Butun guzellikleri, butun mehÂsini Allah'tan bilme, hizmetteki butun duraklamaları, butun tevakkufları, butun falso ve fiyaskoları da nefsimizden bilme mecburiyetindeyiz... Musibetler gunahlarımızdan, hatalarımızdan, iciınizin kararmasından, benliğimizin altında kalıp ezilmemizdendir. Kaldı ki Allah cok merhametli olduğu icin, her kotuluğumuzden dolayı, hemen bizi muÂheze de etmiyor.. hatta coğunu affediyor.
‘İyilik’ ve ‘kotuluk’ şeklinde dilimize aktardığımız bu iki kelime, Kur’Ân’ın ilgili ayetinde ‘hasene’ ve ‘seyyie’ şeklinde yer alır. Hasene, kelime olarak, her bir guzel soz ve yararlı amel/iş anlamından başka nimet, bolluk, mutluluk ve ferahlık gibi manalara gelir. Seyyie ise, temelde kotu ve yararsız her bir soz, hareket ve işi ifade etme yanında darlık, kıtlık, musibet ve ‘ikÂb/ceza’ gibi anlamları da ihtiva eden bir kelimedir. (Bkz. İbn Manzur, 1996, 3/179; el-İsfahanî, 1986: s.170)
Kur’Ân’da genellikle karşılıklı olarak yer alan bu iki kelimenin geniş bir anlamda kullanıldığını gormekteyiz. Hasene, salih iş; bol rızık, rahatlık, genişlik; galibiyet ve ganimet; rahmet ve mağfiret anlamında; seyyie ise, kotu iş ve davranış; kıtlık, darlık ve sıkıntı; mağlubiyet ve ceza anlamında kullanılmıştır. (Bkz. En’am, 6/160; A’raf, 7/131; Tevbe, 9/49-51; Ra’d, 13/6.)
A. HASENENİN/İYİLİĞİN ALLAH’TAN OLMASI
1. ‘Maddî Nimet’ Anlamındaki İyiliğin Allah’tan Olması
İnsanoğlunun yararlandığı bu turden her bir nimet Allah tarafından onun istifadesine sunulmuş birer rızıktan başka bir şey değildir.
Kur’Ân-ı Kerim, insan da dahil olmak uzere butun varlıklara muhtac olduğu rızkı verenin Allah olduğu gerceğini bir ayetinde şoyle acıklar: “Yeryuzunde yuruyen (ve) kendi rızkını taşıyamayan (yuklenemeyen) nice canlının ve sizin rızkınızı Allah vermektedir.” (Ankebut, 29/60. Keza bkz., Hud, 11/6.)
Butun canlı varlıkların harika bir surette rızıklandırılması ancak o yuce Kudret’e mahsustur. O’nun dışında hicbir gucun, değil butun canlıların, en kucuk bir canlının dahi rızkını yaratması mumkun değildir. Cunku en kucuk bir canlı varlığa rızık icad etmek suya, toprağa, buluta kısaca butun bir kÂinata hakim olmayı gerektirir. Şurası bugun cok iyi bilinmektedir ki, en kucuk bir şeyin var edilebilmesi bile kÂinatla alakadardır. Sozgelimi bir ciceği icad edebilmek icin tohuma, toprağa, havaya, suya, bulutlara ve guneşe guc yetirmek ve onlara emir dinletebilmek gerekir. Bu ise, ancak her şeye sozu gecen ve her şeye gucu yeten yuce Yaratıcı’ya has bir durumdur:
“Ey İnsanlar, Allah’ın size olan nimet(ler)ini hatırlayın; goklerden ve yerden sizi rızıklandıran Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? (Boyle iken) nasıl oluyor da (O’na yonelmek yerine, inkara) goturuluyorsunuz/cevriliyorsunuz?” (FÂtır, 35/3)
“Eğer O size verdiği rızkı kesecek olsa, kimdir sizi rızıklandıracak..” (Mulk, 67/21)
İnsanın gosterdiği caba ve gayret sadece, sonucun Allah tarafından yaratılması icin hazırlanmış şartlardır. Rızık gerceği -Kur’Ân’da da acıkca vurgulandığı uzere- doğrudan doğruya Rezzak olan Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına bağlı bulunmaktadır.
