KABUL OLCUSU

Bir RamazÂn-ı şerîfi daha uğurladık. CenÂb-ı Hakk’ın lutfettiği, rahmet ve mağfiret tuğyÂnı olan bir mevsim yaşadık. Bu mevsim CenÂb-ı Hakk’a yaklaşabilme mevsimiydi. Menfî vasıflardan arınmak icin riyÂzat hÂlinde yaşama mevsimiydi. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlÂkıyla ahlÂklanma mevsimiydi.

“Ben size yakınım, siz de Bana Kitap ve Sunnet icinde bir hayat ile yaklaşın.” (Bkz. el-Bakara, 186) buyuran Rabbimiz’e icÂbet icin; ibÂdetlerle, oruclarla, terÂvihlerle, tilÂvetlerle, fıtır, zekÂt ve infaklarla, Rabbimiz’e yaklaşma yolunda mesafe almaya calıştık.

Şimdi gonlumuzdeki sual şu:

RamazÂn-ı şerîfi ihy gayretlerimiz nezd-i ilÂhîde kabul oldu mu?

Bu hususta bize bir olcu verecek şekilde Yahy bin Mu’Âz -rahmetullÂhi aleyh- der ki:

“Kişi diliyle tevbe-istiğfar ettiği hÂlde kalbinde gunah işleme azmi varsa ve Ramazan’dan sonra gunaha donerse bilsin ki; orucu reddolunmuş, kabul kapısı yuzune kapatılmıştır.”

Yine Mirz Mazhar CÂn-ı CÂnÂn -rahmetullÂhi aleyh- şoyle buyurur:

“RamazÂn-ı şerif; zikirle uyanık olarak gecirilirse, senenin kalan kısmında da bu guzel hÂl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi butun sene boyunca gorulur.”

Yani Ramazan’daki ibÂdetlerimizin kabûlunun delili; Ramazan’dan sonraki hÂl ve istikametimizdir.

Unutulmamalıdır ki;

Amellerde asıl olan sonlarıdır, samimiyet ve ihlÂs itibarıyla nasıl neticelendirildikleridir.

İbÂdetlerle gecirilen bir Ramazan’dan sonra tekrar yanlışlara, gunahlara, gevşekliğe dûcÂr olmak; doldurulan cuvalın ağzını bağlamadan terk etmeye benzer. Biriktirilen, kazanılan ne varsa dokulur, elde sadece husran kalır.

Ed edilen ibÂdetlerle gurur ve ucuba kapılmak, yani; “Ben yaptım!” diyerek nefse pay cıkarmak ve enÂniyete kapılmak da RamazÂn’ı kaybetme bedbahtlığının bir başka şeklidir.

Unutmamalıdır ki: İbrahim -aleyhisselÂm- gunahlardan korunmuş ve ilÂhî teminat altına alınmış bir peygamber olduğu, hatt «halîlullah» makamına erdiği hÂlde, elde ettiği hicbir şeye guvenmemiş;

وَلَا تُخْزِنٖ۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

“(Y Rabbî! Kulların) diriltilecekleri gun beni mahcup etme!” (eş-ŞuarÂ, 87) niyÂzında bulunmuş, Hakk’a iltic etmiştir.

Kulluk emri, son nefese kadardır. İnsan hakkındaki ilÂhî karar, son nefesi esas alır. Bu sebeple, korku ve umit arasında son nefesi îmÂn ile musluman olarak verebilme gayretiyle; bir an dahî nefse, gaflete kapılmadan kulluğu devam ettirmekten başka bir yol yoktur.

Zira Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bizlere emsalsiz bir numûne olarak CenÂb-ı Hakk’a;

“Y Rabbî, beni, goz acıp kapayıncaya kadar bile nefsimin eline bırakma!” diye iltic etmiştir.

Cunku;

Anlar var ki, buyuk futûhatlara vesile olur. Diğer taraftan ise gaflet anları da vardır ki, onlar da buyuk bir husrana sebep olur.

