TEKFÎR VE TEKFÎRCİLİK MESELELERİ 1
Tekfîr; Musluman olarak bilinen bir kimsenin Tevhîd akidesine aykırı inanc, soz ve fiillerinden dolayı kufrune hukmedilmesi demektir. Yani o kimseye “kÂfir” demektir. Tekfîrin şartları oluşup, engelleri tamamen ortadan kalktığı bir durumda kufur hukmunu vermek zaruridir. Bu hukum, aynen Allah’ın diğer hukumleri gibi İlÂhi hukumlerdendir. Allah’ın dinine gore kÂfire “kÂfir”, Muslumana da “Musluman” demek farzdır. KÂfir’e “kÂfir” demek, Musluman olan bir kişiye “Musluman” demek gibi bir durumdur. Biz nasıl ki, iman edenleri “Mu’min” ve “Muvahhid” diye isimlendiriyorsak; inancı bozuk olanları da “muşrik” diye isimlendiririz. Fakat ulu orta birilerine kÂfir demek doğru değildir! Şuna da dikkat edelim; tekfîr işi, ehliyetsiz kimselerin ağzında sakız olmamalıdır! Cunku tekfîr meselesini bilmeden yapılan nitelemeler, tekfîrcilik olacaktır. Bu da bir tur hastalıktır! Avamın bu konuyu tam olarak bilmesi mumkun değildir. Belki bir kısım meseleleri bilir ama bu yetmez! Bu konuda cur’etkÂr olmaktan sakınılmalıdır! İslÂmî ilimleri, İslÂm akidesini, usûlu, insanların icinde bulunduğu şartları ancak ilim ehli bilir. Her konuda olduğu gibi; gerekli durumlarda tekfîr konusunda da Âlimlere muracaat etmek gerekir.
Bir de irtidÂd vardır ki; “dinden cıkmak” demektir. Dinden cıkana ise, “murted” denir. Bu itibarla tekfîr, bir şahsın başkası tarafından kufre nispet edilmesi iken; irtidÂd kişinin kendi irade ve ifadesiyle dinden cıkmaya karar vermesi demektir. Bir kimseye kufur hukmunun verilmesi ve ona murted denmesi dunyevî acıdan ağır cezaları gerektirir.
Bu nedenle tekfîr konusunda cok titiz davranmak gerekir; gelişiguzel tekfîr konusundaki iddialara dayanarak, bu kimselere murtedlerin hukumleri uygulanmaz! İslÂm hukukunun yururlukte olduğu asırlarda bile bu konuda bu kadar ciddiyet, titizlik ve dikkat olcusunde hareket edilip, ihtiyat ve teennî ile hukum verilirken; cahilî ortamlarda herkesin bu konuya karşı cok meraklı ve istekli olmaması icap eder.
Bir kimseyi tekfîr etmenin ferdî yonden ağır sonuclar doğurmasının yanında, toplumsal ve ailevî yonden de ağır sonucları vardır. Mesela; tekfîr edilen kişiye dunyada Musluman muamelesi yapılmaz, selam verilmez, selamı alınmaz, kestikleri yenilmez, Musluman bir hanımla evlenemez, Muslumana mirascı olamaz, olduğunde cenaze namazı kılınmaz ve Muslumanların kabristanına defnedilmez.
Tekfîrin bu denli ağır sonucları bulunduğundan bu konuda cok titiz davranmak ve rastgele ve ilimsizce tekfîrden sakınmak gerekir!
Peygamberimizin teblîğ siyasetinde amac tekfîr etmek değil, insanların Muslumanlaştırılmasına gayret etmek olmuştur. Orneğin, Medine doneminde kendisine munafıkların isimleri bildirildiği halde; o isimleri ifşÃ‚ etmemiştir. Pek cok Hadislerinde “Ben Muslumanım” diyeni kufurle itham etmekten sakındırmıştır.
