Şefaatı inkÂr eden hatta şirk sayan kimselere nasıl cevap vermeliyiz?
------------------------------------------------------------------

Hazret-i Muhammed AleyhisselÂtu VesselÂma “Makam-ı Mahmud” verilmesi, umum ummete şefaat-ı kubrasına işarettir.”

Şualar



Resulûllah Efendimiz(asm.) mahşer meydanında Makam-ı Mahmud denilen ulvî bir makamda Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o gune kadar duyulmamış hamd cumleleriyle O’nu tÂzim edecek ve kendisine en ileri derecede bir şefaat izni, verilecektir.

Şefaat konusunda bazı kimseler ifrata giderken bazıları tefrite duşuyorlar.

Bazılarını gorursunuz. Allah’ın sevgili kullarının turbelerine o kadar aşırı ve olcusuz rağbet gosterirler ki, sanki ne kadar gunah işlerlerse işlesinler orada medfun zÂt, onları affetmeye guc yetirirmiş gibi...

Bazılarını da gorursunuz, birincilerin aksine, evliyayı inkÂr ederler, kabristanları yerle bir etmeği en buyuk İslÂmî hizmet sayarlar. Kabir ziyaretine karşı cıkar, kabre karşı dua etmeyi şirk sayarlar.

Bunların ikisi de aşırı ve ikisi de İslÂm’ın ruhundan uzak davranışlardır.

Konuyla yakın ilgisi dolayısıyla şirk meselesi uzerinde biraz durmak isteriz.

Şirk, Allah’a ortak koşma cinayeti.. Bununla daha cok, tevhid inancından sapma ve birden fazla ilÂha inanma kasdedilir. Zaten şirkin en dehşetli derecesi ve aftan mahrumiyete goturen şekli de budur.

Bir de şirk-i hafî var, yÂni gizli şirk... Bunda Allah’ın zÂtı birlenmekle beraber, sebeplere, vasıtalara o kadar fazla onem verilir ki, bunlar kişinin kalp Âleminde sanki CenÂb-ı Hakk’a ortakmışcasına bir değer kazanırlar. Şefaatla ilgili tartışmalar, daha cok, şirkin bu ikinci şekli uzerinde cereyan eder.

Burada gozden kacan ve cok iyi değerlendirilmesi gereken bir hakikat var:

Allah, bircok icraatlarını sebepler dairesinde yurutuyor. Bu, O’nun kudsî hikmetinin bir gereği. Sebepleri yaratan da O, belli vazifelerde calıştıran da. O halde, sebep ne inkÂr edilecek, ne de ona olduğundan fazla onem verilecektir. Bunların biri ifrat, diğeri ise tefrittir. Ve ikisi de sırat-ı mustakimden uzaktır.

“Bahcemdeki falan ağac, bu sene şu kadar meyve verdi”, diyen adam, ağacı da meyveyi de Allah’ın yarattığını bilir. Kendisine sorduğumuzda bunu boylece ifade eder. Ama meyveyi ağacın eliyle aldığı icin konuşmasında, mecaz olarak, bu ifadeyi kullanmıştır. Şimdi, bu adama: “Sen şirke duştun.” diyen adam ifrattadır.

İnsanlara rahmet eden, onları rızıklandıran Allah’dır; ama ağacı bu rahmetine vesile etmiş, sebep kılmıştır. Aynı şekilde, guneşi de zemin yuzunun aydınlanmasına sebep etmiştir. Maddî rızıklara ve ışıklara boyle sebepler yaratan Allah’ın, manevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde değerlendirilmelidir.

Bir kul, beşeriyet itibariyle birtakım gunahlar işlemiş olabilir. Mahşer meydanına cıkıldığında bu gunahlarının bağışlanması icin, kendilerine bu noktada izin verilmiş seckin kulların Allah’dan mağfiret dilemeleri nicin şirk olsun!?..

“Her hayır Allah’ın elindedir” hakikatınca hic kimsenin ve hicbir şeyin elinde O’nun vermediği bir hayır olamaz. Eğer Rabbimiz bizlere herhangi bir hayrı başkasının eliyle veriyorsa, biz o hayırda yine O’nun rahmetini gorur, şukrumuzu O’na yaparız. Bu bizim tevhid inancımızın gereğidir.

Affa mazhar olmak da bir hayır. Bu da ancak Allah’dan beklenir. Bir bir velinin kabrine, her hayır onların elindeymişcesine, olcusuz bir muhabbetle bağlanmak elbette İslÂm’ın ruhuna zıt ve bunu tasvip etmek de mumkun değil. Fakat bir kul, gunahlarını ancak Allah’ın affedebileceğinin şuuru icinde: “YÂrabbi beni bu zÂtın hurmetine bağışla” diye duada bulunursa ve bu niyetle o mumtaz ve mubarek zÂtların kabirlerini ziyaret ederse, bunu şirk saymak da en buyuk bir insafsızlık olur.

