ŞAHSİYETE MUESSİR İKİ HUSUS
İnsan, bu dunyada omurluk bir imtihan icindedir. Kendisine son nefese kadar verilen muddet icinde, muvaffak olursa; olumden sonraki hayatında cennet ile mukÂfatlandırılacak, aksi takdirde ise elem verici bir azÂba dûcÂr olacaktır.
İnsandan istenen, hulÂsa; sahih bir îman, istikamet uzere kulluk ve guzel ahlÂktır. İnsanın bu hususlardaki hÂli, kalbinin aynasıdır. Kalpteki sahih îman; sÂlih ameller, doğru ve faydalı sozler, guzel bir ahlÂk olarak dışarıya yansır. Zira kupte ne var ise dışarıya o sızar.
O hÂlde kalbe ehemmiyet vermek ve kalbi, Hakk’ın rızÂsına muvÂfık bir hÂle getirmeye gayret etmek îcÂb eder.
Kalbin kıvÂmını belirleyen nedir?
İnsan terbiyecileri olan Hak dostları; insanın kalbî durumunu, şahsiyet ve karakterini tesiri altına alan iki husûsun altını cizmişlerdir:
Arkadaş…
Rızık…
CenÂb-ı Hak, vahdÂniyeti yalnız kendisine munhasır kılmıştır. Butun varlıkları ise birbirine benzer ve muhtac olarak halk etmiştir. İnsan da ictimÂî bir varlıktır ve yalnızlığa tahammul edemez. Ulfet ve unsiyet kurduğu kişilerin hÂlleri ona yansır. Bu in‘ikÂsın, bu karşılıklı tesir alışverişinin ilmî îzahlarını, dimağ uzerinde calışan Âlimler de yapmaktadır. Buna gore insan; beraber yaşadığı, unsiyet kurduğu, seyrettiği kişilerden, gayr-i irÂdî de olsa tesir almakta, beynindeki ayna noronları, gorduğu davranış ve hÂlleri taklit ederek, şahsiyete zerk etmektedir. Kişi; arkadaşının musbet veya menfî hÂliyle hÂllenmektedir.
İnsanın maddî varlığı, anne-babasından aldığı kromozomlar vasıtasıyla, nesebinden tabiî verÂset yoluyla gecen genetik mîras uzerinde şekillenir. Eşkali, goz rengi vesÂir husûsiyetleri boyle ortaya cıkar. Sadece anne-baba değil, ecdÂdından da tevÂrus ettiği husûsiyetler olur. Nitekim kardeşler, birbirinin aynı olmazlar.
Aynı şekilde, ana rahmine duştuğu andan itibaren; anne ve babasının mÂnevî, kalbî hÂlleri, kazanc ve gıdÂlarının mÂnevî vaziyeti de evlÂda tesir etmeye başlar.
Bunun yanında bir de, sosyolojik verÂset vardır. Her evlÂt, konuştuğu dili başta anne-babası olmak uzere muhitinden oğrendiği gibi, her turlu davranış ve hareket tarzını da yaşadığı cevreden alır ve taklitle hayatına gecirir.
Bu sebeple; insanın beraber bulunduğu kimselerden aldığı tesire işaretle Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ey îmÂn edenler! AllÂh’a karşı takv sahibi olun ve sÂdıklarla beraber bulunun!” (et-Tevbe, 119)
Buna gore mu’min; dÂim Âhirette beraber olmayı arzu edeceği kişilerle unsiyet kurmaya, onlarla sohbet etmeye îtin gostermelidir.
Asıl mevzuumuz olan gıdÂya gelince;
GIDÂNIN TESİRİ
İnsan yemek yemeye muhtac bir varlıktır. Bunyesi hayÂtiyet icin; proteinlere, kalorilere, vitamin ve minerallere ihtiyac duyar. Bu bakımdan insan ile diğer mahlûkat aynıdır.
