En buyuk hidayet meşalesi olan Kur’Ân-ı AzimuşşÃ‚n’ın nÂzil olmasıyla butun insanlık Âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan “Hak Din”e kavuşma sevinci icinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur’an’ın hayattar prensipleri, onları her an maddî ve mÂnevî yuceliğe doğru goturuyordu.

Resul-i Ekrem Efendimizin doneminde İslÂmiyet’ Mekke, Medine, Hicaz ve civar bolgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.

Hz. Ebubekir ve Omer (ra.) devirlerinde kısa zaman icerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethine başarılı olundu.

Bu harikulÂde gelişme, İslÂm duşmanlarının, bilhassa Yahudilerin haset ve kinlerini kabarttı. Yahudiler, İslÂmiyet’in kısa zamanda gosterdiği buyuk gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri catlayacak gibi oluyordu. Ustelik bircok Yahudi cemaatlerinin İslÂm’a girişi de onları busbutun cıldırtıyordu. İslÂmiyet’in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı.

Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgÂhlanan oyunun, şimdi Muslumanlara karşı oynanması lÂzımdı. Uzun muzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de İbn-i Sebe’yi sahneye cıkardılar. Abdullah İbn-i Sebe hahambaşıydı ve buyuk bir komiteciydi.

İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas uzerine kurdu. İlk olarak, Muslumanlar arasında ayrılık cıkarmakla, İslÂm’ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslÂmî inanc ve itikada hurÂfeler katarak, onlar arasına, kıyÂmete kadar surecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gercekleşmesi icin komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Muslumanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mÂnevî bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak uzere yoğun faaliyet gosterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plÂnlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gercekleşmesi icin yeni plÂnlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.

İbn-i Sebe, Muslumanlar arasında cıkardığı ihtilaflarla ve ic harplerle birinci maksadına tam muvaffak olmuştu.

İbn-i Sebe, bu ic savaşlarla esas amacına yaklaşmış oluyordu. Cunku onun asıl amacı, İslÂm inancına hurÂfeler sokarak onu oz saflığından cıkarmaktı.

Bugun kavga eden muminler yarın barışabilir ve tekrar bir araya gelerek İslÂm birliğini yeniden tesis edebilirlerdi. Muslumanlar arasında t kıyÂmete kadar devam edebilecek bir ayrılık cıkararak onları inanc yonunden parcalamak, hiziplere ayırmak icap ediyordu. Şimdi yapılacak en onemli iş, inancları asıl cizgisinden saptırmak icin dine hurÂfeler sokmaktı. İbn-i Sebe bu işe, “Ehl-i Beyt” muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye cıktı. HilÂfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlÂtlarını, “İlÂhlar Hanedanı” haline getirerek İslÂm Dinini Hıristiyanlıkta olduğu gibi tevhit esasından saptırmaya tevessul etti. Sonunda, İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grup, Hz. Ali’nin (ra.) huzuruna cıkarak ona: “Sen Rabbimizsin, İlÂhımızsın,” dediler. Hz. Ali, bu muşriklerin bir kısmını yaktırdı. İbn-i Sebe’yi ise, ordu icinde taraftarlarının cokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol acacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgecti. İran’ın eski hukumet merkezi olan Medayin’e surdurdu.

Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe’nin sapık fikirlerinin uretilmesine cok musait bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kacan Haricilerle goruştu ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Boyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Uc fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.

Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. MuÂviye ve Hz. Amr İbnu’l-Âs’ın oldurulmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla uc suikastcıyı yola cıkardılar. Uc sahabe, Ramazan’ın 17. gunu sabah namazını kıldıracakları sırada olduruleceklerdi. Takdir-i İlÂhi ile Hz. MuÂviye ve Amr İbnu’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mulcem isimli suikastcı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıc ile yaralamaya muvaffak oldu.

İbn-i Sebe, İbn-i Mulcem’i Hz. Ali’yi oldurtmek uzere yola cıkardıktan sonra, Meymun oğlunu birkac adamıyla Kufe’ye gondermişti. Meymun oğlu orada: “Ali olmedi, uruc etti, semÂya cıktı. Şimdi o, bulutların uzerindedir. Cok gecmeden geri donecek ve kılıcıyla butun dunyaya adalet dağıtacaktır...” gibi hurÂfeler yayacaktı.

İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran’da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plÂnlarını hazırladılar ve calışmaya koyuldular. O gunku sosyal durum da onların bu plÂnlarını uygulamaya son derece elverişli idi. Şoyle ki:

İslÂmiyet cok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya uzerinde İslÂm’ın butun anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Muslumanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizacları farklı kavimleri İslÂmî potada eritmek ve yoğurmak, henuz yeni kurulmuş bir İslÂm Devleti icin fevkalÂde zor bir işti. İslÂm’ın ulaştığı her yerde, İslÂm’a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerci bu durum, Muslumanları sevindiriyordu. Fakat, mÂnevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mÂnÂda Muslumanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış acısından Muslumanlar arzu edilen kıvamda butunleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran’da acık bir şekilde gosteriyordu.

Yeni Musluman olmuş kimseler, eski yanlış inanclarından butun butun kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri sure gelmiş hurÂfe ve bÂtıl inancların etkisinde kalarak ruhları, akılları, kalpleri boyanmış bu insanlara İslÂm’ın vehim ve hayÂlÂttan, duzmece ve hurÂfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslÂmiyet bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mÂnÂsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inanclarını, orf ve an’anelerini de İslÂmiyet’le birlikte devam ettirsinler. Diğer taraftan, hilÂfet makamı da, bu ulkede ikaz ve irşat hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslÂm’ı butun kurumlarıyla yerleştirme ve onların şuphe ve tereddutlerini izale etme hizmeti, buyuk olcude aksıyordu. Zira, İslÂmiyet gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin buyuk bir kısmı ic fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da sosyal hayata mudahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu onemli gorevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun sure sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur’an’a ve imana ait hakikatleri tamamıyla anlayamamışlardı. Bu sebeple henuz hak ve bÂtılı, hurÂfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.

İşte, Yahudi gibi fitneci bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayı başardı.

İbn-i Sebe’nin, İran’da olumsuz fikirlerini yerleştirmesinde onemli bir faktor de halkın psikolojik yapısıydı. Onların ic dunyasında, akıldan ziyade his hukmediyordu. Gonulleri hakikatten ziyade efsane ve hurÂfelere acıktı. HÂdiseleri mantık ve muhakeme uyumu icinde tahlil edemiyor, fikir suzgecinden hakkıyla geciremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca suren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle kole addettikleri Araplar tarafından sondurulmesini de bir turlu hazmedemiyor, akıl plÂnında olmasa bile, his plÂnında İslÂmiyet’e karşı bir hazımsızlık gosteriyorlardı.

İbn-i Sebe, butun bu faktorleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara, “Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Muslumanlar arasında kıyÂmete kadar devam edecek bir savaşın başlangıcıdır. Şimdi, biz Ali’yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. Ona, yerine gore ‘ilÂhlık’ yakıştıracağız, yerine gore ‘peygamberdir’ diyeceğiz, yerine gore de ‘hilÂfetin, Ali’nin hakkı olduğunu, fakat Ebubekir, Omer ve Osman’ın onun bu hakkını gasbettiklerini’ anlatacağız.”

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etrafındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak uzere gorevlendirdiler. Bunlar, “HilÂfet Ali’nin hakkı idi. HilÂfete lÂyık Ali ve evlÂtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Uc halife, bilhassa Omer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler... Allah’ın iradesine itaat icin Ali’den yana cıkmak lÂzımdır...” diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul gorunce, daha da ileri giderek insanlara ilÂhlık isnat eden “Hulûl Akidesini” İslÂm inancına sokmak icin gayret gosterdiler. İslÂm inancını asıl cizgisinden saptırarak, tevhit akidesine taban tabana zıt bir inanışı yaymaya başladılar. “Hulûl Akidesi’ İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bÂtıl itikat onlarda kolaylıkla taraftar buldu.

Once, Hz. Ali’ye (ra.) ilÂhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilÂhlığın, onun evlÂtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilÂhlar hanedanı ortaya cıktı.

Hz. Ali’nin (ra.) vefatında İbn-i Sebe, “Olen Ali değil, onun sûretine giren bir şeytandır. Ali şimdi goklere cıkmış ve bulutlar uzerinde taht kurmuştur.” diyerek onun olumune hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Boylece, Mısır’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiîlik, İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) turedi.

Mehmet KIRKINCI
__________________