2. ‘Hayır ve TaÂt’ Anlamındaki İyiliğin Allah’tan Olması
Her bir maddî hasene doğrudan Allah’tan olduğu gibi hayır ve taÂt anlamındaki manevî her bir hasene de temelde yine Allah’tan olmaktadır. Şoyle ki, her bir guzel amel ve davranışı, elcileri vasıtasıyla insanlara bildirip oğretmek suretiyle, kullarına bunları sergileme imkan ve fırsatını tanıyan Allah’tır. Ve yine insanların onları yapmasını emreden/isteyen de O’dur. İnsan icin bu durumda soz konusu olan sadece kendisine yolu gosterilen ve kendisi icin teşvik edilen iyiliklere iradesiyle yonelip işlemektir.
Bu ayetten anlaşılacağı uzere iyiliklerin gercek anlamda kimden bilinmesi gerektiği hususunu izah etmeye calışırken, asla insan iradesinin rolunu kucumseyici bir tavır icinde olmadığımızı ve olamayacağımızı belirtmek isteriz. Zira insan iradesi, iyiliğin meydana gelmesi konusunda yaratıcı bir ozelliğe sahip olmasa da, Allah’ın, yaratmasını onun uzerine bina etmesi sebebiyle kendi capından kat kat fazla onem arz etmektedir. Bir diğer ifadeyle, Allah’ın yaratması bizdeki bu iradeye bağlı kılındığı icindir ki, irade, apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır. Evet, sınırlı dahi olsa insan irÂdesi, Hakk’ın nÂmutenahî irÂdesinden, yeryuzunun bu en guzîde varlığına aksetmiş ilÂhî bir armağandır. Bu armağanı şifreli bir anahtar kabul edip kullanabilenler, en muğlak meseleleri cozmeye, en karanlık noktaları aydınlatmaya, en muhkem gorunen kapıları acmaya ve hazinelerin en kıymetlisini elde etmeye muktedir olabilirler.
Vurgulamaya calıştığımız husus şudur: İnsanın, hayır ve iyiliğin meydana gelmesi hususunda Allah’a nispetle hissesi cok sınırlıdır. Cunku insan yapmak istediği hayır ve iyiliği Allah’ın vermiş olduğu sermaye (yetenek) ve gucle yapmış olmaktadır.
Bu sermaye, Allah’ın (c.c.) kullarına lutfetmiş olduğu goz, kulak, el, ayak gibi zahirî uzuvlar ve akıl, hafıza ve irade gibi manevî istidatlardır. İnsan kendisine verilmiş olan bu sermayeyi, yanlış kullanmadığı veya atıl bırakmadığı takdirde, onunla her bir iyilik ve guzelliğe mazhar olur. Nasıl ki insan, kapatmadığı (acık tuttuğu) gozuyle, varlığı gormesine vesile olan –Allah’ın yaratmış olduğu- ışığa mazhar oluyorsa, acık tuttuğu kalb gozuyle de -Allah’ın oğrettiği- manevi guzelliklere mazhar olur. Bu cumleden olarak diyebiliriz ki, insan, hayrı bizatihi var eden değildir, o, yalnızca mevcut olan hayra iradesiyle talip olan, alıp kabul eden bir varlıktır. Boyle olunca da kendisine ait olmayan bir sermaye ile iyilik yapan birinin iyiliğe gercek anlamda sahip cıkması doğru olmaz.
Sozgelimi, bir infakta (yardımda) bulunmayı iradesiyle dileyen bir insan bu iyilik ve hayrını ancak Allah tarafından yaratılmış olan nimetlerle yapabilmektedir. Zira insanın gorunurde sahibi olduğunu zannettiği nimetlerin hepsinin gercek sahibi Allah’tır. Onların elde edilmesi icin guneşi, toprağı, suyu, tohumu ve havayı bir nizam ve butunluk icinde işleten Allah’tan başkası değildir. Ayrıca iyilik arzusunu insanın kalbine koyan ve yardım edeceği insanı buna muhtac kılan ve yapılan bu iyiliği kabul ederek sevap verecek olan da yine Allah’tır. Boyle olunca, herhangi bir yardımda bulunan bir insanın bu iyilikteki hissesi irade planında yalnızca onu isteme ve ona yonelmeden ibaret olmaktadır.