Ebû Hureyre'den rivÂyet edildiğine gore; Rasûlullah şoyle buyurmuştur: “Bir adam kardeşine ‘ey kÂfir!’ dediği zaman, ikisinden biri bu sıfatla donmuş olur.” (BuhÂrî, KitÂbu’l Edeb, 73)
Peygamberimiz, muttefekun aleyh bir Hadislerinde ise şoyle buyurmaktadır: "Kim bir insanı 'kÂfir' diye cağırırsa yahut oyle olmadığı halde, "ey Allah'ın duşmanı!" derse, soylediği soz kendisine doner." (BuhÂrî, Muslim)
Hadisimize gore, Musluman bir kimseye kÂfir dendiğinde bu soz doğru ise, soylenen kişi kÂfir olur; bu soz doğru değilse sozu kendisine doner. Bir Muslumana “kÂfir” diyen kişi, bu sozunu tefsîr ve te’vîl ederse kufre girmez. Haklı bir gerekceyle tekfîr yapan bir kişi, tekfîrin gerekcesini acıklarsa gunaha ya da kufre girmediği gibi; ma’zûr (ozurlu) sayılır.
Bu konuda HÂtib bin Ebî Beltea kıssası acık bir delildir.
HÂtib, muhacirlerden ve Bedir ashabındandır. Uhud ve Hendek savaşlarına da katıldı. RıdvÂn biatında ve Hudeybiye’de bulundu. Bu olay şoyle gelişti: HÂtib, Medine’ye hicret edince cocukları ve malları Mekke’de kalmıştı. Bu şahıs Kureyşli değildi. Mekke’de kalan ailesini koruyacak hic kimsesi yoktu. Mekkeliler, Hudeybiye anlaşmasını bozunca Rasûlullah Mekke’yi fethetmeye karar verdi ve Muslumanlara savaş icin hazırlanmalarını emretti. Peygamberimiz diğer savaşlarda olduğu gibi, bu harekÂtı da gizli tuttu. HÂtib, Medine’de kalan aile efradına Kureyşlilerin yardımlarını sağlamak amacıyla, Rasûlullah’ın onlara karşı savaşmak istediğini bildiren bir mektup yazdı ve bu mektubu Kureyş’ten olan bir kadınla Mekke’ye gonderdi. Bunun uzerine Allah TeÂlÂ, Peygamberine bu mektubun gonderilişini haber verdi. Peygamberimiz de kadının arkasından adamlar gondererek mektubu yakalatıp getirtti.
Hz. Ali anlatıyor: ‘Allah Rasûlu beni, Zubeyr’i ve MikdÂd’ı gonderip dedi ki: “Ravdatu HÂh denilen yere gidin. Orada beraberinde mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. O mektubu ondan alıp getiriniz.” Soz konusu mektubu alıp getirdiler. HÂtib tarafından gonderildiği anlaşılan mektupta, bazı muşriklere Hz. Peygamberin ordusuyla Mekke uzerine yuruduğunu, yalnız gelse dahi mutlaka Allah’ın ona vaad ettiği zaferi elde edeceğini belirtiyordu.
İşte bu olay uzerine Mumtehine Sûresinin ilk Ayeti nÂzil oldu. (BuhÂrî, MeğÂzî, 46; Tefsîr, Mumtehine, 1; Muslim, FedÂilu’s SahÂbe, 161; Ebû DÂvûd, CihÂd 68; Tirmizî, Tefsîr, 60. Sûre, 1. Hadis)
Bu olay uzerine Peygamberimiz: “Ey HÂtib bu nedir?” diye sordu.
HÂtib: “Ey Allah’ın Rasûlu hakkımda acele davranma. Ben Kureyş soyundan değilim. Seninle beraber bulunan muhacirlerin her birinin orada akrabaları var. Bunlar o akrabaları aracılığıyla Mekke’deki aile fertlerini ve mallarını koruyabiliyorlar. Benim onlarla bir soy bağım olmadığı icin, onlardan destek sağlamak istedim ki, onlar akrabalarımı korusunlar. Ben bu işi ne kÂfirliğimden dolayı yaptım, ne de dinimden donduğumden dolayı” dedi.
Bunun uzerine Rasûlullah, sahabîlere: “O size doğruyu soyledi” dedi.
