ZarûrÂt-i diniyye; Peygamberimiz (s.a.s)''den tevÂtur yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtac olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelÂmı olduğu, olumden sonra dirilmenin ve Âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruc, zekÂt ve hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam oldurmenin ve yalan soylemenin haram olduğu gibi İslÂmî esas, hukum ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Muslumanın tereddutsuz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha ozel, dilciler nazarında ise daha genel ve şumulludur.
İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna gore; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hukumler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslÂm Âlimleri arasında goruş ayrılığı vardır. Bundan dolayı bircok itikadi mezhep ortaya cıkmıştır.
a) Ehl-i Sunnet'ten bazılarına gore şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah TeÂlÂ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gercek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife gore imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak uzere iki ruknu vardır. Ancak, bu rukunler aynı seviyede birer aslî rukun değildir. Cunku bunlardan "kalp ile tasdik", hicbir mazeret karşısında vazgecilmeyen "aslî rukun"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve olum tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgecilebilen ve vucubu sakıt olan "zÂid rukun" dur. Aslî rukun sayılan kalb ile tasdik zÂil olduğu anda, o kimse imandan cıkar ve kÂfir olur. Cunku her halukÂrda tasdiksiz iman olmaz. Ancak olum tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu icin imandan cıkmaz ve kÂfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şohret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sunnet KelÂmcıları, Hanefi imamlarından Şemsu'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslÂm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu goruşu tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-KÂri Şerhi, s. 76-77; Şerhu'l-MakÂred, II, 182, Şerhu'l-AkÂidi'n-Nesefiyye, s. 436438).
b) Ehl-i Sunnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e gore şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'î imanın yegane ruknu, kalb ile tasdiktir. Kalbinde boyle tereddutsuz bir tasdik bulunan kimse, gercekte ve Hak TeÂl indinde mumindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zÂid bir ruknu, yani imandan bir cuz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde "mu'min midir, değil midir?" bilinemeyeceğinden, dunyevî ve hukûkî hukumleri tasdik edebilmek icin, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa gore, kalbiyle gercekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dunyada Musluman sayılıp dini ahkÂm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Teal katında mu'min sayılırlar. Dini nasslar bu goruşu daha fazla desteklemektedir:
"Allah işte bunların kalbine imanı yazdı." (Mucadele, 58/22);
"İman henuz kalblerine girmedi." (HucurÂt, 49/14 ve Nahl, 16/106 gibi).
İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Ozellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'Ârî ile İmamu'l-Haremeyn el-Cuveynî ve İmam Fahru'd-Din er-RÂzî bu goruştedirler (Ali Arslan Aydın İslÂm İnancları, I, 164-165).
c) Selef Uleması ile, Hadis Âlimlerinden bircoğu ise rivayete gore, İmam MÂlik, İmÂm ŞÃ‚fiî ve İmam Ahmet (r.a)'a gore Şer'î İman; "İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelun bil erkÂn"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rukunlerle amel" Fakat bu goruşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fÂsık, Âsî" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan cıkarak kafir olacaklarına hukmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid Muslumanlara tatbik edilmekte olan dini ahkÂmın, ameli terkeden fÂsıklara da uygulanacağını soylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep boyle olagelmiştir. Bu zevata gore şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mutÂlaa edilmektedir. Biri; er gec cennete girme imkÂnını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, Muslumanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren "KemÂl-i iman", yani imanın kÂmil olmasıdır. Şuphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kacınmak, imanın kemalinden olup, onun guzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuc olarak, yukarıdaki tarif gercekte, "imanın aslını ve hakikatı"nın değil, "kemÂl-i iman" yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadiscilerin goruşu, Mu'tezile ve Haricilerin katı goruşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir goruştur (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).
