Kur’Ân "Sen yuce bir ahlak uzerindesin" buyurarak tarif ettiği bir Peygamber’in, kendisinden bir şeyler dinlemek icin saygıyla meclisine koşarak gelen bir mumine –ustelik a’ma olmaması cihetiyle şefkate ziyadesiyle muhtac ve mustehak birisine – yuz ekşitip sırtını cevirmesi mumkun gozukmemektedir.

Yuzunu ekşitip sırtını ceviren kimdir? Dunden bugune bu ayetle ilgili olarak yapılan yorumların buyuk coğunluğuna gore, bu ifadelerle Hz. Peygamber (s.a.s) kastedilmiştir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, Musa CÂrullah (o.1949), M. Huseyn et-Tabatabaî (o. 1981) ve Fethullah Gulen hocaefendi bu iki ifadeyle kastedilenin, Hz. Peygamber olamayacağını ve bu fiillerin muhatabının kibir ve istiğna icinde inkarında direnen, Kureyş’in onde gelen muşriklerinden birisi olduğunu belirtmişlerdir. (Bkz., M. Carullah, Kitabu’s-Sunne, s. 42; Tabatabaî, el-Mîzan fî Tefsiri’l-Kur’Ân, XX, 199-202; F. Gulen, Sonsuz Nur, II, 209-215.)
Surede yer alan abese ve tevell ifadelerinin muhatabının neden Peygamberimiz olamayacağını beş farklı acıdan ele alıp değerlendirmeğe calışacağız:
1. Efendimiz’in (s.a.s.) Yuce Ahlakı İtibarıyla
Her şeyden once Kur’Ân’ın “Sen yuce bir ahlak uzerindesin” (Kalem, 68/4.) buyurarak tarif ettiği bir Peygamber’in, kendisinden bir şeyler dinlemek icin saygıyla meclisine koşarak gelen bir mumine -ustelik a’m olması cihetiyle şefkate ziyadesiyle muhtac ve mustehak birisine- yuz ekşitip sırtını cevirmesi mumkun gozukmemektedir.
2. İlk İki Ayeti Takip Eden Cumlenin Tabi olduğu Gramer Acısından
Bu başlık altında surenin 3. ve 4. ayetini dilbilgisi kuralları ve anlam butunluğu acısından değerlendireceğiz.
Biz, burada surenin وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى ayetleriyle ilgili olarak, son derece basit, ancak şimdiye kadar gozden kacmış onemli bir hususa dikkat cekmek istiyoruz. Şoyle ki bu ayette gecen يُدْرِي fiili, “ أَدْرى ” fiilinin muzarisi olup, ‘bildirmek, haber vermek’ gibi anlamlara gelir. Muteaddî bir fiil olması sebebiyle de iki mef’ûl alır. وَمَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ ‘Din gununun ne olduğunu sana bildiren nedir?’ (İnfitar, 17/82) ayetinde gorulduğu gibi.Bu surede Hz. Peygamberin (s.a.s) Allah tarafından dikkatinin cekildiği acıktır. Ancak, bu duruma sebep olan husus, iddia edildiği gibi, O'nun, bulunduğu meclise kendisinden yararlanmak icin gelen a'mÂya (Abdullah İbn Ummi Mektum'a) karşı, sergilemiş olduğu zannedilen bir yuz ekşitme ve sırt cevirme değildir.
Dikkat edilirse ‘edrÂ’ fiili burada iki meful almıştır. Birincisi ‘sana’ anlamındaki كَ zamiridir. Diğeri ise cumle halindeki مَا يَوْمُ الدِّين kısmıdır. Tabiatıyla bu fiilin ozelliği, uzerinde durduğumuz ayet icin de gecerlidir. Yani bu ayette de كَ zamiri yine birinci mefuldur. İkinci meful ise لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى cumlesidir. İzahına calıştığımız bu durumdan hareketle ayete verilmesi gereken meal şoyle olmalıdır: “(Ey Nebi), onun belki arınacağını yahut alacağı oğudun kendisine bir yarar sağlayacağını sana ne/kim bildirdi?” (İnfitar, 82/17) Nitekim Kadî Beyzavî, bu ayetle ilgili olarak kabul edilen goruşu aktardıktan sonra, ikinci bir tevcihten bahseder. Bu tevcihe gore, وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكى ayetinin, ‘lealle’ kelimesinde gecen zamir, ‘kafir’ kişiye raci olup Hz. Peygamber’e şu mesaj verilir: ‘Ey Nebi, o kafirin kendini İslam ile arındıracağını veya senden alacağı oğutten yararlanacağını ummaktasın/beklemektesin. Umup beklediğin bu sonucun gercekleşebileceğini sana ne/kim bildirdi? (ve ma yudrike..?) (Bkz. el-Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, IV, 524)
Şarih ŞeyhzÂde, Beyzavî’nin bu ikinci tevcihindeki ‘ma yudrike?’ kalıbının “l yudrike şey’un” anlamında olduğunu belirtir (Aynı yer). Beyzavî’nin tefsirinde ‘ve kîle..’ şeklinde yer alan bu tevcih haric, gorebildiğimiz kadarıyla tefsirlerimizde -edr fiili icin duşunulmesi gereken ikinci mefulun dikkate alınmasıyla yapılmış- başka bir yoruma rastlamış değiliz.