Hz. Omer ise: “YÂ Rasûlallah! Bırak beni, bu munafığın boynunu vurayım” dedi.
Rasûl: “O Bedir’e katılmıştır. Ne bileceksin belki de Allah, Bedir ehline baktı ve onlara "İstediğinizi yapın. Ben sizi affettim” dedi.
İşte bunun uzerine: "Ey iman edenler, benim de duşmanım, sizin de duşmanınız olanları dostlar edinmeyin." (Mumtehine: 1) Ayeti nÂzil oldu. (BuhÂrî, Tefsîr; Tirmizî, Tefsîr)
Bu olay uzerine Hz. Omer, HÂtib’e “munafık” demiştir, ama zÂhiren HÂtib’in yaptığı davranış muşrikleri dost edinmek olduğu icin; Hz. Omer’in bu davranışı olayı tefsîr etmektir.
Bu nedenle din kardeşine “kÂfir” dediği icin; bu hukum kendisine donmez, ma’zûr sayılır.
HÂtib’in davranışı da cok buyuk bir suc olmasına rağmen; amacı sadece Mekke’deki yakınlarını ve mallarını korumak olduğu icin kufre girmemiştir. Hz. Omer’in acele davranıp tekfîr etmesine rağmen; Peygamberimiz bu sahabîyi tekfîr etmemiştir. Cunku her ne kadar bu amel gorunuş olarak kufur ameli olsa dahi; bu amelin te’vîl boyutunda kufur yoktur! Meşru olan bir te’vîl de tekfîri engelleyen mÂnialardandır. Fakat bu davranışın suc olduğunu da soyleyelim. Peygamberimiz, HÂtib’in Bedir ashabından olduğu icin Allah’ın onu bağışladığını bildirmiştir. Bazı gunahlarımıza guzel amellerimiz bu şekilde keffÂret olabilir.
Bu nokta da hemen şunu da hatırlatalım: Gunumuzde ya da gecmişte bir gunahını ya da hatasını bildiğimiz bir kimse aleyhinde konuşmamak gerekir; belki de Allah, o kişinin o gunahını işlediği başka bir sÂlih ameli sebebiyle affetmiş olabilir.
Mesela; Hz. Ali’ye biat etmeyen ve onunla Sıffîn’de 657’de savaşan MuÂviye; vahiy katipliği yapması, onceki halifelere biat edip o donemlerde Şam valiliği doneminde buyuk hizmetlerde bulunması gibi amelleri nedeniyle belki de Allah tarafından affedilmiştir. Ama bazı insanlar onun aleyhinde konuşmaya devam edebiliyorlar! Muslumanın aleyhinde konuşmak cÂiz olmadığı gibi, haddi aşmak iftira ve zulumdur. Belki de o, affedilmiştir; neden onu eleştirelim! Tarihî şahsiyetlerin yaptıkları yanlışları konuşmayacağız, değerlendirme yapmayacağız anlamında değil, bu ifadelerimiz. Tabi ki, Kur’an ve Sunnete gore; yanlışa yanlış, doğruya doğru diyeceğiz. Ama o olayların kahramanları uzerinde odaklanmak kimseye bir şey kazandırmaz. Bu noktadaki konuşmalarımızın olculu olması icap eder.
Konumuzun seyrini bu noktaya getirmişken, ana konumuza devam edelim. Tekfîr ve Tekfîrcilik olaylarını değerlendiriyoruz. Birincisi meşru, ikincisi gayr-i meşrudur.
Tekfîrcilik olayı Hz. Ali donemine kadar dayanır. Tekfîrcilik fitnesini ummetin başına HÂricîler bela etmişlerdir. Hz. Ali ile MuÂviye arasında gercekleşen Sıffîn savaşında daha fazla Musluman kanı akıtılmaması icin iki taraf hakem secip aralarında ortak bir anlaşmaya varmaya karar verdiler (H. 37, Ramazan). Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa el-Eş’ari, MuÂviye’nin hakemi ise Amr b. El-Ass oldu. Ancak HÂricîler “Hukum ancak Allah’ındır” (En’Âm: 57, Yûsuf: 40, 67) diyerek hakemin hukmunu isteyenleri tekfîr ettiler. Gorunuşte Kur’an’a uyuyorlar gibi gozuken HÂricîlerin asıl amacları fitne cıkarmak idi.