d) HavÂric ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara gore imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevÂrih" dir. Yani Şer'î imanın "uc ruknu" vardır. Bunlar; Resulullah (s.a.s)''ın Allah TeÂlÂ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilÂhî esasları ve şer'î hukumleri; "1) Kalp ile tasdik, 2) Dil ile ile ikrar, 3) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu uc rukunden birine sahip bulunmayan; mesel kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mumin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile nazarında ise, "ne mumin ne de kafirdir", fakat imanın hakîkatından olan bir cuz'u, yani ameli terkettiği icin "fÂsık" sayılır. Bu esasa gore Mu'tezile, "gunÂh-ı KebÂîr" den, yani buyuk gunahlardan birini işleyen veya "vÂcipler"den birini terkeden kimseyi mumin olarak kabul etmez. Bu gibiler icin meşhur "el-Menziletu beyne'l-menzileteyn" tezini ileri surer, bunların cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu goruşlerini isbat icin bir cok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sunnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. HÂricîlerin ki ise; siyÂsî esasa dayanan, son derece katı bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.
Bu mufsit goruşun karşısında "tefrid" sayılan diğer bir iddia ise, "KerrÂmiyye" adıyla anılanların şu goruşudur: Şer'î imanın tek bir ruknu vardır. O da "tasdik-i kavlî" denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, "mu'min değildir, ama olunce cennete girebilir." Bu iddiaya gore, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gozuken munafıkların da mu'min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mu'min olmadıkları, Kur'an-ı Kerim'de acık olarak belirtilmiştir:
"İnsanlardan oyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gunune inandık" derler; Halbuki onlar mu'min değillerdir." (Bakara, 2/8) (1)
İcmali ve Tafsili İman:
Ehl-i Sunnet'e gore -yukarıda acıklanan- Şer'î iman iki surette teşekkul eder. İcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliği ettiği dini esas ve ilÂhî hukumlerin tamamına, tafsilat gozetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en ozlu ifadesi; "Allah'tan başka ilÂh bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlu olduğuna" kesin olarak inanmaktır. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i şehadet" diye bilinen kesin "LÂ ilÂhe illallah, Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslÂm binasına girmenin ilk şartıdır. Cunku bu cumlede, İslÂm'ın iki ana ruknu ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve ozu toplu olarak vardır. Zira Allah TealÂ'nın yegane hÂlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Allah'ın Resulu olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği butun dinî esaslara ve ilÂhî hukumlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hukumlerin tamamını tek tek hemen oğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği icin, bu tur imana "İcmali iman" denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, "icmali iman"a sahip olmak şart ve farz ise de; mumine yaraşan imanın bu ilk kademesinde ve İslÂm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlÂkî hukumlerini -gucu ve takati nisbetinde- oğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.
Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları:
Tafsili imanın birinci derecesi şu uc buyuk esasa inanmaktır:
a) Allah TeÂlÂ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna,
b) Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna,
c) Olumden sonra dirilmenin (ba'su ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvÂlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerceklerin) hak ve gercek olduğuna yakınen inanmaktır.
Tafsili imanın ikinci derecesi; "Âmentu'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, Meleklerine, (butun) kitaplarına, (butun) peygamberlerine, ahiret gunune (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan- O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de bircok ayetlerde belirtilmiştir (Bakara, 2/177, 285; NisÂ, 4/ 136).
Hz. Omer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur "İman, İslÂm ve İhsan" hakkındaki uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir. Bu hadis, -Sunen-i Ebû DÂvud hÂric- Kutubu Sitte'de mevcut olup, tevatur derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan butun İslÂm Âlimlerince "Kaza ve Kadere İman", iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sunnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır.
Tafsili imanın ucuncu ve en yuksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah TeÂl tarafından "Kitap" ve "Sunnet" ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilÂhî esas ve hukumlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilÂhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha acık bir deyimle; Allah kelÂmı olduğu tevÂtur yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin (s.a.s.) sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruc, zekÂt ve hac gibi farz ibadetleri; adam oldurmek, zina etmek, icki icmek, yalan soylemek gibi haramları, hulÂsa her turlu emir ve yasakları, iman, amel ve ahlÂk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hukumleri gucu yettiğince oğrenerek bunların farz, vÂcip, haram veya helÂl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gercek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslÂm'da tafsili iman derecelerinin en yukseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, cok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî


İman ile Amel Arasındaki Munasebet:
Yukarıda verilen bilgilerden ve yapılan acıklamalardan anlaşıldığına gore; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sunnet Âlimlerinin cumhuru (buyuk coğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah TeÂlÂ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Bircok ayet ve sahih hadisler, bu hukme sarahaten delÂlet etmektedir. Nitekim Hak TeÂl Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:
a. "İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı..." (Mucadele, 58/22)
b. "İman henuz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (HucurÂt, 49/14).
c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (musterih) olduğu halde... " (Nahl, 16/106).
