Duşenin dostu olmak

KUR’ÂN’ın hikmet ve rahmet yuklu Âyetleri arasında toplum hayatı, cemaatî hayatlar, dostluklar ve arkadaşlıklar acısından beni en ziyade sarsan, Âl-i İmran sûresinin 159. Âyetidir. Bu Âyet Hakîm ve Rahîm bir Rabbin sozu olarak bize hikmet-rahmet beraberliğini ders verdiği gibi, ‘Âlemlere rahmet’ olarak gonderilen Peygamber aleyhissalÂtu vesselÂmın bizler icin nasıl bir rahmet elcisi olduğunu da belgelemektedir.

Bu Âyet, ondan once gelen otuz civarındaki Âyetle birlikte, Uhud savaşının akabinde nazil olmuştur. Nitekim, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Uhud’da savaşın ‘galibiyet’ten ‘mağlubiyet’e donuşmesiyle birlikte sergilediği bir davranışı ovmektedir.

Hepimizin değilse bile coğumuzun bildiği uzere, Kureyş muşriklerinin guclu bir orduyla Medine uzerine yuruduklerini haber aldığında, Hz. Peygamber sahabilerini toplar ve durumu kendilerine arzedip onlarla istişare eder. Hz. Peygamberin tercihi, Kureyş’le bir meydan savaşı yapmak yerine, Medine’de kalıp şehri savunmak yonundedir.
Ancak, Bedir’e katılamamış sahabiler, Hz. Hamza gibi bahadır sahabiler, ve de genc sahabiler muşrik ordusunu şehrin dışında, Uhud’da karşılama eğilimi icindedirler. Hz. Peygambere şehri savunmayı kendisine Allah’ın mı emrettiğini, yoksa bunun kendi kişisel tercihi mi olduğunu sorarlar.
Hz. Peygamber bu konuda kendisine bir Âyetin inmediğini bildirince de, kendi goruşlerini acıkca ifade ederler. Yapılan istişarede bu goruşu benimseyenler coğunluğu teşkil ettiği icin, Hz. Peygamber de coğunluğun tercihine uygun şekilde ashÂbını Uhud’da bir meydan savaşına hazırlamaya başlar.

Bu savaşta Resûl-i Ekrem’in uzerinde ısrarla durduğu ve ashÂbını sıkı sıkıya tenbihlediği iki husus vardır: Kureyş suvarilerinin hucumuna acık tepelik bolgede bulunan okcular, meydanda ne olursa olsun, mevzilendikleri gediği asla terketmeyeceklerdir. Uhud meydanında doğrudan muşriklerle carpışan mu’minler, Kureyş muşrikleri arkalarını donup kacmaya başlasalar dahi, ganimet peşinde olmayacaklardır.
Ancak, savaşın muslumanlar lehine gelişmesi ve bozguna uğrayan muşriklerin kacmaya başlaması uzerine, Hz. Peygamberin her iki emri de ciğnenir. Doğrudan carpışmanın icinde yer alan sahabiler, az bir grubu haric, ganimet toplamaya başlarlar. Okcular da, az bir kısmı haric, mevzilerini terkedip ganimet peşine duşerler. Bunun uzerine, Kureyş’in bir koşede beklemekte olan suvarileri okcuların boş bıraktığı gedikten savaş meydanına girerler. Suvarilerin saldırısı, gerisin geriye kacmakta olan Kureyş piyadelerini de yeniden savaşa donmeye cesaretlendirir. Boylece, iki nebevî emre uymamanın sonucu olarak, mu’minler ordusu iki ateş arasında kalır. Boylece, İslÂm ordusu acık bir galibiyete doğru giderken hazin bir yenilgiyle tanışır. Kureyş piyadeleri ile suvarileri arasında kalan sahabilerin yetmişten fazlası şehit edilmiştir. Şehitler arasında, Peygamber Efendimizin bahadır amcası Hamza ile Medine’nin kalbini İslÂm’a acan buyuk sahabi Mus’ab b. Umeyr de vardır. Pek cok sahabi de ciddi şekilde yaralanmıştır. Hz. Peygamber de yuzunden yaralanmış, dişi kırılmıştır.
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) tercihinin aksine Medine’de bir şehir savunması yerine Uhud’da yapılan meydan savaşında, yine Resûlullah’ın iki uyarısına uyulmaması sonucu ortaya cıkan tablo, işte budur. Acık bir mağlubiyet, yetmişin ustunde şehit, yuzlerce yaralı... Bu zayiat icinde bir tek Hz. Hamza’nın şehadeti bile Peygamber Efendimiz ve sahabiler acısından muthiş bir kayıp hukmundedir. Ne var ki, kayıplar Hamza’yla sınırlı da değildir.
Acıkcası, ortada ciddi bir mağlubiyet, bu mağlubiyetin gerisinde ise feci bir kusur vardır—bedeli son derece ağır olan bir kusur... Nitekim, hayatta kalan sahabiler, işledikleri bu kusurun da, bu kusurun getirdiği ağır bedelin de farkındadırlar. O yuzden, muthiş bir sucluluk psikolojisi icindedirler. Duydukları pişmanlık ve utanc had safhadadır. Bu pişmanlık ve utanc, savaşın en şiddetli anlarında Resûl-i Ekrem’in ‘oldurulduğu’nu duyduklarında tarif edilmez bir noktaya tırmanmıştır. Sonradan Hz. Peygamberin olmediğini gormuşlerdir; ama ‘anam babam sana feda olsun’ diye hitap edegeldikleri Hz. Peygamberin yuzunden aldığı yaranın kendi kusurlarının sonucu olduğu da besbelli ortadadır.
Apacık bir kusurun ağır bedeli apacık ortada iken, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) eşsiz bir davranış sergiler. Yaptıkları yanlışı onların yuzlerine vurmaz. Ne “Ben Medine’de kalalım dediğim halde niye Uhud diye tutturdunuz?
Niye beni dinlemediniz?” diye cıkışır; ne de “Gordunuz mu yaptığınızı? Yuzumdeki şu yaranın hesabını kim verecek? Amcam Hamza’nın, Mus’ab’ın, yetmiş kusur sahabimin hesabını nasıl vereceksiniz?” kabilinden sozler soyler. Bilakis, Âl-i İmran sûresinin 159. Âyetinde buyurulduğu uzere, Rabbinin katından gelen bir rahmet ile, onlara karşı yumuşak davranır. Suclayıcı, incitici, kırıcı tek kelime dahi etmez.
Resûl-i Ekrem’i dinlememeleri yuzunden yaşananlar, hele savaşın o hezimet ortamında muşriklerden duydukları “Muhammed oldu!” naraları, sahabilere zaten yeterince buyuk bir vicdanî acı ve sorgulama yaşatmıştır. Hz. Peygamber bu yangının ustune korukle gitmez. Yaşadığı her turden acıyı yureğine gomer. Kırıcı tek soz etmez. Bir kez olsun onlara karşı suclayıcı bir bakış yoneltmez. Âyetin bildirdiğine gore, o durumda Hz. Peygamberin sergileyeceği sert ve suclayıcı bir davranış, zaten muthiş bir sucluluk psikolojisi yaşayan sahabiler icin busbutun yıkıcı bir tesir icra edecektir. Rabb-ı Rahîm ilgili Âyette bu durumu şoyle bildirmektedir:

