyerek oturup kalkıp bu mevzuda stratejiler uretme gayreti icinde olur. HĂ‚sılı o, toplumu irşat etme, kaymaları onleme, dinden kopup gitmelerin onune gecme istikametinde fevkalade hassas ve duyarlı bir hayat yaşar.
Başkalarını Diriltme Hassasiyeti
Bu istikamette o, ruh u revan-ı Muhammedî’nin (sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem) sadece kendi ulkesinin minarelerinde şehbal acmasını yeterli bulmaz; bunun otesinde “Benim adım guneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” hadis-i şerifini kendisi icin bir hedef, bir ufuk olarak gorur ve hayatını bu gayeye bağlı goturmeye calışır. Bu ufkun peşinden koşarken de o, hicbir zaman kendi darlığına takılmaz, “Benim gibi bir adam ne yapabilir ki?” demez; “Allah kucuklere buyuk işler gordurur” mulahazasıyla her zaman azimli, her zaman gayretli davranır ve hep sorumluluk ruhuyla hareket eder. O, “Bir yerde imanla dolu bir sine varsa, o sine, bir yolunu bulup oradaki butun gonullere ruhunun ilhamlarını duyurabilir.” anlayışına sahiptir. Evet, bilinmesi gerekir ki, eğer bir insanın himmeti butun bir millet olursa, Allah, butun bir milletin yapabileceği işi o şahsa yaptırır. Hazreti İbrahim’e ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfu elfi salĂ‚tin ve selĂ‚m) yaptırdığı gibi boyle ulvî bir misyonu o insana da muyesser kılar.
İşte butun bunlar, dindar olmanın otesinde dinî hayatta fevkalade hassas olmanın ifadesidir. Diğer bir tabirle buna, başkalarını diriltme ve ihya etme hassasiyeti de diyebilirsiniz. Bu acıdan denilebilir ki, dindarlıkla dinî hassasiyet birbirinden farklıdır. Ancak bunların hemhudut oldukları yerler de vardır. Dindarlığın son hududu olan, şupheli şeylerden sakınma, kacırdığı bir namazdan dolayı kendini Ă‚deta cinayet işlemiş bir mucrim gibi gorme ve boyle bir hassasiyet ufkunda memur olduğu şeyleri kusursuz bir şekilde kemal-i hassasiyetle yerine getirme, aynı zamanda; Allah’ın emrettiği fiilleri işlediği zaman tahdis-i nimet mulĂ‚hazasıyla bundan inşirah duymanın yanında, “İnşallah işin icine riya karıştırmamışımdır, inşallah onu sum’a ile kirletmemişimdir!” endişesini taşıma gibi hususlar, dinî hassasiyetin de başlangıcı demektir. Cunku bu enginlik ve derinlikte hassasiyete sahip olan bir mu’min, boyle bir hassasiyetin gereği olarak duyup hissettiklerini başkalarına da duyurmak, mazhar olduğu nimetleri başkalarına da ulaştırmak ister.
Oncelikle Benlik Âbidelerimizi Yerle Bir Edelim
Bu ufkun insanları, daha ziyade muzdarip dimağlardır. Bunlar otururken kalkarken hep mefkûrelerini duşunur, onun fikir cilesini cekerler. Hatta –bağışlayın– ıtrahat esnasında bile, zihnî aksiyonlarını devam ettirir, yeni yeni duşunceler uretir ve akıllarına gelen bu duşunceleri ilk fırsatta hemen bir yere kaydeder, kaydetme fırsatı bulamadıklarında ise, daha sonra değerlendirmek uzere onları kafalarının noronlarına yerleştirirler. Dava ızdırabı, bu muzdarip ruhları, bazen namazda sehiv yaşatacak olcude sarar. Terminolojide boyle bir kavram olmasa da, biz mukarrabînin sehivlerini işte boyle bir yuksek mulĂ‚hazaya bağlıyoruz. MeselĂ‚ biz, Fahr-i KĂ‚inat Efendimiz’in (sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem) namazlarındaki birkac sehvi hakkında şoyle duşunuruz: “Maalîye acık olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-EnĂ‚m (aleyhi elfu elfi salĂ‚tin ve selĂ‚m) kim bilir ne tur yuksek mulĂ‚hazalar arkasında koşuyordu ki, namaz bir mĂ‚nĂ‚da o hĂ‚le gore kucuk kaldı.” Zaten O (aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m), vazifesine gore miracı bile kucuk gormuş, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra vazifesi icabı geriye donmuştu. Nitekim Abdulkuddûs’un mirac hakkındaki sozleri bu hakikati izah eder gibidir. O der ki: “Vallahi Hazreti Muhammed (aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m) erişilmezlere erdi, gorulmezleri gordu. Oyle yerlere ulaştı ki, oraya giden bir insanın geriye donmesi mumkun değildir. Vallahi ben oralara gitseydim geriye donmezdim!” Bu iki mulĂ‚hazayı değerlendiren bir başka Allah dostu ise şoyle der: “İşte veli ile Peygamber arasındaki fark!” Yani veli, fenafillah, bekabillah, maallah, yolunda yukselir gider; fakat Peygamber, yukseldiği en yuksek zirvelerden sonra insanların elinden tutarak onları da oralara goturme adına geriye, onların arasına doner.
Hazreti Omer Efendimiz’in namazındaki sehvi de aynı mulĂ‚hazaya bağlayabiliriz. Hazreti Omer (radıyallĂ‚hu anh) namazını bitirdikten sonra sahabe efendilerimiz namazı yanlış kıldığını hatırlattıklarında, O, Irak’a i’lĂ‚-yı kelimetullah icin asker sevk ettiğini soylemişti. Gorulduğu uzere bu buyuk kametlerin hayatlarının her alanında hĂ‚kim olan i’lĂ‚-yı kelimetullah vazifesi, namazın boşluklarında bile onların kafasına girmiştir. İşte bu, kendi dinine sahip cıkma mevzuunda fevkalade bir hassasiyetin ifadesidir. Din konusunda bu derece hassas olan bir insanın, ne haramlara acık durması ne de farzlarda bir kusur ve catlama meydana getirmesi mumkun değildir.
HĂ‚sılı, porsumuş duygularla ve aradan cıkarma mulĂ‚hazasıyla ibadetlerini yerine getiren bir topluluğun ruhumuzun heykelini dikmesi ve yeniden bir diriliş kahramanı olması mumkun değildir. Şayet biz milletce goz alıcı, inşirah verici ve insanı buyuleyen bir ruh Ă‚bidesi ikame etmek istiyorsak, oncelikle elimize bir balta alarak kendi benlik Ă‚bidemizi yıkmalıyız. Daha sonra da taşı ve toprağı dinin emir ve nehiyleri, harcı da CenĂ‚b-ı Hakk’ın rızası olan bir Ă‚bide ikame etmeliyiz ki bir daha yıkılmasın. Dolayısıyla “Kıl namazını, tut orucunu, karışma kimsenin işine!..” duşuncesine sahip bir anlayış kesinlikle tasvip edilemez ve boyle bir anlayışın i’lĂ‚-yı kelimetullah vazifesi yerine getirmesi de mumkun değildir.
__________________