İbrahim AleyhisselÂm'ın eliyle yapılan KÂbe’yi tavaf etmeyi şirk saymayanların, Âlemlere rahmet olarak gonderilen sevgili Peygamberimizin kabrinin ziyaret edilmesine karşı cıkmaları da anlaşılacak bir mantık değil.

Bir takım kimseler, şefaatı inkÂr ederlerken karşımıza bazı Âyet-i kerimelerle cıkıyorlar. İşin tuhaf tarafı bu adamlar, Âyetle yola cıkarken: “Acaba bu hususda tefsir Âlimleri ne buyurmuşlar” diye lutfen merak bile etmiyorlar. Halbuki, Kur’an’ı anlamak bir ilim meselesidir. Onu tefsir etmek, Kur’an’ın edebî inceliklerini kavrayacak kadar mukemmel bir Arapca bilgisi yanında, Âyetlerin nuzul sebeplerini, nÂzil oldukları şartları, makamları, ilgili oldukları tarihî hÂdiseleri ve daha nice şeyleri bilmeye bağlı. Mesele, sadece basit bir lugat meselesi değil.

Biz, bunun şuurunda olarak, tefsir Âlimlerimizin eserlerinden aldığımız dersleri nakletmekle yetineceğiz.

Arap muşriklerinde yaygın olan bir kanaata gore, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. YÂni onlar, putları Allah katında şefaatcı kabul ediyorlardı. İşte şefaatı reddeden Âyetlerden bir kısmı bu bÂtıl inancı yıkmak icindir. Bir misal:


“Yoksa onlar. Allah’dan başka şefaatcılar mı edindiler. De ki, onlar hicbir şeye guc yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatcı edineceksiniz)!(Zumer Sûresi, 43)


İslÂm’ın, şu Âyet-i kerimelerde kat’i ifadesini bulan temel bir hukmu vardır: Kişi ancak kendi ameliyle iyi veya kotu bir Âkıbete uğrar.



Her nefsin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” (Bakara Sûresi, 286)



“Hicbir gunahkar başkasının gunahını yuklenmez.” (FÂtır Sûresi, 18)


İşte şefaatla ilgili bazı Âyet-i kerimeler mu’mine başkasının yardımına bel bağlamadan, bu dunyada elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesini oğut verme makamındadır.

Bu konudaki bazı Âyetler de kıyametin dehşetini anlatır ve mahşer meydanının, Resulûllah Efendimize (asm.) şefaat musaadesi verilmeden onceki hÂlini tasvir eder.

Bu Âyet-i kerimelerden iki misal:


“Oyle bir gunden korunun ki, o gunde hic kimse hic kimseye hicbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaatci kabul edilir, ne de bir fidye alınır. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara Sûresi, 48)



“O gun kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kacar. O gun herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese Sûresi, 34-37)


Bu Âyet-i kerimeler yanında bir cok Âyetler de şefaatın hak olduğunu acıkca beyan buyururlar. Bu Âyet-i kerimelerin verdiği derse gore, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’n izni ile ve O’nun razı olduğu kullara yapılabilir.

Kulun gunahını ancak Allah affedebilir. Ama bu affı, dilediği seckin kullarının hatırı icin yapmakla onların şerefini butun mahşer ehline ilÂn eder. Bu mÂnÂya en buyuk mazhar Resulûllah Efendimizdir (asm.). Allah’ın O en sevgili kulu, mahşer meydanında Makam-ı Mahmud denilen ulvî bir makamda Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o gune kadar duyulmamış hamd cumleleriyle O’nu tÂzim edecek ve sonunda kendisine şefaat izni verilecektir. O da (asm.) ancak Rabbinin razı olduğu kimselere şefaat edebilecektir.

Bu mÂnÂyı ders veren Âyet-i kerimelerden bir kısmı:



“O’nun huzurunda kendisine izin verdiğinden başkasının şefaatı fayda vermez.” (Sebe’ Sûresi, 23)




“Goklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler icin izin vermedikce onların şefaatı hicbir işe yaramaz” (Necm Sûresi, 26)




“O gun, Ruh (Cebrail) ve melekler saf hÂlinde duracaklardır. Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu soyler.” (Nebe Sûresi, 38)




“O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir!” (Bakara Sûresi, 255)


Bu Âyet-i kerimeler şefaatın hak olduğunu acıkca ifade ettiği halde, artık bu rahmanî muesseseye kim, hangi salÂhiyetle ve neye dayanarak karşı cıkabilir!..
__________________