Durum boyle iken, aynı zamanda birer dil uzmanı olan mufessirlerimiz bu hususu gozetmeksizin zorlamalı farklı bir tercihe neden başvurmuşlardır? Bizce bunun sebebi, onların ‘abese’ ve ‘tevellÂ’ fiilleriyle kastedilen kişinin ‘Hz. Peygamber olduğu’ ihtimalini, aksini duşunmeyecek şekilde kabullenmiş olmalarıdır. Boyle bir on kabul ise, onları bu cumlenin anlamıyla ilgili olarak zorlamalı tercumelere sevketmiştir; iki mef’ûluyle birlikte tek bir cumle olarak duşunulup tercume edilmesi gereken ayeti, zorunlu olarak iki ayrı cumle şeklinde ele almışlardır. Buna bağlı olarak –İbn Ummi Mektum kastedilerek- ayete, ‘Ne bilirsin, belki de o arınacak, yahut oğut alacaktı da bu oğut kendisine fayda verecekti.’ veya ‘Onun halini sana kim bildirdi! Belki de o temizlenecek…’ şeklinde anlamlar vermişlerdir.
Boyle bir tevcihte ‘ve ma yudrîke?’ cumlesindeki edr fiilinin mef’ûlu mahzuf olarak duşunulmektedir. Buna gore cumleye kacınılmaz olarak bilinen meal verilmektedir: ‘Ey Nebi, gelen a’mÂnın durumunu/akıbetini sana ne bildirdi? Ne bilirsin belki de o arınacak…..’ Muhyiddin Derviş, İ’rÂbu’l-Kur’Âni’l-Kerîm adlı tefsirinde, bu cumlenin her iki ihtimal acısından da irabını yapmaktadır. Hatta o irabında onceliği bizim tercih ettiğimiz tevcihe (yani edr fiilinin iki mefuluyle birlikte duşunulmesini gerekli kılan tevcihe) vermektedir. Ancak, buna rağmen o da yorumlarını genel kabul istikametinde yapmaktadır. Şu kadar ki M. Derviş, -ilgili ayetlerin tefsirinin sonunda- Şerif Murteza’nın ‘yuz asıp sırt cevirmek Efendimiz’ in duşmanlarına karşı bile gostermediği sıfatlardır, nerde kaldı ki o bu tavırları dinini oğrenmek icin gelen birisine karşı sergilemiş olsun’ cumlesini hatırlatmak suretiyle ‘yuzunu asan ve sırtını cevirenin’ muşrik kişi olabileceği ihtimaline kapıyı acık tutmuş gorunmektedir. (Bkz., M. Derviş, İ’rÂbu’l-Kur’Ân, X, 375-377.)
Biz, bu ayete bu şekilde meal verilmesinin isabetli olamayacağını, bir sonraki ‘surede yer alan bazı karineler acısından’ başlığı altında ayrı bir acıdan yeniden ele alacağız.
Surenin, 3. ve 4. ayetleriyle ilgili durum acıklık kazandıktan sonra şimdi ilk iki ayete tekrar geri donelim. Burada عَبَسَ وَتَوَلَّى أَن جَاءهُ الْأَعْمَى ayetiyle ilgili iki ihtimal soz konusudur: 1. Gerek ‘abese’ ve ‘tevallÂ’ fiillerinin tahtında mustetir iki gaib zamir, gerekse ‘cÂe’ fiiline bitişik ‘ هُُ ’ zamiri Hz. Peygamber’e racidir. 2. İlgili zamirler, mustağni/kibirli muşrik kişiye racidir.