Hatta hakeme başvurma meselesini bir aldatmayla kabul ettirmek icin pek cok entrikalara girişmişlerdi! Mesela; Amr’ın onerisiyle Kur’an sahifeleri mızrakların ucuna asılıp, “Hukum Allah’ındır” diye bağrıştılar! Aralarında Allah’ın Kitabının hakem olmasını istediler. Bunun bir hile olduğunu Hz. Ali biliyordu. Hatta onların soylediği bu sozler icin; “kendisiyle bÂtıl kastedilen hak soz” diyecekti! Ama yapabileceği bir şey yoktur! Artık fitne her yeri kuşatmıştır. Oluk gibi Musluman kanı akıtılıyordu. Buna bir son vermek gerekmekteydi! Nihayetinde, Hz. Ali de teklif edilen tahkim konusunu kabul etti.
Fitnenin ardı arkası kesilmiyordu ki. Bu sefer de hakemin hukmune razı olan Hz. Ali ve taraftarları ile MuÂviye ile yandaşları HÂricîler tarafından kufre nispet edildiler. Bu olaya “Hakem Olayı” denir. Hz. Ali, savaş esnasında ısrarla hakeme başvurulmasını soyleyen bu azınlık yuzunden hakeme gitmeye razı oldu; sonra da yine onlar tarafından tekfîr edildi!
Sonucta da hakem olayı, Amr’ın bir hileyle MuÂviye’yi halife tayin etmesiyle sonuclandı. Hileli hakemlik olayı şoyle gercekleşti:
Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa: “Bu iki kişiden (Hz. Ali ile MuÂviye) halifeliği almak, sonra şûra’ya muracaat etme goruşundeyim. Muslumanlar iclerinden dilediklerini halife secsinler” deyince; MuÂviye’nin hakemi Amr: “Tamam, cozum dediğin budur işte!” dedi.
Bunun uzerine hakemler halkın huzuruna cıktılar.
Ebû Musa: “Ben ve Amr anlaştık; inşÃ‚Allah, Allah Muslumanları duzene sokar” dedi.
Amr, onu onaylayarak, Ebû Musa’ya kararını once onun bildirmesini soyledi.
Abdullah b. AbbÂs hemen Ebû Musa’nın yanına gelerek onu uyardı ve: “Amr seni aldatır, bir karara vardıysanız once sozu Amr’a ver; cunku ona guvenilmez” dedi.
Ebû Musa iyi niyetli bir insandı, bir sorun olmayacağını soyledi ve kararını acıkladı: “Ben Ali’yi ve MuÂviye’yi halifelikten azlettim. Artık siz kimi dilerseniz onu halife seciniz.”
Amr, bunun uzerine halka donerek: “Sozlerini duydunuz; o, kendisini hakem tayin eden Ali’yi halifelikten uzaklaştırdı. Ben de beni hakem tayin eden MuÂviye’yi halifeliğe sectim” dedi.
Hileyle sonuclanan bu olaydan sonra; Hz. Ali’yi hakeme gitmeye zorlayan bir grup, onu hakeme başvurduğu icin buyuk gunah işlemekle itham edip, kufre girdiğini ve tevbe etmesi gerektiğini soylediler. Hz. Ali’nin dinden cıktığını duşunen bu bid’atcı hareket, bedevilerin de katılımıyla guclendi ve Nehrevan savaşına yol actı. Bu savaşta HÂricîler, tarih sahnesine cıkmışlar ve İslÂm tarihinde ilk mezhepleşmeler ortaya cıkmıştır: Sunnî, Şiî ve HÂricî mezhepleri.
Hakem olayı ve devamında Nehrevan savaşı, İslÂm tarihinde ortaya cıkan ilk fitnedir ki; o fitne, Muslumanı tekfîr fitnesidir!