İnsan, yuce Yaratıcının kendisine vermiş olduğu yetenek ve imkanla yapmış olduğu iyiliklerin temelde kimden bilinmesi gerektiği gerceğini anlayamadığı icin veya anlamak istemediği icin iyiliklerin tamamıyla kendisinden kaynaklandığını duşunerek gurura, şımarıklığa kapılır. Pek cok insanın icine duştuğu bu yanlış mulahazaları izale bağlamında Kur’Ân başka bir ayetinde şoyle der: “Ne yerde ne de nefislerinizde (gerek uzulmenize gerekse sevinmenize sebep olmak uzere) başınıza gelen hicbir şey yoktur ki, biz onu yaratmazdan once bir kitapta bulunmuş olmasın. Şuphesiz bu, Allah’a gore kolaydır. Bu, kaybettiğinize uzulmeyesiniz ve Allah’ın size verdikleriyle de şımarmayasınız diyedir; Allah cok ovunenleri sevmez.” (Hadid, 57/22-23.)
Ozetle ifade etmek gerekirse, yuce Yaratıcı’nın verdiği akıl ve irade gibi manevî istidatlarla; goz, kulak, el, ayak gibi zahirî uzuvlarla ve O’nun emriyle hayır işleyen bir insan da, o hayra sahip cıkamaz, hakiki anlamda ‘ben yaptım’ diyemez. Cunku onu, o işi yapabilecek şekilde yaratan ve o hayrı işlemesi icin emir, imkan ve guc veren Cenab-ı Allah’tır.
B. SEYYİENİN/KOTULUĞUN NEFİSTEN OLMASI
Seyyie lafzı Kur’Ân’da hem insanın kotu ameline karşı verilen bir ‘ceza’ ve ‘musibet’ anlamında hem de ‘cezayı gerektiren kotu amel’ karşılığında kullanılmıştır. (Bkz. Al-i İmran, 3/120; A’raf, 7/131; Ra’d, 13/6; Neml, 27/46; Rum, 30/36; Bakara, 2/81; Nisa, 4/85; En’am, 6/160; Yunus, 10/27; Ra’d, 13/22; Mu’minûn, 23/96)
İşlenen her bir kotu amel, insanın istek ve ısrarının karşılığı olarak –Ehl-i Sunnet Âlimlerinin de vurguladığı uzere- Allah tarafından gercekleştirilmiş olması bakımından, O’ndan gelmiş olmaktadır, ancak, sebep ve menşeinin nefis olması hasebiyle kotuluk, insana ait olmakta ve ona nispet edilmektedir.
Seyyienin/kotuluğun her iki turunun de insan nefsiyle ilişkili olarak meydana geldiğine dikkat ceken bu ayetin ifade ettiği anlamlar uzerinde idrak edebildiğimiz kadarıyla ele almak istiyoruz.
1. ‘CezÂ’ Anlamındaki Kotuluğun Nefisten Olması
Bu başlık altında insanın işlemiş olduğu suc ve gunahlar yuzunden maruz kaldığı seyyie/ceza uzerinde duracağız.
Kur’Ân-ı Kerim, sıklıkla ‘kendi yaptıkları yuzunden’ ve ‘kendi kazandıklarıyla’ ifadelerini kullanarak gelen musibetlerin, insanın yanlış ve kusurlarında aranması gerektiğini bildirir. Yuce Allah bu hususu bir ayetinde şoyle beyan eder:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yuzundendir. (Bununla beraber) Allah (gunahlarınızın) bircoğunu affeder (de onlardan oturu bir musibet vermez.)” (ŞurÂ, 42/30)
İnsan işlemiş olduğu her bir gunahtan oturu bu dunyada mutlaka cezalandırılmamaktadır. Eğer o her bir yanlış duşunce ve hareketinden dolayı cezalandırılacak olsaydı, gozunu musibetten acamayan bir varlık olurdu. Nitekim rahmeti gazabının onunde bulunan yuce Allah, gunahların coğunu affedip bağışladığını bildirmektedir:
“Eğer Allah yaptıkları yuzunden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryuzunde hicbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir sureye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gereğini yapar). Şuphesiz ki Allah kullarını (bihakkın) gorendir.” (Fatır, 35/45)
İnsanın musibete maruz kalmasına sebep olan hususları Kur’Ân acısından uc grupta mutalaa etmek mumkundur: a. Nimetlere nankorluk etmek, b. İnsanlara zulmetmek, c. İlahî kurallara uymamak.