Tek kurtuluş, kalbin CenÂb-ı Hak’la beraber olmasını temin etmek gayreti icinde olabilmek. Nitekim Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Biliniz ki, kalpler ancak AllÂh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

AllÂh’ı anmak olan zikrin bir mÂnÂsı da Kur’Ân-ı Kerim’dir. Yani AllÂh’ı Kur’Ân ile meşgul olarak, onu yaşayarak anmak, kalpler icin omrun huzurudur. Cunku Kur’Ân hem şifÂ, hem rahmet. Her kulun ve gonlun muhtac olduğu iki buyuk dermÂn-ı ilÂhî. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖ۪ينَ

“Biz, Kur’Ân’dan oyle bir şey indiriyoruz ki o, mu’minler icin şif ve rahmettir…” (el-İsrÂ, 82)

HÂsılı gonul huzuru, işte ancak o rahmet ve şif icinde AllÂh’ı zikr uzere yaşayışa bağlıdır.

Bu itibarla mesele;

RAMAZÂN-I ŞERÎFİ DEVAM ETTİRMEK

Elbette, RamazÂn-ı şerifteki kadar yoğun bir ibÂdet hayatını surdurmek, butun seneyi fiilen Ramazan hÂline getirebilmek, yani her gun oruc tutmak, her gece terÂvih gibi uzun nÂfile namazlar kılmak, surekli îtikÂf hÂlinde yaşamak ilh. kolay değildir, belki matlûb olan da sadece bu değildir.

Ancak RamazÂn’ın rûhunu seneye ve hayata yaymak mumkundur ve ebedî bayrama ermek icin bu zarûrîdir:

Orucun riyÂzÂtını butun oğunlere taşır; oburluktan, israftan korunursak, RamazÂn’ı devam ettirmiş oluruz. Orucken helÂllerden dahî sakınma hassÂsiyetini; sÂir zamanlarda şupheli ve mekruhlara karşı gozetebilirsek, Ramazan şuuru bizde devam etmiş olur.

TerÂvihlerdeki camiye koşma azmini; sene boyunca cemaate devam aşkına donuşturebilirsek, RamazÂn-ı şerifte kazandıklarımızı muhafaza edebiliriz.

Sahurlardaki gonul uyanıklığını butun seherlere yayabilirsek; Kadir Gecesi’ni aradığımız gibi, her gecenin kadrini bilirsek; butun sene Ramazan bereketi yaşarız.

Ramazan’daki zekÂt, fıtır ve infak vazifesini yerine getirme heyecanını, butun aylara genişletebilir; dÂim comertlik, merhamet ve fedÂkÂrlık icinde yaşayabilirsek, RamazÂn’ı zÂyî etmemiş oluruz.

RamazÂn’ın makbul bir şekilde ihy edildiğinin alÂmeti de bunlar olacaktır.

RamazÂn-ı şerîfin ibÂdet ibÂdet bize kazandırdığı bir de ahlÂkî vasıflar var… RamazÂn-ı şerîfi butun seneye yayabilmenin en guzel nişÃ‚nesi, bu hasletleri devam ettirebilmekteki muvaffakiyet olacaktır.

Şu kıssa bize guzel bir misaldir:

BİZDE RAMAZAN’DAN NE KALDI?

Pakistan’ın mÂnevî mimarı Muhammed İkbal, bir gun Medine’den donen hacıları ziyaret ederek onlara kÂmil bir mu’minin gonul ufkunu sergileyen şu sualleri sorar:

«–Medîne-i Munevvere’yi ziyaret ettiniz! Uhrevî Medine carşısından gonlunuzu ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler; takkeler, tesbihler, seccadeler bir muddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medine’nin; solmayan, gonullere hayat veren, rûhÂnî hediyelerini getirdiniz mi?..

Hediyeleriniz icinde Hazret-i Ebûbekir’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Omer’in adÂleti; Hazret-i Osman’ın hayÂsı ve comertliği; Hazret-i Ali’nin heyecan ve cihÂdı var mı? Bugun bin bir ızdırap icinde kıvranan İslÂm dunyasına gonlunuzden bir asr-ı saÂdet heyecanı verebilecek misiniz?»

Biz de RamazÂn-ı şeriften sonra, kendimize sormalıyız:

RamazÂn-ı şerif geldi gecti. Şimdi bizim gonlumuzde kalan nedir? Bu mubÂrek gunler bizde neler bıraktı? Hangi kotu huylardan bizi kurtardı, hangi hasletleri bize kazandırdı? Bir ıslah, bir duzelme yaşadı isek, bu RamazÂn’a mahsus mu kaldı, yoksa onu devam ettirebildik mi?

Hazret-i MevlÂn şoyle buyurur:

“Hacca gidenler orada evin (yani BeytullÂh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra KÂbe’yi her yerde bulabilirler.”