Fark şudur ki;
Diğer mahlûkat, bu ihtiyacı nereden, nasıl gidereceği husûsunda serbest iken, insan mes’uldur. Diğer mahlûkat; temiz-pis, helÂl-haram, haklı-haksız bakmaksızın, tab‘ına konmuş insiyÂk ile karnını doyurur. Kimisi ot yer, kimisi leş ile beslenir.
Mukerrem olan insan ise ancak helÂl ve temiz olan, hak sahibi olduğu şeyleri olculu bir şekilde yemekle mukelleftir. Nasıl maddî mÂnÂda, pis, mikroplu, zehirli bir gıd ile beslenen, hastalanır, hatt olur ise; haram, şupheli ve benzeri mÂnevî kirlerle mulevves bir gıdÂyı yiyenin de kalbi buyuk zararlar gorur.
Cunku insan bir gıdÂyı yediğinde o gıdÂların mÂnevî husûsiyetleri de şahsiyet ve karaktere yerleşir.
Nasıl bir atom parcalandığı zaman ortaya radyasyon cıkar ise, kalpten cıkan enerji de aynen bunun gibidir. Tıp ve benzeri sahalarda istifÂde edilen ve gozle gorulmeyen musbet şuÂlar (ışınlar) olduğu gibi; insana buyuk zarar veren, menfî şuÂlar da vardır. Arkadaş ve gıdÂnın mÂnevî tesirini, bu misallerle anlamak mumkundur.
Her lokma, yanında mÂzî dosyalarını taşır. O kişi o lokmayı helÂl mi yoksa haram yoldan mı elde etmiştir?
O lokma uzerinde; goz hakkı, zekÂt borcu, mîras hakkı gibi bir hastalık var mıdır?
O lokmayı hazırlayan kişinin kalbî hÂli ne vaziyettedir?
Butun bu mÂnevî kayıtlar, o lokmayı yiyene gecer.
Musbet ise feyiz olarak, menfî ise kasvet olarak…
Unutmamalıdır ki, kesilirken putlar adına boğazlanan bir hayvan bize haram olur. İnancsız bir kişinin kestiği haram olur. Kesenin inanc ve niyeti; zÂhiren tertemiz olan eti, murdar hÂle getirmektedir. Benzer şekilde; lokmayı hazırlayanın gafleti, kasveti, ofkesi ve sÂir mÂnevî kirleri de hazırladığı gıdÂya intikal eder. Yiyenin hÂlet-i rûhiyesinde bulanıklığa, dağınıklığa sebep olur.
Bu tesir, yiyenin iradesi dışında cereyÂn eder. Sehl bin Abdullah Tusterî -rahmetullÂhi aleyh- şoyle der:
“Haram yiyenin ÂzÂları, -kendisi bilsin bilmesin, istesin istemesin- isyan eder. Yediği helÂl olan kimsenin ÂzÂları kendisine itaat eder ve hayırlı işler yapmaya muvaffak olur.”
Bizler icin en guzel ornek olan Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; helÂliyete îtin ve hassÂsiyet husûsunda da, en muhteşem ahlÂk uzeredir.