HÂricîler, “Hukum ancak Allah’ındır” Ayetini keyfi yorumlayıp; Allah’tan başkasının hakem olamayacağını, hukum veremeyeceğini soylemişlerdir. Sonucta; hakem olayının ummet arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki akan kardeş kanını durduracağını duşunen Hz. Ali kufurle suclanmıştır!
Tekfîrciliğin tarihine bakacak olursak, bununla kastedilenin Allah’ın “kÂfir” dediğine ya da tÂğûtlara “kÂfir demek” olmadığı anlaşılacaktır. Allah’ın hukmunde kufur ve kÂfir olan bir durumu aynen oyle kabullenmek; tekfîrcilik değildir. Bu, Allah’ın iradesine teslimiyettir. Kaldı ki, “tekfîrcilik, tekfîrci” gibi nitelemeler meşru değildir; bunlarla tahkîr ve tenkîd kastedilir! Meşru şekilde kufre “kufur”, kÂfire “kÂfir” demek tekfircilik değildir! Aksine Allah’ın Kitabında olan bir itikÂddır bu davranış! Ancak kufre ve şirke girenleri ve akidesi bozuk olanları bizzat “aynî tekfîr” ile kufre nispet etmeyi kastetmiyoruz. Buna gerek olmayabilir!
Musluman iman etmekle, şirk koşmamakla ve kufurden sakınmakla mukelleftir; bu konularda kusurlu olanları bilmemekten mes’ûl değiliz!
Onemli olan; İslÂm inancını en guzel bir şekilde, bilmeyenlere ulaştırabilmektir. Bunu yapabilmemiz icin de, cevremizdeki inancı bozuk insanlarla dunya işlerinde iyi gecinmek gerekir. Akidesi bozuk olanlara teblîğ yapacağım diye, onları tekfîr edip, dışlamak, kotulemek, aşağılamak, suclamak, tavır koymak doğru değildir! KÂmil mu’min ahlakıyla, durustluğuyle, sadÂkat ve vefÂsıyla, guler yuz ve guzel sozuyle cevresinde herkes tarafından sevilir, sayılır, değer verilir.
Teblîğ etmek; ne tekfîr etmek demektir ne de cevreye, akrabaya, arkadaşlara ve tanıdık kimselere karşı tavır koyup, dışlayıcı olmaktır! Teblîğ, Tevhîd akidesini acık şekilde muhataba ulaştırmaktır. Onun iman etmesinin onundeki manevi engelleri ilimle kaldırmak, onun yolunu acmaktır.
“İman, tekfîr ile başlıyor. Bu nedenle halka İslÂm’ı sunarken onları tekfîrle işe başlamalıyız” diyenler, pek cok meseleyi karıştırıyorlar! Evet, imanın ilk şartı tÂğûtu reddir. TÂğûtu reddetmeden yapılan iman şeklinin, muşriklerin inanc şekli olduğu herkesce bilinmektedir. Ancak tÂğûtu tekfîr, imanın şartıdır; yani Musluman olabilmek icin sahte ilÂhları tanımayıp, Allah’ın mutlak iradesine teslim olmak gerekir.
Fakat tekfîr, teblîğin amacı değildir! Teblîğin amacı, hidÂyetten mahrum kimselerin tÂğûtu tekfîr edebilecekleri bir aşamaya gelmeleri icin, kendilerine Allah’ın emir ve talimatlarını ulaştırmaktır.
Teblîğ esnasında tekfîr sevdasından kacınmakta fayda vardır; bu iş, Âlimlere bırakılmalıdır. Tekfîrcilik mÂnevî bir hastalıktır, tedavi edilmesi gerekir.
İlmi olmayanların, neyin tekfîr, neyin tekfîrcilik olduğunu ayırt etmeleri mumkun olmaz!
İslÂm ummetinin başına bela olan ilk buyuk fitne olduğu unutulmamalıdır!
Hem de ummetin en şereflilerini bile tekfîr etmeye goturecek kadar salgın bir hastalık!
Ancak cÂhillerden ve bedevilerden ilgi ve destek gorecek aşırılık yolu!