a. Lutfedilen nimetlere nankorlukle karşılık veren bir beldenin akıbeti bir ayette şoyle resmedilir: “Allah (ibret icin size) bir beldenin durumunu misal verir: O belde guvenli/huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankorluk ettiler. Allah da onlara yaptıklarından oturu aclık ve korku sıkıntısını tattırdı.” (Nahl, 16/112)
b. Zulmun -uhrevî bir cezanın sebebi olduğu gibidunyevî bir musibetin de sebebi olduğunu ise Kur’Ân, Hz. Musa’nın ummetinin şahsında “..Onları zulumleri sebebiyle yıldırım carptı..” (Nisa, 4/153) ayetiyle dile getirir.
c. Kur’Ân’da insanın musibete maruz kalmasına sebep olarak gosterilen diğer bir husus da, ilahî kuralların dikkate alınmamasıdır. Bu ilahî kurallar gerek teşriî anlamda, gerekse tekvinî anlamda olsun uyulmaması durumunda uhrevî cezayı gerektirdiği gibi dunyevî bir cezayı (musibeti) de netice verir. Tekvinî emirlere itaatsizliğin cezası coğunlukla dunyada, diğerinin ise galiben ahirette verilir. Mesela, Kur’Ân iffetle yaşama kuralını ciğneyip fuhşun yayılmasını isteyenlerin her iki musibete de maruz kalacaklarını bildirir: “İnananlar icinde fuhşun yayılmasını arzu edenler icin dunyada da ahirette de acı bir azap vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Nur, 24/19)
İnsanın başına gelen musibetler ilahî veya nebevî emirlere sarılmadaki ihmal ve kusura bir ceza olarak da gelir. Uhud’da Ashab’ın, kendi seviyelerine denk emre itaatteki inceliği tam kavrayamamış olmaları buna ornek gosterebilir. Nitekim bu hususla ilgili olarak ayet-i kerimede şoyle buyurulur:
“(Bedir’de) iki mislini (duşmanlarınızın) başlarına gerdiğiniz bir musibet (Uhud’da) kendi başınıza geldiği icin mi ‘Nerden bu musibet başımıza geldi?’ dediniz. De ki, (başınıza gelen) o (musibet) kendi kusurunuzdandır.” (Al-i İmran, 3/165)
Tekvinî emirlere uymamanın insanı yuz yuze getirdiği musibet ise, Kur’Ân’da acıkca bildirilmese de bu esasında her bir insanın bizzat tecrube ettiği bir vakıadır. Nasıl ki, dinin prensiplerini dikkate almama, ozellikle, uhrevî cezanın sebebi sayılmaktadır, bunun gibi, Allah’ın, hayatın işleyişi ile ilgili vaz’ ettiği kanunlara (adetullaha) uymamak da o turden dunyevî bir cezaya/mahrumiyete sebep olmaktadır.
Bu noktayı bir ornek yardımıyla ele alalım: Kendisinden mahsul almayı hedeflediğimiz ekili bir tarla duşunelim. Bu tarlanın baş ucunda sulama işi icin bir depo veya su kaynağına bağlı hazır bir musluk bulunsun ve bizim gorevimiz de o musluğu acmak olsun. Biz musluğu mevsiminde acmakla neticenin hasıl olması icin sadece fiilî bir talepte bulunmuş oluruz. Gerisi tumuyle ilahî irade ve kudrete kalmıştır. O, yaratmayı dilemezse bir şey meydana gelmez. Zira toprak su, hava gibi sebeplerin hicbirinde kendi başlarına sonucu garanti edecek –bilgi, irade ve guc gibi- fizikotesi bir ozellik yoktur. Ancak insan, işin başında kendisinden istenen bir şartı veya şartları (şurût-i Âdiye) yerine getirmemekle ‘Allah’ın, o eseri yaratmamasını’ istemiş olur ki buradaki olumsuz/kotu neticenin sahibi bizzat insanın kendisidir.