Ramazan gibi mubÂrek zaman dilimlerini ihy gayretinde olanlar da, onu ikram eden CenÂb-ı Hakk’ın rızÂsına erme, O’nun hoşnut olacağı vasıfları kazanma gayreti icinde olurlarsa, butun sene onlar icin RamazÂn-ı şerif kıymetinde olacaktır. İhy edilen her gece, Kadir Gecesi’ni idrÂk icin bir vesile olacaktır.

Zira CenÂb-ı Hak;

وَالْمُسْتَغْفِر۪ٖينَ بِالْاَسْحَارِ

“Seher vakitlerinde istiğfÂr edenler, Allah’tan bağış dileyenler…” (Âl-i İmran, 17) beyanıyla, seherlerdeki istiğfarlarla af ve mağfiret iklimine davet etmektedir.

RamazÂn’ı seneye ve omre yayma hakikatini Muall bin Fadl -rahmetullÂhi aleyh- şoyle anlatır:

“Selef-i sÂlihîn, CenÂb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini RamazÂn’a ulaştırması icin du ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrÂk ettikleri RamazÂn’ı kabul buyurması icin du ederlerdi.” (KıvÂmu’s-sunne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Nedir bizim de kaybetmemek icin aylarca yalvaracağımız Ramazan ikramları?

Ramazan; Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeme mevsimiydi. O’na ibÂdette, ahlÂkta, muÂmelÂtta, muÂşerette benzemek; O’nun bizim icin usve-i hasene, en guzel ornek olan ahlÂkını tahsil etmek imkÂn ve fırsatıydı. Bu imkÂndan ne kadar istifÂde ettiğimizin olcusu, o kıvÂmı muhafaza edip edemediğimiz olacaktır.

CenÂb-ı Hak bizlere, Efendimiz’in ahlÂk-ı hamîdesi ile ahlÂklanarak butun hayatımızı RamazÂn-ı şerif kıvÂmında yaşayabilmeyi ihsan buyursun.

CenÂb-ı Hak, -aleyhisselÂtu vesselÂm- Efendimiz’e;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ

“(Ey Habîbim!) Elbette Sen muhteşem bir ahlÂk uzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor. Bizim de o ahlÂktan nasibimiz ne kadar?

Mesel O’nun hamdi ve şukru?

HAMD ve ŞUKUR

Namazın her rekÂtında okuduğumuz FÂtiha, bize evvel «hamd»i telkin eder:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖ۪ينَ

“Hamd, Âlemlerin Rabbi AllÂh’a mahsustur.”

Bir başka Âyet-i kerîmede şoyle buyurulur:

“…Onların duÂları; «Butun hamd u senÂlar, Âlemlerin Rabbi AllÂh’a mahsustur.» diye son bulur.” (Yûnus, 10)

Başta hamd… Sonda hamd…

Her gun defalarca bu niyÂzın bize tekrar ettirilmesi işaret ediyor ki, biz dÂim hamdimizi artırmalıyız.

Hamde lÂyık yegÂne varlık, Allah TeÂlÂ’dır. O Hamîd’dir. Butun varlıkların hamd u senÂsı O’nadır. Diller ve gonuller, O’nu anmalı, zikretmeli, O’na hamd etmelidir.

MubÂrek isimleri «hamd» kokunden gelen; Muhammed, Mahmûd, Hamîd (cok ovulmuş), Ahmed ve HÂmid (cok hamd eden) isimleriyle musemm olan Peygamber Efendimiz de her fırsatta, CenÂb-ı Hakk’a hamd ederdi. Butun hutbelerine, hitÂbelerine hamdele ile başlardı. Yemek, abdest, def-i hÂcet gibi gunluk meşgalelere varıncaya kadar her fırsatta, CenÂb-ı Hakk’a verdiği nimet, afiyet ve imkÂnlar icin hamd ve şukrederdi.

ABD-İ ŞEKÛR

Âişe-radıyallÂhu anhÂ- şoyle anlatır:

“Bir gece Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bana;

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibÂdet ederek gecireyim.» dedi. Ben de;

«–VallÂhi Sen’inle beraber olmayı cok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha cok severim.» dedim.

