Peygamber Emanetleri
M. Sacid ARVASİ
Feribot denizde suzulurken, guvertede, gecenin rengine boyanmış suları seyrediyordu. Aklı hÂl sabahki vaazdaydı. Vaazı dinleyebilmek icin Turkiye'nin her tarafından gelen binlerce insan, sabah namazında Suleymaniye'yi doldurmuş, hatibi beklemişti. Hatip saat on civarında gelmiş, herkes vaazla beraber otelere yelken acmıştı. Hatibin sozleri kalblerde heyecan uyandırıyordu.

Hele Muhammed İkbal'in, Canakkale'de olum-kalım mucadelesi verdiğimiz gunlerde Pakistan halkına soylemiş olduğu sozleri duyunca, kalbler duracak gibi olmuştu. "Ehl-i Salib'in butun cılgınlığıyla Canakkale'ye yuklendiği gunlerdi..." diye başlamıştı hatip. "Canakkale'de gencecik canlar, can pazarında can verirken, bir başka pazarda Muhammed İkbal, kendisini dinleyenlere: 'Cemaat, kendimi Allah Rasulu'nun huzurunda hissediyorum. Şu anda bana dese ki, Doktor İkbal, dunyadan bana ne getirdin? Ben de diyeceğim ki, Ya Rasulallah sana bir şişe icinde biraz kan getirdim. Bu kan Musluman-Turk'un Canakkale'de doktuğu kandır ve ben bu kanı hicbir şeye değişmem."

Bu sozler kor gibi duştuğu her yureği yakmıştı. Kalblerde oluşan ritimler gozlerde sağanağa, dillerde cığlık ve feryada donuşmuştu. Bu heyecan kasırgasında hatip: "Benim gibilerine uzaktır o huzura gitmek; ama eğer o huzura cağrılsam ve Doktor İkbal'e dedikleri gibi bana da, 'Ne getirdin?' deseler, diyeceğim ki, Ya Rasulallah gedalar sultanlara ne verebilir ki... Ama yine de bir şişe getirdim. Bu şişe de gunahına ağlayan ummetinin gozyaşları var ve ben bunu cennetin kevserleriyle değişmem." demişti.

Bu sozlerle beraber birden beyninde şimşekler cakmıştı:

-Ya sen cağrılsan o huzura ve sana sorulsa...

Tonlarca ağırlık yuklenmişti yureğine. İnce bir sızı, bir burgu gibi icini oymuştu. Artık hicbir şey duymuyordu...

O gun nasıl bitti, ne zaman feribota bindi, hatırlayamıyordu. Şimdi zihninde tek bir şey vardı. Sitemle karışık, emreden bir ses: "Ne getirdin?"

Bir ara başını kaldırıp gokyuzune baktı. Pırıl pırıl bir gokyuzu ve yıldızlar... Bir an kendisini o mecliste hissetti. Yıldızlar, alev gibi bakışlarla uzerine dikilen birer goz gibi geldi ona. Bu sırada dalgalar biraz daha artan bir ritimle; "Ne getirdin, ne getirdin?" diyerek feribota carpıyordu. Bir şey soyleyemiyordu. Kalbi daralıyor, ruhu eziliyordu. "Bir şey goturmeliyim, ben de bir şey goturmeliyim; ama ne?" Sorular... Sorular... Ah cevapsız sorular... Sonra ızdırap... Izdırap... Ardından sessizce akan gozyaşları, gurultusuz kayan yıldızlar gibi, oylece kayıyordu yanaklarından.

O gunden sonra, birkac insanla ilgilenmeye karar verdi. Rasulullah'a, 'Size, gonullerinde sevginizi uyandırdığım birkac genc getirdim.' diyecekti. Kim bilir belki bu hediye karşısında Gonuller Sultanı tebessum edecek, alnından opecekti.

O gunden sonra alnına kondurulmuş bir nebi opucuğu, hayalini susluyordu. Bunun icin neler verilmezdi ki... Değişik vesilelerle tanıştığı birkac oğrenciye rehberlik yapmaya başladı. Butun dunyası artık bu oğrencilerden ibaretti. Hayatının merkezine onları koymuş, onlarla oturup kalkıyordu. Onları, 'Peygamber Emaneti' olarak goruyordu. Sahiplerine lÂyık birer emanet olamamaları endişesi uykularını kacırmıştı. Artık uykuları delik deşikti. Onların Peygamber'e takdim edilecek birer hediye olabilmeleri icin elinden geleni yapıyor, sonrasında dualara sığınıyordu.

Cuma gunleri ilgilendiği genclerle sohbetler yapıyordu. Perşembe gunleri mutlaka oruc tutar, gece de teheccude kalkardı. Ertesi gun geleceklerine yakın, korkuyla karışık bir heyecan yaşardı: Ya bir yerlere takılır da gelmezlerse...