Peygamberimiz (s.a.s) ise; "LÂ ilÂhe illallah" demesine rağmen "kÂfirdir" diye bir kimseyi olduren UsÂme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" soylediği halde, onu nicin oldurdun?" diye sormuş, "O bu sozu, kendisini olumden kurtarmak icin soyledi." cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp da (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).
Aynı Âlimlere gore "dil ile ikrar"da, yukarıda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cuz, ondan bir rukun olmayıp, bir kimsenin Musluman olduğunu bilmek ve ona İslÂm'ın dunyevi ahkÂmını tatbik edebilmek icin zarurî gorulen bir şarttır.
İslÂmî hukumlerle amel etmek, yani inanılan dinî hukumleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sunnet imam ve Âlimlerinin coğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarıda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler acık ve kesin olarak delÂlet etmektedir:
a. "Ey iman edenler; sizin uzerinize oruc (tutmak) farz kılındı." (Bakara, 2/183).
Bu ve benzeri ayetlerde (bk. Bakara, 2/153, 187; Âli İmrÂn 3/59; EnfÂl, 8/20, 27; Nûr, 24/21; AhzÂb, 33/70; Cum'a, 62/9) once "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra muminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.
b. "İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz." (NisÂ, 9/57).
Bu ve benzeri ayetlerde (Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; Buruc, 85/ 11; Beyyine, 98/7; Ankebut, 29/7, 9, 58; FÂtır, 35/7; ŞûrÂ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; Arapca gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri uzerine atfedilir. Yani Âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cuz değildir.
c. "Kim mumin olarak, iyi ve guzel amel işlerse..." (TÂhÂ, 20/ 112).
Bu Âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.
d. "Eğer muminlerden iki zumre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (HucurÂt, 49/9).
Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan buyuk gunah sahipleri "mu'min" diye anıldığına gore; iman ile haram olan adam oldurme fiilinin dahi mumin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet acık olarak bildirilmektedir.
Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi icin, once imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslÂm Âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Cunku o, once iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mukelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.
Yukarıda zikredilen delÂleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rukun olmadığı acıkca anlaşılmaktadır. (2)
Amel, her ne kadar imandan bir cuz ve rukun değil ise de, ikisi arasında cok sıkı bir munasebet vardır. Cunku ibadette ve salih amel (iyi ve guzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah TeÂlÂ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın mujdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilÂhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek icin Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Cunku eseri dış hayatta ve toplumda gorulmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağac gibidir.
Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, guzel ahlÂk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah TeÂlÂ'nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve guzel ahlÂk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir.
Esasen kalp ve gonul sahasından cıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Cunku bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele goturen muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mumini ve cevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, salih amel adıyla anılan iyi ve doğru işler yapmakla ve guzel ahlÂka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifÂk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kÂfi değildir. Oyle ise, imanı kemÂle erdirmek ve olgun bir hale getirmek icin, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kacınmak; yani salih amel lÂzımdır. İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun icindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemÂlinden olduğunda şuphe yoktur. Bu bakımdan, -yukarıda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisciler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemÂlinden saymışlardır. Bu goruş, doğru ve isabetli bir goruştur.
Dipnotlar:
(1) bk. bk. İmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, Kitabu'l-İrşad. 396, Ali Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı goruşleri reddeden deliller.
(2) bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu'l-MakÂsıd, II, 187; Şerh-i MevÂkıf, c. III, s. 248.
Kaynak
__________________