

Naci BOSTANCI • 67. Sayı / TOPLUM
Modern zamanlarda her yere ulu orta giren dijital kayıt aracları gozyaşlarını da seyirlik bir “şey”e donuştururken, artık bağlamını da değiştiriyor. Kendi başına kalbin dili olan gozyaşı ekranlara politikanın aracı olarak yansıyor. Ya da en azından sahih gozyaşları rakiplerin polemikci dilinde manipulasyona donuk tuzlu su muamelesi goruyor. ...
Romalı askerler savaşa giderlerken geride kalan eşleri “onu duşunduklerinin, uzakta olsa bile onunla birlikte acı cektiklerinin kanıtını” kucuk şişelere dokerlerdi. Bu kanıt gozyaşıydı. Bu ilginc ve duyarlı gelenek en azından başlangıcta “gercek gozyaşlarıyla” hayat bulmuş olmalı. Uzaklaşan, bir toz bulutunda yitip giden, yarın donup donmeyeceği belli olmayan eşin gozyaşlarıyla uğurlanması, sonraki gunlerde de o yarım kalmış hayata hep gozyaşının eşlik etmesi anlaşılabilir bir durum. Buradaki duyarlılığın hakkını zamanından, bağlamından bağımsız olarak hepimiz teslim edebiliriz. Ancak gozyaşı, eşin yokluğunda diğerinin ne yapıp ettiğine dair şişelenen bir kanıta donuştuğunde, şişedeki miktar ile cekilen acı arasında bağlantılar kurulduğunda o tuzlu suyun mahiyeti de değişmeye başlar. Kendiliğinden gozyaşı dokmekle mutlaka gozyaşı dokmesi gerektiği bilgisinin baskısı altında goz pınarlarının zorlanması insan dediğimiz bu garip varlıkta farklı sonuclar doğurur. Yanaklardan suzulup toza toprağa karışan gozyaşı, kanıt olma beklentisinden bağımsız bir sahihlik ifadesiyken, kabı doldurmak ve onun icin cekilen acıların buyukluğunu şişelerle gostermek duşuncesi kişiyi ikame gozyaşlarına yoneltir. Cunku mevcut bağların vurgusu artık gozyaşının temsil ettiği duyarlılıktan doğrudan gozyaşının kendisine donmuştur. Simge asılın yerine gecmiştir. İnsana ilişkin o “tarihsiz bilgiler” uzerinden hayal gucumuzu calıştırarak kimi Romalı kadınların şişeleri nasıl doldurduğunu tahmin edebiliriz. Bazı evlerde savaş yorgunu askeri karşılayan tuzlu su dolu gozyaşı şişeleri, belki savaşın yapamadığını yapıyor, askerin gozlerinde gercek yaşların dokulmesine sebep oluyordu. Sahtesinin sebep olduğu gercek gozyaşları konusuna şimdilik bir mim koyalım.
Gozyaşının ifade ettiği duyarlılıkların yegÂne ulkesi Roma değil. Dunyanın tum kulturlerinde gozyaşının derin bir yeri var. Hıristiyanlıkta azizler ve azizeler, “merhamet ve sevgi” icin bol bol gozyaşı dokerler. Hatırlayalım, bundan bir sure once “kanlı gozyaşları doken Azize Meryem” heykeliyle ilgili haberler cıkmıştı. Bazen ise Ortacağ engizisyon mahkemelerinin, “ruhuna şeytan musallat olmuş gunahkÂrları kurtarmak icin” gercekleştirdikleri eza ve cefa uygulamalarında doğrudan kurbana gozyaşları dokturdukleri, merhamet ve af istemelerine “vesile oldukları” malum. İslamiyet’te ise “işlenen gunahlardan dolayı dokulecek samimi pişmanlık gozyaşlarının” affı kolaylaştıracağı duşunulur. Keza gozyaşının Kerbela olayının yıldonumlerinde tarihle butunleşen kitlesel coşkuda nasıl ortaya konduğunu biliyoruz. Ancak bazen de şartlar ne kadar zorlarsa zorlasın gozyaşı dokmemek erdem olur. Kacınılmaz ayrılıklar bir bıcak gibi araya girdiğinde, birbirinden ayrılmak istemeyenlerin son anı “metin olma, gozyaşı dokmeme” cabasıyla taclanır. Mukadder ayrılığın sonrasında gozyaşlarının bir keder oku gibi karşı tarafın yureğinde kalmaması istenilir. Amerikan yerlisi bazı kabileler, savaş tutsağı esirleri işkence ile oldururlerken, onların metin duruşları, af dilememeleri ve gozyaşı dokmemeleri karşısında adeta cıldırırlar, bunu sağlamak icin detayı farklı tanıklıklarda okunabilecek dehşetengiz işkenceler gercekleştirirlerdi. Cunku baş eğmeyen, af dilemeyen, gozyaşı dokmeyen bir kurbanın “uğursuz” ruhunun o kabileyi asla terk etmeyeceğine inanırlardı.