2. ‘Kotu Amel ve Gunah’ Anlamındaki Seyyienin Nefisten Olması
İnsan nefsi, hem iyiliklere hem de kotuluklere meyilli birbirine zıt iki duygu yumağından muteşekkil bir yapıda yaratılmıştır. Kur’Ân’da “Ona hem fucuru (kotuluk duygusunun tohumlarını) hem de takvayı (bunlardan korunma istidadını) ilham edene yemin olsun ki, onu temizleyen iflah olmuş, kirletip orten ise, ziyana uğramıştır” (Şems, 91/7-11) beyanıyla insan fıtratının birbirine zıt bu iki eğilimine işaret edilir.
İnsanda nefis mekanizması ile vicdan mekanizması vardır. Bunlar birbirinin rağmına/aleyhine işler. Akıl ve irade gibi insan fıtratının hakikatini oluşturan birinci boyutu, temelde Yaratıcı tarafından iyiliğe programlanmıştır. Ancak bu tabiatın ofke, haset, kin ve şehvet gibi hislerden muteşekkil ikinci boyutu insanı surekli olarak kotuluk yapmağa iter. İşte bu hislerin baskısına maruz kalan bir akıl ve iradenin, artık hayır ve iyiliğe taraftar olması kolay olmaz. Nitekim Kur’Ân’da “Şuphesiz ki nefis kotuluğu (aşırı bir şekilde) ister.” (Yusuf, 12/53) ayetiyle insan nefsinin bu yanına dikkat cekilir.
Kulun, -kendisini fucura ceken hisleri itibariyle bilerek veya bilmeyerek- insanî cizgiden aşağı duşmesi her an muhtemel olması yonuyle onun duşmemek icin aklını besleyecek ve iradesini guclendirecek iman eksenli bir duşunceye ve bu duşuncenin sağlıklı temrinatları diyebileceğimiz salih amellere ihtiyacı soz konusudur. Aksi takdirde, -tabir caiz ise- insan fıtratında, şeytanın ateşlemesine musait birer dinamit gibi duran ofke, kin, haset ve şehvet gibi hislerin, akıl ve iradeyi etkisiz hale getirip insanı, esfel/duşuk bir hayata goturmesi kacınılmazdır.
Dinin ve selîm aklın onaylamadığı kotulukler insanla ortaya cıkmaktadır. Bununla şunu anlatmak istiyoruz: İnsan, nefsinin negatif boyutunu temsil eden duygularına teslim olarak iradesini menfi yonde kullanmadıkca kotuluk meydana gelmez.
İradesiyle kotuluklere sebep olan insanın bazen de ‘Madem ki Allah dilemedikce ben dileyemem, O musaade etmedikce ben bir kotuluk yapamam, oyleyse yaptıklarımda ne dahlim var ki, mes’ul ve gunahkar olayım?’ diyerek sorumluluk fikrini uzerinden atmaya calışması soz konusudur ki işte bu noktada Kur’Ân beşere ‘Sana gelen her bir seyyie/kotuluk senin nefsindendir’ hitabıyla seslenerek, kotuluklerin insanın kendi nefsinden kaynaklandığına dikkat ceker ve dolayısıyla onun yapacaklarından sorumlu tutulacağını bildirir.
İnsanın istediği her bir iyilik ve guzelliği temelde isteyip emreden Allah olduğu halde kotulukleri isteyen ve onlara davetiye cıkaran yalnızca insan nefsinin kendisi olmaktadır. Zira Allah kulunun kotuluğunu istemez ve ona asla zulmetmez. (Bkz., Fussilet, 41/46) O kullarının şukrune/kulluğuna razı olur, inkar ve nankorluk turunden tavırlarına asla razı olmaz. (Bkz., Zumer, 39/7)
Allah’ın kendisine vermiş olduğu akıl ve irade gibi bir yeteneği; goz, kulak, el ve ayak gibi maddî bir sermayeyi O’nun emrinin zıddına olarak kotuluk ve şer istikametinde kullanan bir insan da, sorumluluğu uzerinden atmak icin, ‘Bana bu kotu işleri yapacak istidatı ve vucudu Allah verdi.’ diyemez. Cunku yuce Yaratıcı bu sermayeyi ona kotuluk yolunda kullanması icin vermemiştir ve kulunun bu sermaye ile haram bir fiil işlemesine asla rızası yoktur.