Şimdi sırasıyla bu ihtimaller uzerinde duralım. Birinci ihtimali dikkate aldığımızda ayetin anlamı şoyle olacaktır: “Yanına a’m (biri) geldi diye (Peygamber) yuzunu asıp sırtını dondu.” Meal olarak tercih edilen boyle bir yaklaşım, –surenin 3. ve 4. ayetlerinin gramatik yapısı acısından anlamını dikkate aldığımızda- gecerliliğini yitirmiş olmaktadır. Diğer taraftan bu şekil bir tercumede, surenin muhatabının Hz. Peygamber olduğu hususu unutulmuş bulunmaktadır. Burada demek istediğimiz şudur ki, madem ki bu sure, İbn Ummi Mektum’dan oturu Hz. Peygamber’in dikkatini cekmek icin indirilmiştir, o zaman ilk ayetlerde de Hz. Peygamber’in –ğaib sigasıyla değil de- doğrudan muhatap alınmış olması gerekmez miydi? Yani, iddia edildiği gibi, eğer, yuz ekşitip sırt ceviren Hz. Peygamber ise, o zaman ifadenin ‘Ey Nebi, sana bir a’m geldi diye yuzunu ekşittin ve sırtını cevirdin…’ şeklinde başlaması gerekmez miydi? Kur’Ân’ ın hikmetli ve mubîn uslubuyla da ortuşen boylesi değil midir? Bu noktada ilgili sorularımıza cevap mahiyetinde birisi şoyle diyebilir: ‘Kur’Ân’ın boyle gaibden muhataba gecişi (iltifatı) vardır.’
Bizce Kur’Ân’da zaman zaman gorulen bu turden bir gecişin/iltifatın burada da soz konusu olduğunu duşunmek makul olmasa gerektir. Cunku bunun icin hikmetli ve matlup bir mananın olması gerekir, bu olmadıkca Kur’Ân gaipten muhataba iltifat etmez.
İkinci ihtimali dikkate aldığımızda ise, ilk iki ayetin anlamı şoyle olacaktır: “O (kibirli muşrik), yanına a’m (biri) geldi diye yuzunu astı ve sırtını donup gitti.” Gerek Hz. Peygamber’in yuce ahlakı, gerekse bazı delil ve karineler acısından birinci ihtimalden daha isabetli bulduğumuz boyle bir meal ile ilgili olarak burada birkac noktaya değinmek istiyoruz:
Acıktır ki a’mÂnın, muşrik kişinin yanına gelmesi ondan istifade etmek icin değildir, zira İbn Ummi Mektum, Peygamber’ini dinlemek icin o meclise gelmiştir. Nitekim bu husus surenin “sana saygıyla koşarak varana gelince..” ayetiyle tasrih edilmiştir. Burada onemle hatırlatmak istediğimiz nokta şudur. Abdullah İbn Ummi Mektum soz konusu meclise geldiğinde Hz. Peygamber o sırada muşriklerin buyuklerinden birisiyle ikili olarak goruşmektedir. (Bkz., Muvatta, Tefsiru’l-Kur’Ân, 8; Tirmizî, Tefsiru sure (80), 1.) Oyle anlaşılıyor ki, kibrine yenik duşen bu inkarcı, maddi imkan ve konumu itibariyle fakir ve de a’m olan İbn Ummi Mektum’un yanında bulunmasından rahatsız olmuştu. Zira o, kendi duşunce dunyasına gore, buyuk ve cok onemli birisiydi, yanına (bulunduğu meclise) sıradan/fakir insanlar gelmemeliydi. İşte o kibirli inkarcı bu durumu bir gurur meselesi yapıp surat asmış ve sonra da sırtını donup oradan ayrılmıştır.
Bu cumleden olmak uzere diyebiliriz ki bu surede Allah (c.c.), once ilk iki ayetle hadiseyi bizzat yaşayan Hz. Peygamber’e, o gun muşrik kişinin sergilemiş olduğu tavrı hatırlatarak başlıyor, sonra ona hitaben “(Ey Nebi), onun belki arınacağını veya alacağı oğudun kendisine bir yarar sağlayacağını sana ne/kim bildirdi?” buyuruyor. İlk dort ayetle birlikte tablo bir butun olarak ele alındığında ise, Allah (c.c.), Peygamber’ine, -onu inkarcı kişi uzerindeki ısrarından vazgecirmeye yonelik olarak- şu mesajı veriyor: (Ey Nebi, sen de bizzat gordun ki) o, kibirli inkarcı yanına a’m biri geldi diye rahatsız olup surat astı ve sonra da sırtını donup gitti. Şimdi bunu gorup bilmene rağmen, o kişinin hidayeti hususunda umidini korumaya değer, sana, şimdi veya onceden bildirilmiş bir şey mi var ki onun uzerinde boyle ısrar ediyorsun? Umitlenip onda ısrar etmene gerek yoktur, cunku o, sana tabi olmaya ihtiyac hisetmeyen bir tavır icindedir. Nitekim bu ayetlerin hemen ardından Hz. Peygambere hitaben, “أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَى فَأَنتَ لَهُ تَصَدَّى (O istiğna gosterene gelince, sen ona yoneliyorsun)” denilerek bu hususa dikkat cekilir. Bu ayeti takip eden bir sonraki ayette ise, Hz. Peygamber’in, -kibrine takılıp kalan muşrik karşısında- vazife endişe ve hassasiyetiyle bir sıkıntı duymasına gerek olmadığını vurgulamak uzere وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى (Onun arınmamasından sana ait bir sorumluluk yoktur) denilir.