Erkekler ağlamaz
Romalılar eşleri icin gozyaşı şişeleri yaptıradursunlar, savaşa giderken kendilerinin gozyaşı dokmeleri kabul edilemezdi. Bu tuzlu suyun gurur ve cesaretin yanında yeri yoktu. Sadece onlar mı? Savaş ve gozyaşı tarihin her vaktinde asla yan yana gelmesi mumkun olmayan iki kelimedir. Butun savaşların ayrılık sahnesi olarak şu fotoğraf duşunulebilir: Sessizce ağlayan kadın ve onun gozyaşlarını silen erkek. Tuhaf olanı şu ki, gozyaşını onurlandıran kulturel kodlar onun bağlamı veya goz pınarlarının cinsiyeti değiştiğinde bu defa tam tersi değerleri seferber ediyor. Savaşın otesinde sevdiklerinden şu veya bu şekilde ayrılan bir “erkeğin” gozyaşı dokmesi bircok kulturde uygun ve munasip bir davranış bicimi olarak gorulmez. Bunun klişe ifadesini biliyoruz: “Erkekler ağlamaz.” Ağlayacaksa da gozlerden ırak olmalı, yaşları icine dokmelidir. Bazı Afrika kabilelerinde ise erginleme torenlerinde “erkekliğe adım atacak genc” icin dayanıklılık sınavları yapılır. Bambi jumpingin, oyle esnek ipler değil sert sarmaşıkların kullanıldığı ve ayak bileği buna bağlı gencin başı yere neredeyse milimle olculecek şekilde yaklaştığı tehlikeli bir erginleme toreni olduğunu hatırlamak gerekir. Ozellikle acıyı artırması icin kor bıcakların, ucu keskin taşların kullanıldığı “yaralama, kan akıtma” pratiği yanında elbette bambi jumping spor bile sayılabilir. Fakat her halukarda genc, kabileye yaraşır bir savaşcı olduğunu kanıtlamak icin acı cektiğini gostermemek ve asla gozyaşı dokmemek durumundadır.
Seksenli yılların başlarında metropol kentlerindeki dolmuşların arkasında yanaklarından sicim gibi yaşlar dokulen mavi gozlu bir cocuğun resmi olurdu. Bu masumiyeti, guzelliği ve gozyaşlarını birleştiren resim, dolmuş suruculerinin toplumsal hikÂyesinde hangi anlamlara karşılık gelirdi ki boylesine her yere nufuz etmişti? Şofor dunyasının “erkek raconunda” narin ama mahrem bir damarın mı ifadesiydi? Ya da şofor esnafıyla sınırlandırılamayacak şekilde, uzun yıllar boyunca yaşadığımız savrulmaların, değişimlerin, goclerin karanlığa bırakılmış sessiz duyarlılıklarının masum bir sembolu muydu o resim? Seksenlerin ortalarından itibaren Ahmet Kaya’nın yukselişinde kederli sesine dağlarla gozyaşlarının tuhaf bileşimini katmasının payı neydi? Derken gozyaşları siyasete taşındı. Seksen yedi secimlerinde rahmetli Ozal’ın televizyon konuşmasında doktuğu bir damla gozyaşının etkisinin ne olduğunu tam bilemiyoruz, fakat siyasetle kalp arasında bir kopru kurduğu muhakkaktı. Peşinden Başbakan olarak Tansu hanımın gozyaşlarına şahit olduk. Televizyon programlarında sunucuların, şarkıcıların sahih duyarlılıkların kanıtı olarak bol bol gozyaşı doktuklerini gorduk. Bir gozyaşı salgınının başlaması bunun kendiliğinden değil bir kurmaca olarak hayatımıza girdiği şuphesini doğurdu. Gozyaşı dokenin bunu saklama girişimiyle kameranın gozyaşına yaptığı zum arasındaki ironik celişki, “gizlice dokulen gozyaşını” herkese aşikar kılarken, tersine cevrilmiş bir metafor olarak hikÂyeyi bu yazıda mim koyduğumuz yere de taşıyordu. Amac, gozyaşı şişelerine doldurulmuş tuzlu suyun teşhiri ile gercek gozyaşlarına ulaşmaktı.
İnsanın goz pınarlarının kurumuş olması bir talihsizlik. Surekli gozyaşlarına mani olma ise, hem bu hali yaşamak hem de mani olmanın “sertleştirici, acımasızlaştırıcı” etkisi nedeniyle ayrı bir talihsizlik. Ama en kotusu teşhir… Modern zamanlarda her yere ulu orta giren dijital kayıt aracları gozyaşlarını da seyirlik bir “şey”e donuştururken, artık bağlamını da değiştiriyor. Kendi başına kalbin dili olan gozyaşı ekranlara politikanın aracı olarak yansıyor. Ya da en azından sahih gozyaşları rakiplerin polemikci dilinde manipulasyona donuk tuzlu su muamelesi goruyor. Kameraların şah damarımıza kadar uzandığı bir dunyada ne yapacağız? Surekli gozyaşlarını saklayan bir toplum haline gelmek, sonrasında gozyaşını unutmuş bir topluma donuşturebilir mi bizi? Bu da ayrı bir bahtsızlık olmaz mı? Sonucta gozyaşlarının yokluğu ona dair teşhir iddiasından daha vahim bir durum. Bırakın insanlar gozyaşlarını doksunler. Sahih mi değil mi, buna akıl, kalp ve goz karar verecektir.
__________________