Peygamberliğinden once dahî O, cÂhiliyyenin kirli lokmalarından hassÂsiyetle sakınmış idi. Nitekim bi’setten evvel bir sofraya davet edildi. Orada ikrÂm edilen etin, putlara kesilen et olduğunu bildiği icin yemedi. (BuhÂrî, MenÂkıbu’l-EnsÂr, 24; ZebÂih, 16)
RisÂletten sonra da bu hassÂsiyetin eşsiz misalleri vardır. Bir gun Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- yatağına yatmış; fakat sabaha kadar uyuyamamış ve yatağında donup durmuştu. Sabahleyin bu sıkıntının sebebi sorulduğunda Efendimiz şu cevabı verdi:
“Yatağımı hazırlarken yere duşmuş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde (bazı zamanlarda) sadaka ve zekÂt hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu duşundum, bunun ızdırabıyla sağa-sola donup durdum. Bir turlu gozume uyku girmedi.” (Ahmed bin Hanbel, el-Musned, 2/193; HÂkim, el-Mustedrek, 2/17)
Bir başka gun Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, kucuk yaştaki torunu Hasan’ın ağzına aldığı sadaka hurmayı da derhÂl cıkarttırmış ve kucuk demeden ona helÂl-haram hassÂsiyetini kazandırmaya ehemmiyet vermişti.*
Yine bir başka gun, sahibine değil de sahibinin hanımına soylenerek; «Nasıl olsa satmaya rÂzı olur.» duşuncesiyle kesilen bir koyunun eti, Peygamberimiz ve arkadaşlarına ikrÂm edilmişti. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- yemekteki gonul rızÂsı eksikliğini hissederek, lokmayı ağzında cevirdi, cevirdi, yutamadı ve meselenin aslını soruşturup oğrendi. O etten yemedi ve sahibine gayr-i muslim esirlere yedirmesini emretti. (Ebû DÂvûd, Buyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)
HelÂl hassÂsiyetinin bir şekli de, riyÂzat idi. Yani asla oburluğa duşmeden, dÂim îsÂr ile başkalarını duşunerek, infak hÂlinde yaşamak idi…
Cunku ashÂb-ı kiramda; Allah, kÂinat ve nefs uzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Guneşi, kucuk bir aynada seyreder gibi; Allah Rasûlu’nun hÂliyle hÂllenmek, biricik gayeleri oldu. RiyÂzat hÂli yaşandı. Aşırı tuketim, oburluk, luks ve gosteriş; sahÂbî cevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı oldu. «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telÂkkîsi gelişti.
Zira her şeyiyle helÂl olan bir gıdÂyı; ihtiyactan fazla yiyip icmek de israf, ihtiyac sahiplerini duşunmemek ve infaktan alıkoymak cihetlerinden mahzurludur. Bu sebeple Efendimiz’in ve O’na benzemek isteyenlerin hayatı dÂim infÂk icinde gecti.
Hazret-i Âişe buyurur:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in aile efrÂdı Medine’ye geldiği gunden beri, vefÂt ettiği gune kadar, uc gun arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Muslim, Zuhd, 20)
Bir rivÂyette Hazret-i Âişe VÂlidemiz sozlerini şoyle tamamlar:
“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu aclık, yokluktan değildi. Ganîmetler ve benzeri imkÂnlar her zaman vardı.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- (mu’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsÂrda bulunurdu. (Boylece elimize geceni bu şuur ve idrÂk ile hemen infÂk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabu’l-îmÂn, III/62 [1396])
Efendimiz; yaşayarak tebliğ ettiği gibi mubÂrek sozleriyle de haramdan sakındırdı, helÂle davet etti:
“Ey insanlar! Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı guzel yoldan isteyin.
Hic kimse (AllÂh’ın kendisine takdir ettiği) rızkı -gec de olsa- elde etmeden olmeyecektir.
Oyleyse Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı guzel yoldan isteyin.
HelÂl olanı alın, haram olanı terk edin!” (İbn-i MÂce, TicÂret, 2)
Sa‘d bin Ebî Vakkas -radıyallÂhu anh-, duÂlarının makbul olmasının yolunu sordu.
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz;
“Yediklerinin helÂl olmasına dikkat et ki duÂların kabul olsun.” tavsiyesinde bulundu. (TaberÂnî, el-Mu‘cemu’l-evsat, VI, 310)
Bu hassÂsiyet olculeri icinde yetişen ashÂb-ı kiram, lokmalarının helÂliyeti uzerinde cok dikkatle dururlardı.
OLECEĞİMİ BİLSEM DE!..