Kişi yuce Yaratıcı’nın yerine getirilmesini emrettiği hayır ve amellerden uzak durmakla kotuluğu işlemiş olur. Diğer bir ifadeyle insan, yuce Allah’ın, uyulmasını istediği esasları ve bu esaslar uzerine kurulu mevcut amelleri reddetmek, terk etmek veya ihmal etmekle meydana gelen kotuluklerin bizzat sahibi olur. ‘Manevî bir hayrın/iyiliklerin gercek kaynağının ilahî irade ve kudret, kotuluklerin ise insanın kendisi olduğu’ hususunu şimdi bir ornek yardımıyla ele alalım:
Dinin direği olarak nitelendirilen ‘namaz’da hissemizin ne kadar olduğuna bir bakalım. Her şeyden once namaz gibi bir hayrı emreden ve nasıl kılınacağını peygamberi vasıtasıyla bize oğreten Allah’tır. Diğer taraftan namazı kılabileceğimiz mekanı yaratan ve dunyamızı dondurerek bize namaz vakitlerini getiren de Allah’tır. Bunların yanında bize namaza musait bir beden ve bu namazda okuma fiilinin gercekleşebilmesi icin ayakta durabilecek guc veren, sonra tukuruk bezlerimizin calışmasını temin eden ve de yaratmış olduğu hava ve ses telleriyle seslendirme olayını gercekleştiren yine O’ndan başkası değildir. Nihayetinde namaz icin buyuk mukafatlar/sevaplar lutfeden de O’dur. Bunların hicbirisi bize ait şeyler değildir. Bizim acımızdan geriye kalan, sadece namaz kılmaya veyahut kılmamaya karar vermektir. Şu halde bu hayrın meydana gelişinde insanın hissesine duşen onu iradesiyle istemektir. Dolayısıyla, insan, yaptığı ibadet ve herhangi bir hayırdan oturu gururlanıp ovunmemelidir, ancak bu şerefe muvaffak ve mazhar kılındığı icin Rabbine şukretmelidir. Ancak insan namazı reddetmek veya terk etmekle namazla ilgili butun guzellikler ve bunlara terettup eden sevaplardan mahrum kalma gibi bir kotuluğe maruz kalır ki, bundaki butun pay insana ait olmuş olur.
Bu cercevede uzerinde durulması gereken diğer bir nokta da şudur: İnsanın kotuluk ve şerdeki hissesi, iyiliklerin meydana gelmesi hususundaki hissesine kıyas edilmeyecek kadar buyuk olmaktadır. Zira kotulukler ifsad ve tahrip cinsindendir. Yapmanın zor, yıkmanın kolay olması hasebiyle, iyiliklerin yapılması ve meydana getirilmesi hususunda pek kısa olan insan eli, yıkma ve tahrip hususunda pek uzun bulunmaktadır. Sozgelimi, bir insanın, bir binanın meydana getirilmesi icin muhendise, ustaya, işciye, tahtaya, cimentoya, suya, civiye, zamana ve daha bircok şeye ihtiyacı vardır. Ancak, zor şartlar ve uzun zaman icinde yapmaya muvaffak olduğu o binayı yıkmak ve tahrip etmek isteyen bu kişi icin sadece birkac dinamitle birlikte birkac dakika kÂfi olmaktadır. Gorulduğu gibi, bir şeyin meydana getirilmesi icin gerekli olan guc, zaman ve imkanın belki binde biriyle o şeyin yıkılıp tahrip edilmesi gayet mumkun olmaktadır.
Kısaca, insan bir iyiliğin meydana gelmesinde iradesinin dışında pek cok şeye muhtac iken, kotuluğun meydana gelmesinde yapmakla memur olduğu bir işi/gorevi sadece terk veya ihmal etmesi bile yeterli olmaktadır. Mesela, insan hicbir kuvvet harcamadan sadece terk etmek veya ihmal etmekle de bircok tahribata sebep olabilir. Bir an icin başında bulunduğu geminin dumeninden ayrılan kişi, yapılması gereken bir işi yapmayıp terk etmekle buyuk bir mal ve can zayiatına yol acabilir. Bu itibarladır ki, gercek anlamda iyiliğin faili olması hususunda insanın hissesi sınırlı bulunduğu halde kotuluk ve şerdeki rolu sınırsız denecek bir ozellik arz etmektedir.
__________________
Iyilikler allah'tan kotulukler nefistendir
Dini Bilgiler0 Mesaj
●29 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Iyilikler allah'tan kotulukler nefistendir