Sevgili kardeşlerim, bu yazıyı internette dolaşırken buldum. Ve inanın okuduğumda o kadar beni sarmaladı, o kadar etkisiyle bana hukmetti, o kadar ilmiyle beni donattı ki anlatamam. Gercekten yazının tamamımı okusanız sabırla, ne denli guzel bir yazı olduğunu goreceksiniz...



“Ben gizli bir hazineydim. Acığa cıkmayı diledim.”
—Hadis-i Kudsî

Oncelikle, ‘ihtiyac’ yaratılmışlara ozgu bir olgudur. Yerine getirilmediği takdirde aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir. Ağac icin toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar icin solunum gibi, yemek, icmek gibi... Eylemin yonu ise, dışarıdan iceriye doğrudur. Muhtac olan varlık aciz duruma duşmemek icin ihtiyaclarını dış Âlemden karşılar. Sıfatsal gereklilikler ise, yerine getirilmediği takdirde aciz bırakmaz, ancak o sıfata golge duşer. Orneğin bir hekim icin, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir. Bu yardımı yerine getirmediği zaman hekim olan şahıs acziyete duşmez, ancak sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur. Bu durum o sıfatı cirkinleştirir. Yine, comertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir. Neticesinde ihsanın olmadığı bir comertlik tasavvur edilemez. Bu tarz gerekliliklerde eylemin yonu iceriden dışarıya doğrudur. İcerideki sıfatsal zenginlikler, manevî guzellikler, kemal mertebedeki erdemler dışarıda tezahur etmek isterler.


(Buraya dikkat et!)


Ornekleyerek acacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler soylemeye, Mevlana’yı mesnevîler yazmaya ozlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en kucuk bir cirkinlik yoksa, neticelerde cirkinlikler değil guzellikler acığa cıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yuksek coşkular, sıfatlar, kemal mertebede erdemler sahibi olan Zat’ı Akdes de, zÂtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemÂli yaratmakla meydana koymuştur. Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz.. bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kainat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır. Oncelikli olarak bu mukemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrÂk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir.

İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikuladeliğin ve kemÂlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemÂl ve cemÂlin sahibini idrak etmektedirler. Alemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler. Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkan verecek bir donanımla, yine gerceğin perdesizce, doğrudan ve duşunmeksizin gorulebileceği bir ortamda varoldukları icin, tasdik ve itaat onlar icin neredeyse kacınılmazdır. Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi kacınılmazdır. Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar. O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senÂlarını doğrudan O’nun zÂtına sunarlar.

İnsan ise, kainatta kendini gosteren cemÂl ve kemÂle ozgur ve ozgun bir muhatap olarak yaratılmıştır. Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azÂmetinin ve icraatlarının doğrudan gorulebildiği, ZÂt’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki ozgurluğun acığa cıkması mumkun değildir. Bu nedenle kemal mertebedeki sıfatları şiddetle gorunmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle ZÂt’ını gizleyecektir ve gizlemiştir. Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta catlayacak, nevş-u nema bulacaktır. Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yurunecek… her şey icin bir sebep bulunacaktır. Boylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak gorulen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir.

İnsandaki ozgunleşmenin temel şartı ozgurluk, ozgurluğun gereği ise irade, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır. İrade ise ancak tercih imkÂnının bulunduğu bir ortamda gelişebilir. Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu surec nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuclanacaktır. İşte, hayır ve şer nihayetsiz ceşitlilik icerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır. Boylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan ozelliklerin, yani insaniyetinin acılımı icin bir eğitim ve imtihan surecine tabi tutulacaktır. Ancak, bu insanî acılımın bir netice verebilmesi icin, işleyen surecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır. Cunku insan, anne karnındaki gelişim surecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dunya hayatına acılması gibi, ozunde meydana gelen gelişimin ve acılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret alemlerine alınacaktır. Oyle ise hayır ve şer ortamında işleyen surec sınırlandırılacaktır. İşte, bir sınır olarak omur tayin edilmiş, olum takdir edilmiştir.

Bu kainatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir. İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azami bir noktada verim alınmaktadır. Oyle ise bu işleyen surec en ust duzeyde bereketlendirilecektir. Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir. İşte birer tahrikci olarak ilham melekleri hayrı coğaltmak uzere yardımcı olarak insanın yanına verilmiş, şeytanlar birer şer tahrikcisi olarak başına musallat edilmiştir.

İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaclarla gonderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Tum bunlar ve ihtiyacı olabilecek her turlu ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak onune konulmuştur. Tum bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber (s.a.v.) onune rehber ve imam olarak tayin edilmiştir. Artık insan neyi, nasıl ve nicin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir.

İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin. Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi icin lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, onune ise lezzetlerin binbir ceşidi ikram olarak serilmiştir. Boylece insan, kendisini yaratarak hayata gonderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin gorerek algıladıkları bir mertebeden cok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir. Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, cok yuksek gayelerle yaratılan insanın yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye calışmaması icin ozgurluğunun perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır. İşte sınırlar, sozlu yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir. Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır.

Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki goruntuler ve ilişkiler carpan insanın, bu ilişkileri ozgurce sorgulayarak sebep-sonuc bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gosteren gerceklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tum varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı icerisinde yaratılmıştır.

İnsanın mahiyetine, her turlu isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir oz olarak fıtrat yerleştirilmiştir. Fıtrat dediğimiz bu ‘oz’un, şuurla ciddi bir irtibatı vardır. Hakla batılı ayırt edebilmesi icin şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi icin, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir. Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak duşunebilmesi icin hafıza ihsan edilmiştir. Duşuncelerin gorsel planda değerlendirilebilmesi icin ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine. Her turlu anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye donuşturebilmesi icin kalpler verilmiştir. Coşkulara donuşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması icin her yonle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir.

Ve nihayet, ulaşılan tum gerceklerden ve kavranılan tum ozelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir. Gercek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz icindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz. ‘Bu benim’ diyebildiğimiz icindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine duşebiliyoruz. Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu ozelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği icindir ki; ZÂt’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz. Şefkat duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkanını bulabilecek miydik?

Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti duşunebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu ZÂt’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik?

Ozetle insan, doğrudan bir etkileşim icerisinde kalmadan, O’nun yaratmasındaki kemÂli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz guzelliği, ZÂt’ındaki tarifi mumkun olmayan coşkuları kavrayabilmek icin; bu kavrayışındaki anlamları ‘ozgurce tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sozlu olarak ilan’ ve ‘gormedikleri Rablerinin huzuruna, gorurcesine bir yakınlık icerisinde sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yuce olduğunu kavramak’ uzere yaratılmıştır. Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, ozellikle insana karşı ozel bir sevgisi ve ozenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve ozenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya calışmasıdır. Bu cabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir. İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mumkun olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mumkun olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Adem’e secde ettirten o hakikate rÂm olmuş olacaktır.

__________________