posted in *ANAKAYNAK KUR'AN |


Klasik Arapca oğrenim metodunun problemi ne?
Şimdi ilim oğretme makamında olan bir ilim yolcusunun sorusunu, nicedir verdiğim bir sozu yerine getirmek icin vesile addettim. O soz, Osmanlı medreselerinde yuzyıllardır uygulanan Klasik Arapca oğrenim metodunun arîz(kapsamlı-geniş) ve amîk(derin) bir eleştirisiydi… Hemen ifade edeyim ki, ilim talibinin sorusu cok uzundu. Ben yerden tasarruf etmek icin sadece baş kısmını aldım.
Soru şu: Klasik Arapca oğrenim metodunun problemi ne?
Bu cok baba bir soru. Bu soruya oyle birkac cumleyle cevap vermeye kalkmak, topu taca atmaktır. Meselenin tarihi seyrini, illet ve esbabını bilmeden sonucu oğrenmeye kalkmak, yaramaz sokak cocuklarının dalları sokağa sarkan meyve ağaclarından zıplayarak meyve aşırmalarına benzer bir hafifliktir. Dibini gormeyenin urununu dermeye kalkması emeğe saygısızlıktır.
Once sevgili ilim talibinin tesbitini doğru bulduğumuzu ifade edelim. Evet, “Sarf-Nahiv (Fiil cekimleri-Gramer)” ilmine dair Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzzi, Merah vb. diye devam edip giden klasik Arapca eğitim metodu sorunludur. Sorun sadece usul ile sınırlı değildir. Esas’ta da problem vardır. Zaten yontem ve muhtevadaki sorun da esastaki bu sorundan kaynaklanmaktadır. Bu sorun sadece yukarıda sayılanları kapsamaz, Katru’n-Neda, en-Nahvu’l-VÂdıh ve hatta İbn ‘Akîl gibi bu baba dahil edilebilecek klasik metotla uretilmiş Arap dili oğrenimine dair eserleri de kapsar. Bunu hem klasik medrese usulunde hem de modern usulde Arapca tahsil etmiş biri olarak soyleyebilirim sanıyorum.
Şimdi, isbat etmek şartıyla, şu tesbiti yapabiliriz: Klasik Arapca oğrenim metodunun en temel problemi, “eksen kayması”dır. Tıpkı, bir insanı ayakta tutan omurgadaki disk kaymasına benzer. Eğer disk kayarsa, bir daha belinizi zor doğrultursunuz. Arapca’nın omurgasında yaşanan disk kayması da, Arapca’nın belini iki buklum etti. Durum gitgide kotuleşti ve en sonunda 5 yıl, 7 yıl, 9 yıl ve hatta daha fazla klasik Arapca dil talimi verip de yine de Arapca’ya vakıf kılamayan bir garip “model” cıktı.
Bu “eksen kayması” nerede yaşandı peki?
Arapca’da eksen kayması, bir dilin olmazsa olmaz uc unsurunda yaşandı: “lafız-mana-maksat”. Once lafız-mana ciftinde ortaya cıktı bu “eksen kayması”. Zira bu ikilide eksen “mana” olmalıydı, ama Arapca dil oğreniminin tarihi surecinde yaşanan kırılma sonucunda eksen “lafız” oldu. Yani, belagat ile nahiv ilminin arasındaki kopru atıldı.
Kur’an, kendi ifadesiyle “mubin bir Arapca” ile gelmiştir. Hatta, mubîn kelimesinin “Arapca” ile kullanılmadığı yerlerde dahi zımnen onun “mubin bir Arapca ile geldiğine” dair bir atıf var gibidir. Mesela “Kitabun Mubîn”, “Kitabun Arabiyyun Mubîn” şeklinde anlaşılabilir.
Mubîn, “ebÂne” fiilinden turetilmiştir. Hem gecişli hem gecişsiz manayı icinde barındırır. Yani hem “ozunde acık” (lazım), hem de “hakikati acıklayıcı” (muteaddi) anlamına.
Kur’an’ın “ozunde acık ve hakikati acıklayıcı” olması, Arapca’dan mı kaynaklanıyor, vahiyden mi? Bu suale behemehal ikincisini gosterirdim ama onumde “bi-lisanin Arabiyyin mubîn” (apacık ve acıklayıcı Arapca bir lisanla) ibaresi olmasaydı. Demek ki, mubin olmanın Arapca’dan kaynaklanan bir boyutu var.