“Katımızdan gelen bir rahmetle, sen onlara yumuşak davrandın. Şayet onlara sert davransaydın, kırılan tesbih taneleri gibi, etrafından dağılıp gideceklerdi.”

Hz. Peygamberin Rabbimiz katından gelen bir rahmetle Uhud’da sergilediği, ardındaki hikmeti ise Âl-i İmran sûresinin bu Âyetiyle yine Rabbimizin butun zamanlara bildirdiği bu davranışın, mu’minler topluluğu icerisinde, ozellikle de iman hizmeti dairesinde yaşanan bir dizi probleme karşı ciddi bir cıkış yolu sunduğunu duşunuyorum.

Zira, ortaya koyduğumuz bir olcunun ona uyma sozu veren kişilerce ciğnenmesi durumunda, veya ozelde bizim ortaya koyma durumunda olmadığımız imanî olculerin dışına cıkılması durumunda mu’min kardeşlerimize karşı bizim sergilediğimiz tavır, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) sergilediği tavırla ne yazık ki ortuşmuyor.
Yanlış bir muhakeme yuruterek veya nefsine uyarak ayağı surcen, tokezleyen, duşen, ama aynı zamanda kalbi ve vicdanı yaptığının yanlışlığını kabul eden, ancak hatasının bir şekilde yuzune vurulacağı, dahası herkese ilan olunacağı endişesiyle kendisini iyice harap eden bir mu’min kardeşimize karşı nasıl davranıyoruz sahi? Dışlamadan ve suclamadan, sanki birşey olmamış gibi onu aramızda tutmaya mı calışıyoruz? Yoksa, yuzune karşı veya arkasından, acık acık veya ima yoluyla suclama ve dışlama yoluna mı gidiyoruz?
Maalesef, her zaman değilse de coğunlukla, ikincisi oluyor. Ve buna karşılık, ortaya şoyle bir sonuc cıkıyor: bir noktada ayağı surcerek duşen mu’min kardeşlerimizin, sucluluk psikolojisi icinde ve sucunun yuzune vurulacağı endişesiyle, kırılan tesbih taneleri misali, etrafımızdan dağılıp gitmesi...

Hangimiz, kendi hÂfıza arşivinde buna dair hazin tecrubeler olmadığını soyleyebilir?
Dahası, hangi birimiz, bir noktada yanlış akıl yurutmelerle veya nefsimize uyarak surcmemize rağmen mu’min kardeşlerimizin bizi dışlamayacağından, bilakis yuzumuze vurmadan ve arkamızdan da konuşmadan kendimizi toparlamamıza yardımcı olacaklarından yuzdeyuz emin haldeyiz?
Oysa bu Âyet, Resûl-i Ekrem’in Uhud’da sergilediği davranışı overek ve bu davranışın ardındaki hikmeti gostererek, bizi duşenin dostu olmaya cağırıyor.

Dolayısıyla, başka Âyetler kadar bu Âyetten, başka hadiseler kadar Resûl-i Ekrem’in Uhud’daki bu davranışından aldığı dersle “Asıl huner, kardeşini fena gorduğu vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına calışmaktır” diyen bir buyuk insanın belirttiği şekilde, duşenin dostu olmak gerekiyor.

Bunun yolu ise, sanırım, dışlamayıp kucaklayan, suclamayıp bağışlayan bir buyuk şefkat ve hikmetle donanmaktan geciyor...
Metin Karabaşoğlu
__________________