Selefin ve tum ummetin yolundan sapan sapkın bir hareket!
Ayrıca bir kez daha hatırlatalım. Tekfîrcilik, kÂfirin kÂfir olduğuna itikÂd etmek –kufru kufur olarak bilmek- değil; Muslumanı tekfîr etmektir!
Tekfîrcilik ozellikle ilim sahibi olmayan, yeni iman etmiş, imanı kalplerinde kokleşmemiş, heyecanlı ve aşırı mizactaki kimselerde gorulur.
Adeta bazı Muslumanlar veya iman iddiasındakiler, kendileri gibi duşunmeyen ya da bazı meselelere inanma hususunda ayrılığa duştukleri kişilere kÂfir diyerek nefsî bir haz duyarlar ve rahatladıklarını hissederler!
Hatta bir meselede tartıştığı ya da bir olayda sorun yaşadığı Muslumanı bile neredeyse tekfîr edenlere rastlamaktayız gunumuzde!
Muhatabımız Musluman olmasa dahi; meşru olan tekfîrle onu kendimizden nefret ettirmek yerine onun kurtuluşu icin cabalamalıyız. Onu acıkca tekfîr etmek bize ne kazandırır ki? O kimseyi bizden uzaklaştırmaktan başka! Kaldı ki, insanların kufur icinde olmaları normalde Muslumana uzuntu vermesi gerekir. Bu şekilde hisseden kimsenin aklına tekfîr gelir mi?
Biri ateşe koşuyorsa ya da ucuruma doğru gidiyorsa; Muslumana duşen, onu kurtarmaktır. Onu kurtarırken de en guzel sebeplere sarılır. Bu durumdaki kişiye kızmak ve onu kotulemek sağlıklı bir tutum değildir.
Bir kimse kaza yapmışsa; o kazazedeyi suclamak makul mudur? Ya da gozleri gormeyen bir kimse trafiğin yoğun olduğu yola girmek uzere hemen onu kurtarmaz mıyız? Veya yolunun ustunde cukur var, bir adım atsa icine duşecek, koşup ona yardım etmez miyiz?
Demek ki, sıkıntılı anlarda olan kimselere merhamet, şefkat ve iyi duygularla yaklaşır ve onlara suratle yardım etmeye calışırız. Teblîğ de boyledir...
Bir kişiye teblîğ icin gideceksiniz diyelim… O kişinin akidesinin bozuk olduğunu biliyorsunuz, hedefiniz onu tekfîr etmek mi olmalıdır, yoksa onu ateşe duşmekten kurtarmak mı?
Tekfîr icin gidenler sadece kızarlar, kınarlar, kırarlar! Bu usûl, İslÂmî değildir; nefsÂnîdir!
İnancı bizden ayrı bile olsa once onlarla insan olma noktasında ittifak edebilmelidir.
Cunku cevremizdekilere ancak iyi ilişkilerden sonra fayda verebiliriz. Once iyi komşu, iyi arkadaş, iyi akraba, iyi tÂcir olmak lazım; sonra da, o insanlar bize değer verince onlara “Allah şoyle buyurdu” demeliyiz. Hatta insanlarla iyi ilişkilerden sonra; onlar Muslumana teveccuh edecek “Allah ne buyurdu?” diye bizzat kendisi soracaktır. Ama komşusuyla, arkadaşıyla, akrabasıyla, muşterisiyle gecimsiz olan bir kimsenin rastlantılarla bir yerlerde karşılaşıp da konuştuğu meselelere o kimseler değer verir mi! Sevmedikleri o konuşmacı Muslumanı on yargıyla ve buğzla dinleyeceklerdir!
İnsanların guvenini kazanamayan kişi, ağzıyla kuş tutsa yine de itibar gormez! Musluman guvenilirliği, durustluğu, doğruluğu, merhamet ve iyi niyetiyle cevresinde sevilen ve değer verilen bir şahsiyet olmalıdır.