“Fasih Arapca” (el-Arabiyyetu’l-Fusha), Mubin Arapca’nın karşılığıdır. “Anlamın ortaya cıkması” manasına gelen fesahat(sozun kelime, anlam, ahenk ve sıralama yonunden akıcılığı) lafızda değil manadadır. Lafız mananın kabı ve hizmetcisidir. Mana da maksadın hizmetcisidir. Bu yuzden, Arap diline dair ilk metinler bu ucluyu gostererek kaleme alındı. Mesela Arap gramerinin kurucu dil dÂhisi Sîbeveyh’in el-Kitab’ı değil sadece sarf-nahiv kitabı değildi. Belagat ve fesahat kitabıydı da.
Yukarıda dile getirdiğimiz boyut, Allahu alem (Allah daha iyi bilir), Arapca’nın dunyada hemen hicbir dile nasip olmayan “bakirliği”dir. Binyıllardır colun icindeki vahalarda kapalı havza toplumu olarak yaşayan bir kavmin dili olan Arapca, adeta bir konserve gibi “dondurulmuş” ve korunmuştur.
Tam bu noktada Oryantalistlerin faraziyelerine dayanan onyargılı “Sami dil ailesi” tezlerine kuşkuyla yaklaşmak gerektiğini duşunuyorum. Onlar icinden onyargılı garezkarlar, utanmasalar Arapca’nın İbranice’nin bozulmuşu olduğunu soyleyecekler. Surgunler, soykırımlar, duşmanını taklitler arasında birkac kere tum kulturuyle birlikte yok olma tehlikesi atlatan ve icad edilmiş bir kimlik olarak Babil surgunu sonrası ortaya cıkan Yahudi kimliği ve bu summetedarik kimliğin dili mi Arapca’nın anası olacak? Hele ki tarih var.
Peki, sarf ve nahiv, ikiz kardeşleri olan fesahat ve belagatten nasıl ayrıldı?
Soru şuydu: Peki, sarf ve nahiv, ikiz kardeşleri olan fesahat ve belagatten nasıl ayrıldı?
Bittabi once bir ve beraber idi. Buna, Arap gramerinin babası ve dil dÂhisi Sibeveyh’in el-Kitab’ını misal vermiştik. Bu ayrımın başımıza ne coraplar orduğunu bilmeyen bazı cağdaş nahivciler hÂl Sibeveyh’i “nahivci”, el-Kitab’ı “nahiv kitabı” gibi takdim ederler. Oysaki o, eserinde “lafızlar ve manaları”, “sozun guzeli ve cirkini” ve “mecaz” bahislerine derinlemesine dalmış bir dil allamesi.
Sibeveyh, Basra okuluna mensuptu. Unlu kitabı Basralı hocası ve ilk Arap lugatı sahibi buyuk dil arkeologu Halil b. Ahmed’in ders notlarından oluşur. Bu okulun ceşmesinden sulanan Ahfeş, Ebu Ubeyde Ma’ber b. El-Musenna, Muberred, Sa’leb, Zeccac gibi altın isimlerin hepsi de nahiv-belagat/lafız-mana birliğini korudular.
Basra okulunun karşısında Kûfe okulu yer aldı. Bu okulun babası KisÂî ve onun oğrencisi Ferra da Kufe okulunun en unlu isimlerinden idi. Onlar da lafızla(sozcukle) manayı(anlamı), nahivle(gramerle) belağati(soz sanatlarını) ayırmadı.
Bağdat kurulduktan sonra Basra ve Kufe okullarının ilim cayları, Bağdat’a doğru aktı ve orada ırmak oldu. Bu ırmağa “Basra okulu” demek yerine “Ebu Ali Farisi Okulu” dense yeridir. Zeccac’ın talebesi olan Farisi, İbn Cinni’nin de hocası idi. Zemahşeri’nin de bir halkasını oluşturduğu ilim zinciri Ebu Ali Farisi’ye kadar uzanır. Bu yuzden Keşşaf’ın kaynağında bazıları Zeccac’ın tefsirini gorurler.
Bu iki okulun biri dilin uydaşım eseri, diğeri sabit olduğunu savunuyordu. İki okulu birleştiren Ebu Ali Farisi, dili yepyeni bir kurallar dizgesi uzerine oturttu. Bu kuralların tumunun temelinde şu ilke yatıyordu: Nahv ile belagatin ayrılmazlığı.
İşte semasında tek yıldız diyebileceğimiz Delailu’l-İ’cÂz ve Esraru’l-Belağa gibi iki muhalled eserin yazarı Curcani, bu olumsuz eserleri bu cizginin bir mumessili olarak verdi. Bu eserlerde Curcani’nin amacı “Nahivle belagati etle tırnak gibi kaynatmak” idi.