O cuma aynı heyecanla bekliyordu. Nihayet birer birer gelmeye başladılar. Serhat dışında hepsi gelmişti. Endişe bulutları kumelendi cehresinde. Izdırabını sinesine gomdu. "Vefa bizim yamacların guludur." diyerek sohbetine başladı. Sohbet bitimi, top sahasına gitti. Serhat orada olabilirdi. Eğer buradaysa, bir iki cumleyle de olsa ona 'vefa'yı anlatacaktı. Fakat yoktu. Evini aramak uzere geri dondu. Bir telefon konuşmasıyla olabilecek kadar, bir şeyler anlatmalıyım dedi icinden. Serhat evde de yoktu. Telefona annesi cıkmış, Serhat'ın teyzesine gittiğini soylemişti. Telefonu kapattığında, anlatılmaz bir uzuntu yureğini kıskaca aldı. HudavendigÂr camisine cıktı, ellerini kaldırdı, dua etti. Gec saatlerde evine dondu. Hicbir şey soylemeden odasına kapandı. Hep Serhat'ı duşunuyordu. Onu duşundukce bir acı saplanıyordu yureğine. Gozleri duvara astığı yazıya mıhlanmıştı: "Eğer şu anda sahib-i salahiyet olsaydım, Rabbimden ızdırap tohumları ister, bununla butun evleri dolaşır, yuvalarında mışıl mışıl uyuyan mu'minlerin sinelerine İslÂm'a ait dert ve ızdırabın tohumlarını sacar ve 'of' desin inlesinler, 'ah' desin inlesinler; ızdırapla beyinleri zonklamaya başladığında da, yataklarından fırlayıp evlerinin koridorlarında veya salonlarında deli gibi dolaşsınlar dilerdim."

Bunları okurken gozlerine yaşlar dizilmişti. Ansızın, hafif bir gıcırtıyla odasının kapısı acıldı ve Serhat iceriye girdi. Ardından da daha once hic gormediği bir zat. Oyle bir nuru ve heybeti vardı ki bu zatın, sanki okuduğu menkıbelerden cıkıp gelmişti. Şaşkınlıkla bir Serhat'a bakıyordu, bir de yanındaki zata. Gelen zat, insanın icine işleyen bir sesle: "Sana Serhat'ı getirdim. Anlat bakalım anlatamamanın ızdırabıyla, iki buklum olduğun vefayı." dedi.

Şaşkınlığı iyice arttı. Bu zat nereden biliyordu Serhat'a vefayı anlatamadığını ve anlatamadığından dolayı ızdırap cektiğini. Hayret dolu bakışlarını bu zatın yuzunde gezdirdi. Karşısındaki zat tebessum ediyordu. Şoyle konuşmaya başladı: "Şaşırma evlÂt, Serhat'ı sana emanet eden, seni de bize emanet etti." Sozleri biter bitmez de, geldiği gibi cıkıp gitti. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemiyordu. Nihayet Serhat'ı fark etti de kendisini toparladı. Ona hasretle sarıldı. Sonra kanepeye oturttu. "Vefa bizim yamacların guludur." diye başladı. Gunduz arkadaşlarına ne anlatmışsa, Serhat'a da anlattı. Sohbetini henuz bitirmişti ki, keskin bir zil sesiyle olduğu yerden doğruldu, bildik bir refleksle saatin duğmesini kapattı. Sabah ezanı okunuyordu. Bir an nerede olduğunu hatırlamaya calıştı. Odasındaydı. Uzerine yorganını almamıştı. Demek ki gece duşunup dururken uykuya dalmıştı. "Ya o zat... Ya Serhat... Ya yaşadıklarım..." bakışlarını yere indirdi. Karışık duygular icindeyken, keskin zil bir kere daha caldı. Bu kapı ziliydi. Daha onceki zilin de kapı zili olduğunu ancak anlayabildi. Hemen koşup kapıyı actı. Gozlerine inanamıyordu; Serhat karşısında duruyordu. Soluk soluğa kalmış, sabahın soğuğuna rağmen terlemişti. Daha selÂm vermeden: "Ağabey, butun gece ruyamdaydınız. Anlattıklarınız beni o kadar etkiledi ki, size gelme ihtiyacı hissettim. Gecenin bir yarısı uyandım. Emir Sultan'dan buraya kadar yaya geldim." Ardından odasına gecip ruyasında kendisini oturttuğu yeri gostererek: "Beni buraya oturttunuz ve vefa bizim yamacların guludur, dediniz." Serhat bunu anlatırken onun goz pınarları coktan coşmuştu. Hıckırıkları boğazına duğumlendi. Serhat'a sarıldı, onu kuvvetlice bağrına bastı. Dilinden hicbir şey dokulmuyordu o an, ama gece ruyasını susleyen zat, bu sefer icinde konuşuyordu:

Sular gibi cağlasan
Eyyub gibi ağlasan
CiğergÂhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
__________________