3. Surede Yer Alan Bazı Karineler Acısından
3. a. ْوَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى ayetindeki zamirlerin İbn Umm-i Mektum’a raci olduğunun ileri surulebilmesinin şu noktadan da makul olamayacağı gorulmektedir. Şoyle ki; Bu zatla alakalı olarak وَأَمَّا مَن جَاءكَ يَسْعَى وَهُوَ يَخْشَى (Sana (kalbi) haşyet/saygı icinde koşarak varana gelince..) denilmektedir.
Bu ayetten acıkca anlaşılmaktadır ki a’m olarak kendisine atıfta bulunulan bu zat, Hz. Peygamberin sohbetine arzulu/istekli birisidir. Bunu يَسْعَى ifadesinden anlıyoruz. Keza, bu kişi aynı zamanda icinde haşyetin/saygının hakim olduğu birisidir. Bunu da وَهُوَ يَخْشَى cumlesinden anlamış oluyoruz. Bu ise şu anlama gelir: A’m kişi, kendisine الذِّكْرَى (oğut/mesaj)’nın fayda verdiği birisidir. Bu itibarla a’m kişi duşunulerek, “nerden bilirsin, belki de o arınacak veya dinlediği oğut kendisine fayda edecektir” şeklinde verilecek olan bir meal tutarlılığını yitirmiş olacaktır. Tefsirlerimizde de yer aldığı şekliyle, burada birisi itiraz mahiyetinde şoyle diyebilir: Bu, iman etmiş zatın (a’mÂnın) dinine ait diğer hususları da oğrenerek daha derin bir arınma ve yararlanmayı ifade eder. Bizce boyle bir yaklaşım da asla problemi cozucu bir ozellik arzetmez. Zira bu tur bir yaklaşımdan hareketle verilecek olan bir meÂl, Hz. Peygamberin İbn Umm-i Mektum’a zikranın/oğudun fayda edip etmeyeceği konusunda sanki şuphesi varmış da Allah da ona ‘bu konuda şuphen olmamalıydı, ona hemen oğut vermeliydin’ demiştir, gibi bir tabloyu karşımıza cıkarır. Bu ise vakıaya ters duşen bir durum olur, zira, bu zat gerek ilk muslumanlardan olması, gerekse Hz. Hatice’nin dayısı oğlu olması cihetiyle, Hz. Peygamber tarafından yakından tanınma imkanı olan bir sahabiydi. (Bkz., İbn Hacer, el-İsabe, II, 523.) Yani Nebî’nin yabancı olduğu birisi değildi; yakınında olması hasebiyle hakkında şuphe taşınılamayacak bir kişi konumundaydı.
3. b. Yezzekk fiilinin 3. ayetten sonra 7. ayette tekrarlanması da bizim icin bu noktada onemli bir ipucu olmaktadır. Bu fiil ilk olarak surenin baş tarafında مَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى ayetinde gecmektedir. İkinci gectiği yer ise وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى ayetidir. Bu ikinci ayetteki yezekk fiiliyle kastedilen kişinin muşrik adam olduğu hususu şuphe goturmez bir acıklığa sahiptir. Bu da bir karine olarak bize, tekrarlanan bu fiille aynı kişi uzerinde durulmuş olma ihtimalini pekiştirmektedir. Zira bir pasajda aynı fiille, iki farklı insanın (yani hem saygı icinde Peygamber’e koşup gelen bir muminin, hem de inkarında direnen mustağni bir muşrikin) kastedilmesi, Kur’Ân’ı hikmetli uslubuyla ortuşebilecek bir yaklaşım olma ozelliğine sahip gorunmemektedir. HÂsılı, surenin kontekstine biraz dikkatlice baktığımızda, Kur’Ân’ın yezzekk fiilliyle aynı kişi uzerinde durduğunu rahatlıkla anlamış olacağız.
4. Abese Sûresinde Gecen Fiillerin Muddessir Suresinde Yer Alan Fiillerle Karşılaştırılması
Bu başlık altında ise biz once Muddessir suresinin 18-25 ayetlerini ele alarak uc hususa dikkatleri cekmeğe calışacağız.