Dr. Abdulaziz Atîk, Fî Tarihi’l-BelÂğati’l-Arabiyye adlı eserinde şoyle diyor: “Zemahşeri Keşşaf’ını Abdulkahir Curcani’nin belağata ilişkin goruşleri cercevesinde oluşturdu”. Keşşaf’ın kendinden sonraki hemen tum tefsirleri ve ozellikle de Beydavi ve Ebussuud tefsirini etkilediğini hatırlamanın tam sırası.
Curcani, belagatte tutturduğu başarıya, kanaatimce, nahvin sadeliği ilkesinden yola cıkarak ulaşmıştı. Ona gore Arap dilinde kelam sadece şu uc şey uzerine kurulur: Failiyye-mef’uliyye-idafiyye. Dolayısıyla: fail merfu, mef’ul mansub, muzafun ilayh mecrurdur. Gerisi bu ucune hamledilir, asıl değildir. Merfuda da aslolan isim cumlesidir, gerisi ferdir.” (el-Cumel).
Nahiv-belagat birliği sureci Sekkaki ile zirvesine cıkmıştı ki, birden bir kopuş oldu. Nahivle belagatin birbirinden kopuş tarihinde dikkatimizi ilk ceken isim et-Telhis ve onun şerhi mesabesindeki el-ÎdÂh adlı eseri Osmanlı Medreseleri’nin olmazsa olmazı olan Hatib Kazvini (o. 739/1338). Meani (anlam) ilmi icin alternatif bir tanım getiren Kazvini, belagatı “kodifiye” ederek bir kurallar manzumesine donuşturdu. Sonucta etle tırnağın, teori ile pratiğin arası ayrıldı.
Daha sonra bu kopuş gittikce derinleşti. Bunun doğal sonucu, pratikten kopuk ve teoriye odaklanmış bir dil bilgisi oğretimi oldu. Bunun en tehlikeli sonucu dilin canlı bir organizma olduğunu unutup sanki oluymuş/ nesneymiş muamelesi yapmak oldu.
Medreseler, talebenin Arapca’yı “edinmesini” temin etmek yerine “oğrenmesini” oncelediler. Lafız o kadar buyudu ki, mana lafzın buyuyen cussesi altında soluk alamaz oldu. İyi derecede Arapca bilen bir Arab’ın dahi omur boyu kullanmadığı “ik’ansese, ikşa’arra, iclevveze” gibi fiil kalıpları talebeye cektirildi.
Sonucta şu oldu:
1. Lafız ve mana etle tırnaktı, etle tırnak birbirinden ayrıldı. Maksat ise “gramer” değil “anlamak” idi. İkili birbirinden ayrılınca, elde manasız bir gramer yığını kaldı. Yıllarını veren talib-i ilim(oğrenci), “alet ilmi” (arac) olan dili elde edip bir turlu “maksat ilme” (amaca) gelemedi. Dilin gramerini bir Arap’tan cok daha iyi biliyor, ama kurallarını bildiği dili bir turlu oğrenemiyordu. Bu, insanı tarif etmek icin once etini ve kemiğini ayırıp, tarife ondan sonra başlamaya benziyordu.
2. Bu eksen kayması surecinde gramer kuralları bir kartopu gibi buyudu, mana kar tanesi gibi kuculdu. Denge mana aleyhine bozuldu. İlim oğrenme maksadı dil oğrenmeye, dil oğrenme de gramer oğrenmeye indirgendi. Oysaki ilim bile kendi başına bir maksat değil, haşyete ulaşmanın bir aracıydı.
3. Dil oğreniminin en iyi metodu bir cocuğun ana dilini edinişine en yakın yontemle bir dili “edinmek” idi. Fakat dil gramer kuralları yığını olarak kodlanınca, bu kodları oğrenip cozmek bir omre mal olacak bir uğraş haline geldi.
Klasik sarf-nahiv yontemiyle dil oğrenecek sabra sahip olmayan zamane talipleri, bir başka yanlışa yoneldi: Batılıların dil oğrenim yontemine…
O yontemin taklidiyle yazılan dil oğrenim setleri bıtırak gibi piyasayı kapladı. Kendi kadim yontemimizi ıslah etmeyi duşunen ya olmadı, ya da oldu benim haberim olmadı. Bunlara bir de ticaret maksadıyla cıkarılan gorsel setler eklenince, Arapca oğretmekle Mahmutpaşa’ya “turist rehberi” yetiştirmek aynı şey zannedildi.
Not: Soru sahibi ilim talibi, muteradifleri soruyor. Bizce mutlak muteradif diye bir şey yoktur. Kelime farklıysa, anlam da farklıdır. Bu konuda en guzel eserlerden biri Osmanlı ulemasından Ebu’l-Beka’nın yazdığı el-Kulliyyat’tır. (Arif Cevikel)
__________________