Tuhaftır ki; kendini “muvahhid” gorenlerin dahi bir kısmı, muvahhid Muslumanlarca bile sevilmemektedir! Demek ki sevmeyen ve sevilmeyenden bir taraf yanlış yoldadır!
Sonuc olarak, Tevhîd en guzel şekilde anlatılmalıdır ama hidÂyetin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu da unutmamalıdır! Dolayısıyla “niye iman etmiyorlar?” diye kimseye kızmamak gerekir. “Demek ki, iman edemiyorlar, buna layık değiller” diye duşunmelidir.
Bu gerceği unutanlar “tekfîrci” olurlar, aşırı kişilik ozelliklerini “takv” adı altında benimserler! Teblîğ yerine tekfîri, merhamet yerine kini, kolaylık yerine zorluğu, mujdelemek yerine nefret ettirmeyi, arkadaş olmak yerine tavır koymayı ve asosyalliği secerler… Bu, sağlıklı bir insanın psikolojisi değildir!
Bu ifadelerden, İslÂm’ın acıkca ve olduğu gibi anlatılması gerektiği gerceğinin goz ardı edildiği sanılmasın! Tevhîd’i teblîğ ederken, dinsizlerle bÂtıl uzerinde uzlaşma ya da onlara yağcılık yapılmasını savunduğumuz şeklinde bir vehme kapılmayalım!
Apacık kufur olan sıfatları kim taşırsa elbette kufre girer ve kÂfir olur. Ama onun kufrunu dile dolamak yanlıştır. Kalbimizde bilmek kÂfidir; zaten mu’min, “kim kÂfir?” ve “kim iman ediyor?” bilmektedir. İman eden kimse; kendisi gibi iman etmeyenleri de hemen tanır.
Mesela; Allah’ın gonderdiği emir ve yasakların devrinin gectiğini ve bunların “eskilerin masalları” olduğunu soyleyen kişi, kim olursa olsun kÂfirdir!
Aslında cÂhiliyye cağlarında pek cok insan, kufr-u mûcib soz ve davranışlar sergilemektedir. Onemli olan bu tur insanlarla guzellikle gecinebilmeyi başarabilmektir.
İnsanların kufur konusunda tayin edilerek, adlarının sohbet konusu yapılması, arkalarından ya da onlerinden dedikodularını yapmak yanlıştır!
Bu dunyada –istisnÂî asırlar haric- herkesin aynı inancta olmasının mumkun olmayacağını unutmamak gerekir.
Herkesin inancı kendinedir! Ayrıca inanclar, bir başkasının meşru ozgurluk alanı ihlal etmediği ve hukuka zarar vermediği surece hayat bulur ve tarih sahnesinde kalır.
Tarih icinde nice inanclar tarihin copluğunu boylamış ya da arşivine kaldırılmıştır. Bunlar insan fıtratını esas almayan ve kişilerin haklarına en cok zulmeden duzenlerdir. Cunku sonunda zulmeden sistemler yıkılmaya mahkûmdur!
İnsan haklarına, adalet ve ozgurluğe değer vermeyen pek cok fikirsel akımlar gecmişte sahne almış, rolunu oynamış, senaryo bitmiş ve sahne kapanmıştır!
Demek ki, insanlığın tarihi kadar gercek olan bir başka realite insanların inanma ihtiyacıdır. Buna meşru olcude saygı duymak ve anlayışlı olmak gerekir.
En onemlisi de, objektifimizi kaybetmeden bizim gibi duşunmeyen bir kişinin yerine kendimizi koyabilmeliyiz; eğer onu anlamak istiyorsak.
Genel olarak şu ifadeyi kullanabiliriz. Zıtlıkları, aykırılıkları, celişkileri, yanlışları ve hataları değil; guzellikleri paylaşmalıyız...
Bunun icin de guzel duşunmeliyiz ki, guzellikleri gorebilelim.
Guzellikleri gorenler, hem guzel bir hayat yaşar hem de yaşatır.
Yusuf Semmak
__________________
Tekfir ve Tekfircilik Meseleleri 1
Dini Bilgiler0 Mesaj
●24 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Tekfir ve Tekfircilik Meseleleri 1