4. a. Dikkat edilirse, Muddessir suresinde bir muannid inkarcı icin kullanılan fiillerin hepsi Abese suresinde aynıyla veya muradifiyle yer almıştır. Şimdi, Muddessir suresinde gecen fiillerin karşısına Abese suresinde gecen fiilleri yazarak karşılaştıralım:
عَبَسَ : عَبَسَ وَبَسَر
وَتَوَلَّى : أَدْبَرَ
اسْتَغْنَى : وَاسْتَكْبَرَ
Bu tablo bize, iki ayrı surede aynı anlama gelen fiillerle soz konusu edilen zatın aynı kişi olduğunu veya aynı karakterde iki ayrı kişinin olduğunu gostermektedir. Burada hangi şıkkın daha doğru olabileceği hususunda kesin bir şey soyleyememekle birlikte, kanaatimiz, aynı kişiden bahsedilmiş olmasıdır. Bu cumleden olmak uzere biz şimdi yerleşik kanaati savunanlara şu soruyu yoneltmek istiyoruz: Yuzunu ekşitti/surat astı anlamındaki ‘abese’ tabirini Kur’Ân bir yerde inatcı bir kafir icin kullanırken diğer yerde nasıl olur da Efendimiz icin kullanır? “Kur’Ân nasıl olur da birbiri ardına boyle iki fiille Habîbullah’ı anlatmış olur ve bu fiilleri O’na isnad eder? Ve yine nasıl olur da kafire gecirdiği aynı kulahı bir de Efendimiz’e gecirir?” (F. Gulen, Sonsuz Nur, II, 212)
Tevell fiili icin de durum bundan cok farklı değildir. Kur’Ân-ı Kerim bu fiili Hz. Musa’nın (as) sunduğu mesajları reddeden Fir’avun ve erkanının durumlarını ifade icin kullanır: “فَتَوَلَّى بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ Firavun erkanıyla birlikte yuz cevirip ‘o bir sihirbaz veya mecnundur’ demişti.”(Zariyat, 51/39.) Gerci bu fiil sadece Firavun icin kullanılmamıştır, ancak, Kur’Ân’ın bu uslup icerisindeki yaklaşımı hep Firavun karakterliler icin olmuştur. Kur’Ân nasıl olur da birbiri ardınca boyle iki fiille, Hz. Peygamberi anlatmış olur ve bu fiilleri ona isnad eder? Ve yine nasıl olur da Kur’Ân-ı Hakîm, dine/imana karşı direnen inkarcıları nitelediği sıfatlarla dinin temsilcisi bir Peygamber’i vasfeder?
4. b. Diğer taraftan bu iki sure arasında, karşılaştırılması gereken bir başka nokta daha soz konusudur. O da her iki surede de soz konusu edilen şahsın lanete/kahrolmaya mustehak bir insan olarak tanıtılmasıdır. Şoyle ki, Muddessir suresinde sozu edilen inkarcı şahsa ثُمَّ قُتِلَ cumlesiyle değinildikten sonra ardından onun ‘bu ancak yapıla gelen bir sihirdir; bu, ancak bir beşer kavlidir’ sozleriyle vahyî gercekleri inkar ettiğine vurguda bulunulmaktadır. Abese suresinde ise, bu iki husus doğrudan bir cumlede dile getirilmektedir ki o da şu ayettir:
قُتِلَ الإِنْسَانُ مَا أَكْفَرَهُ (Kahrolası kafir insan, ne nankordur o.) Bu da gosteriyor ki, her iki surede de soz konusu edilen şahıs, aynı inkarcı kişi veya aynı karakterde iki ayrı inkarcı şahıstır.
4. c. Kur’Ân’ın, tevell fiilini, inkarcıların durumunu yansıtan ifadelerle birlikte zikretmesi de bize onun bu usluptaki anlam iceriğiyle ilgili bir fikir vermiş olmaktadır. Mesela, عَبَسَ وَتَوَلَّى cumlesinde gorulen bu birlikte zikredilişكَذَّبَ وَتَوَلَّى ve أَدْبَرَ وَتَوَلَّى şeklinde gelen (Me’aric, 70/17) ayetlerde de gorulmektedir. (Ayrıca bkz., Bakara, 2/205; Taha, 20/48; Necm, 53/33; Mearic, 70/17; Ğaşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96/13.) Dikkat edilirse tevell fiili bu gibi yerlerde ‘vahyî gerceklere ve onu tebliğ edene sırt ceviren’ anlamında kullanılmaktadır.

__________________