Sonra kalktı, guzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mubÂrek sakalları, hatt secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hÂldeyken Hazret-i BilÂl namaza cağırmaya geldi. Ağladığını gorunce;

«–Y RasûlÂllah! Allah TeÂl sizin gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hÂlde nicin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;

«–AllÂh’a cok şukreden bir kul olmayayım mı? VallÂhi bu gece bana oyle Âyetler indirildi ki, onu okuyup da uzerinde tefekkur etmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve şu Âyetleri okudu:

«Şuphesiz ki goklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gunduzun birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri icin (AllÂh’ın birliğini gosteren) kesin deliller vardır.

Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (her an) AllÂh’ı zikrederler; goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler ve;

‘–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azÂbından koru!’ (derler).»” (Âl-i İmrÂn, 190-191) (İbn-i HibbÂn, II, 386)

Hamd’in bir mÂnÂsı da şukurdur. CenÂb-ı Hakk’a karşı bir teşekkurdur. O’nun sonsuz nimetleri karşısında hakkıyla şukretmemiz mumkun değil. Ancak istiğfarlarla şukrunden Âciz olduğumuzu itiraf ve noksanımızı bir nebze olsun telÂfi gayreti icerisinde olmamız îcÂb eder.

Maddî-mÂnevî, sonsuz, sayısız nimetler icerisindeyiz ve Âyet-i kerîmede hepsinden hesaba cekileceğimiz bildirilmekte:

ثُمَّ لَتُسْـئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Sonra o gun (kıyÂmet gunu), nimetlerden mutlaka hesaba cekileceksiniz?” (et-TekÂsur, 8)

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dÂim her nimetin hesabını tefekkur icinde yaşardı. Onun Rabbe şukur hassÂsiyetini Ebû Hureyre -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:

HELÂLİN HESABI VAR!

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir gun, cıkılmayacak bir vakitte evinden dışarı cıkmıştı. Baktı ki, Ebûbekir ve Omer -radıyallÂhu anhuma- da oradalar. Onlara;

“–Bu saatte sizi evinizden dışarı cıkaran sebep nedir?” diye sordu.

Onlar;

“–Aclık, y RasûlÂllah! (Yani bir rızık bulabilmek icin.)” dediler.

Peygamberimiz;

“–Gucu ve kudretiyle canımı elinde tutan AllÂh’a yemin ederim ki, sizi evinizden cıkaran sebep beni de evimden cıkardı; haydi kalkınız.” buyurdu.

İkisi de kalkıp, Rasûl-i Ekrem’le birlikte ensardan birinin evine geldiler. O zÂt da evinde değildi. Fakat hanımı Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’i gorunce cok sevindi;

“–Hoş geldiniz! Buyurunuz.” dedi.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; beyinin nerede olduğunu sordu.

Kadın;

“–Bize tatlı su getirmek icin gitti.” dedi. Tam o sırada evin sahibi olan Medineli sahÂbî geldi, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e ve iki arkadaşına baktıktan sonra;

“–AllÂh’a hamdolsun, bugun, hic kimse misafire ikram etme yonunden benden daha bahtiyar değildir!” dedi. Hemen gidip onlara icinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:

“–Buyurun, yiyiniz.” dedi ve eline bıcak aldı.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” buyurdu. Ev sahibi, onlar icin bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan ictiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; Ebûbekir ve Omer -radıyallÂhu anhuma-’ya hitÂben şoyle buyurdu:

“–Gucu ve kudretiyle canımı elinde tutan AllÂh’a yemin ederim ki, kıyÂmet gununde bu nimetlerden sorguya cekileceksiniz. Sizi evinizden aclık cıkardı, sonra evinize donmeden şu nimetlere kavuştunuz.” (Muslim, Eşribe 140)

Fahr-i KÂinÂt Efendimiz; ashÂbını şukredebilme hassÂsiyetiyle oyle yetiştiriyordu ki, şu kıssadaki gibi hÂdiseler yaşanıyordu:

Bir genc yeni musluman olmuştu. Rasûlullah Efendimiz ona TekÂsur Sûresi’ni oğretti. Sonra da onu bir kadınla evlendirdi. Bu genc, nikÂhlandığı kadının yanına girip de orada buyuk bir ceyiz ve bircok nimet gorunce;

“Ben bunlardan (bu kadar şatafatlı dunya nimetlerinden korkarım ve) istemem.” diyerek cıktı geldi.

Peygamberimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- sebebini sorunca;

“(YÂ RasûlÂllah!) Siz bana; «Sonra o gun nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.» diye oğretmediniz mi? Ben onların cevabını vermeye guc yetiremem. (Ne yapmamı uygun bulursunuz?)” diyerek Efendimiz’in tavsiyesini aldı.

Bu Âyet-i kerîmeyi Efendimiz’in ashÂbına nasıl yuksek bir olcuyle tÂlim buyurduğunu da şu kıssadan oğreniyoruz:

Bu Âyet-i kerîme nÂzil olduğunda hicbir şeyi olmayan muhtac bir sahÂbî ayağa kalkarak;

“‒(YÂ RasûlÂllah!) Benim uzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulÂsaten;

“–Golge, iki nalin ve soğuk su.”
cevabını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)

Golgesinden istifade ettiğin bir ağac dahî, AllÂh’ın senin icin yarattığı bir nimet… Şukru gereken bir nimet…

İctiğimiz su, yediğimiz meyve, sebze ve hayvÂnî gıdalar, yararlandığımız, giydiğimiz, kullandığımız turlu turlu eşyalar… Sıhhat, omur, aile… Her biri ayrı ayrı şukur gerektiren sayısız nimet…

CenÂb-ı Hakk’ın nimetler husûsunda îkaz dolu şu hatırlatmaları ne kadar mÂnidar:

“Ya ictiğiniz suya ne dersiniz?

Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?

لَوْ نَشَاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ

Dileseydik onu tuzlu ve acı bir su yapardık. Şukretmeniz gerekmez mi?

Ya yaktığınız ateşe ne dersiniz?

Onun ağacını siz mi inşa ettiniz? Yoksa Biz miyiz inşa eden?

Biz onu bir ibret ve ıssız yerlerde yaşayanlara bir fayda kıldık.

O hÂlde, O yuce Rabbinin adını tesbîh et (yucelt).” (el-VÂkıa, 68-74)

Nimetler saymakla bitmez.

Onlar sadece maddî olanlar değil. Bir de hic şuphesiz ki, başta hidÂyet olmak uzere sonsuz mÂnevî nimetler var…

UHREVÎ NİMETLER

DÂim duşunmeliyiz ki, bir bedel odemediğimiz hÂlde, sırf lutf-i ilÂhî ile; insan olarak, mu’min olarak, ummet-i Muhammed olarak dunyaya geldik ve Kur’Ân-ı Kerîm’e muhatap kılındık. Butun bunlar, şukrunden Âciz kalınacak nimetlerdir.

Dunyevî bir şeyle ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saÂdete goturecek olan îman nimetinin ve ummet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sevinci ve şukru icindeyiz?

RamazÂn’ın kendisi de mÂnevî bir sofra, muhteşem bir ikram idi. Onun da şukrunu ed etmemiz zarurî. Bunun şukru de Ramazan’dan sonraki hÂlimizi istikamet uzere muhafaza edebilmemiz.

İslÂm nimetinin teşekkuru nedir?

Onu ondan mahrum olanlara ulaştırmak…

SahÂbî; İslÂm nimetinin teşekkuru icin t Kayravan’a gitti, Semerkant’a gitti, Cin’e gitti. Bizler de İslÂm’ın guler yuzunu yaşamak ve yaşatmak uzere gayret etmezsek, nankorluğe duşmuş oluruz.

Gayret ederken de gerekli olan vazife hassÂsiyeti, usûlunce riÂyeti ve ÂdÂbı cok muhimdir:

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ashÂbının bir kısmını gazveye gondermişti. İclerinden biri geri kaldı. Ailesine;

“–«Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ile birlikte oğle namazını kılayım, sonra kendisine selÂm verip ved edeyim.» duşuncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana du buyursun ki, o du benim icin kıyÂmette şefaatci olsun.” dedi.

O zÂt, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra O’na yoneldi ve selÂm verdi. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“–Arkadaşlarının seni ne kadar gectiğini biliyor musun?” dedi.

SahÂbî:

“–Evet, sabah erkenden aldıkları mesafe kadar beni gectiler.” dedi. Bunun uzerine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;

“–Nefsimi elinde tutan ZÂt’a yemin ederim ki, onlar fazîlette seni, doğu ve batı arasındaki en uzak mesafe kadar gectiler.” buyurdu. (Ahmed, III, 438)

Diğer bir rivÂyette ise:

“–Yeryuzundekilerin tumunu infÂk etsen, onların o erken cıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin.” buyurdu. (Tirmizî, Cuma, 28/527; Ahmed, I, 256; Beyhakî, III, 187)

Yine cok ibretlidir ki;

Tebuk Seferi’ne munafık olmadığı hÂlde iştirÂk etmeyen uc kişi, Hazret-i Peygamber’in tÂlimÂtıyla elli gun selÂm ve muÂmele dışında tutuldular. O uc sahÂbî ki, bir sefer haric butun seferlere katılmışlardı hÂlbuki…

Demek ki, yuce nimetlere şukrun gerektirdiği ulvî vazifelere karşı bir kere de olsa bîgÂne kalmak, cok buyuk bir mes’ûliyet ve tehlike sınırı.

Cunku;

Şukur; kulun, kendisine lutfedilen nimetlere ve iyiliklere karşı sevinerek, onları ihsÂn eden Rabbine ceşitli soz ve davranışlarla yuce vazifelere riÂyet ederek hÂlisÂne bir kullukta bulunmasıdır. Bu da gosteriyor ki şukur, nimetin hakikî sahibini bilmektir.

“Şukur, nimeti değil, nimeti vereni gormektir.” (İmÂm-ı Şibl&#238

LÂyıkıyla şukreden bir kul olabilmek icin, sadece nÂil olunan nimetlerin AllÂh’ın lutfu olduğunu bilmek ve bunu dille ifÂde etmek kÂfî değildir. Rabbimize karşı îcÂb eden ibÂdet ve davranış guzelliklerini îf etmek, yani amel-i sÂlihlerde bulunmak zarûrîdir.

Bişr-i HÂfî Hazretleri bu husûsu şoyle îzÂh eder:

“ÂzÂları icinde yalnız dili ile şukreden kimsenin şukru kÂfi değildir. Cunku;

Gozun şukru, bir hayır gorduğu zaman hikmet ve nasîb almak, şer gorurse ondan uzaklaşmaktır.

Kulağın şukru, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.

Ellerin şukru, onları haram ve kerÂhetlere bulaştırmamaktır.

Midenin şukru, helÂl ile gıdalanmak;

(Akıl ve kalbin şukru) ilim ve irfan ile dolu olmak;

Ayakların şukru de, hayır hasenat yolunda koşmaktır.

Kim boyle yaparsa hakikaten şukredenlerden olur.”

Şukur, sonsuz bir gayret olmalıdır. Cunku CenÂb-ı Hakk’ın sonsuz nimetleri karşısında O’na ne kadar şukretsek, yine de şukur borcumuzu tam olarak odeyemeyiz. Cunku şukredebilmek dahî şukru gereken bir nimettir. Onun da şukru, sonra onun da şukru, sonra onun da şukru. Bu, sonsuza kadar gider. Yani kul, gercek şukurden Âcizdir. Bu sebeple peygamberler hep istiğfar hÂlinde yaşamışlardır.

Hamd ve şukur en zor bir hÂdisedir. Şukrun de şukrunu îf edebilme zorluğu sebebiyle şukredenlerin azlığını CenÂb-ı Hak, Âyet-i kerîmede şoyle hatırlatır:

وَقَلٖ۪يلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ

“Kullarımdan şukredenler pek azdır.” (es-Sebe, 13)

Şukursuzluk hÂli ise, Rabbimiz’in rÂzı olmadığı bir durumdur. Rabbimizin ihsÂn ettiği nimetlerin elden gitmesine sebep olur. Nitekim CenÂb-ı Hak, Âyet-i kerîmede şoyle buyurur:

“…Eğer şukrederseniz, elbette size olan (nimetlerimi) artırırım. Eğer nankorluk ederseniz, hic şuphesiz azÂbım cok şiddetlidir!” (İbrÂhîm, 7)

Şukurden, teşekkurden mahrumiyet; vicdansızlıktır, nÂdanlıktır, duygusuzluktur, alık ve abus bir hÂlin neticesidir. CenÂb-ı Hak cennetine davet ettiği mu’minlerde bu cirkin vasıfları asla istememektedir.

Rabbimiz, bizleri; Habîb-i Edîbi’nin sunnet-i seniyyesiyle muzeyyen ve muhteşem ahlÂkıyla da mutehallık kullarından eylesin. Her hÂlukÂrda hamdeden ve nimetlerine şukreden kullarından eylesin.

Âmîn!..



Yuzakı Dergisi
__________________