Ebûbekir Sıddîk -radıyallÂhu anh-’ın bir hizmetkÂrı vardı. Bu hizmetkÂr kazancının belli bir kısmını ona ikrÂm eder, o da bundan yerdi. Yine bir gun hizmetkÂr, kazandığı bir şeyi getirdi. Hazret-i Ebûbekir de ondan bir lokma aldı. Bunun uzerine hizmetkÂr;
“–Her akşam bana kazancımın mahiyetini sorardın, bu akşam sormadın.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallÂhu anh-;
“–Cok actım, sormayı unuttum, peki soyle bakalım nasıl kazandın?” diyerek acıklamasını istedi.
HizmetkÂr;
“–Falcılıktan anlamadığım hÂlde cÂhiliyye devrinde falcılık yaparak bir adamı aldatmıştım. Bugun onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık size ikrÂm ettiğim bu yiyeceği verdi.” deyince Hazret-i Ebûbekir -radıyallÂhu anh-, derhÂl parmağını boğazına goturup (butun eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini cıkardı ve;
“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helÂk ediyordun!” dedi.
Kendisine;
“–Bir lokma icin bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:
“–Canımın cıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı cıkarırdım. Cunku Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;
«Haramla beslenen vucudun mustehak olduğu yer, cehennemdir!» buyurdular.” (BuhÂrî, MenÂkıbu’l-EnsÂr, 26)
Bu dikkat, bizler icin gokteki yıldızlar misÂli ornek olan ashÂbın hepsinde vardı. Bir gun halîfe Hazret-i Omer’e bir bardak sut ikrÂm edildi. Halîfe onu icti. Sutu veren kişiye;
“–Bu sut neredendir?” diye sordu.
Adam dedi ki:
“–FilÂn yerdeki su başına uğramıştım. O sırada cobanlar sulamak icin zekÂt develerini oraya getirdiler ve benim icin su kabıma develerden sut sağdılar. Bu sut odur.”
Bu sozu duyar duymaz, Hazret-i Omer, hemen parmağını boğazına sokarak ictiği sutu istifrağ etti. (Muvatta’, ZekÂt, 31)
Onlar hatÂen bulaşmış haramın zerresini bile kendilerinden bir an evvel uzaklaştırmak istiyorlardı. Cunku haram her turlu rûhÂnî inkişÃ‚fa, mÂnevî futuhÂta mÂnidir.
HelÂl lokma ise futuhÂta, zaferlere vesiledir. EcdÂdımızın fetihlerinin ardında da, onların bu hususta gosterdiği takv ve ver vardır.
Yavuz Sultan Selim Han; Mısır’a giderken ordu-yi humÂyûnun Gebze yakınlarından gectiği yerler, hep bağlık-bahcelikti. Sultan Selim Han;
“Acaba askerlerim, sahibinden musaadesiz uzum ve elma koparıp yediler mi?!.” diye duşuncelere daldı.
Sonra yeniceri ağasını huzûruna cağırttı:
“–Ağa fermanımdır; Butun yeniceri, sipahi ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya uzum salkımı cıkan asker olursa, derhÂl huzûruma getirilsin!” diye emretti.
Yeniceri ağası, hemen harekete gecerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan’ın huzûruna gelerek;
“–Sultanım koparılmış hicbir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.
Yavuz, bu habere cok sevindi. Uzerindeki ağırlık ve zihnindeki duşunceler kalktı. Sonra ellerini acarak;
“AllÂh’ım! Sana sonsuz hamd u senÂlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsÂn eyledin!..” diyerek du etti ve ağaya;
“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır Seferi’nden vazgecerdim. Cunku, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mumkun olmaz!..” dedi.
HelÂl lokma zaferlere vesile olur, fetihlere vesile olur, fertlerin dunyasında da nice hidÂyetlere vesile olur… Tıpkı şu misalde olduğu gibi:
HELÂL HASSÂSİYETİ VESİLESİYLE HİDÂYET
Menfaatine aykırı olsa da kul hakkına riÂyet hassÂsiyeti gosterebilmek insan şahsiyetinin hayranlık bırakan en fazîletli hasletlerindendir. İslÂm’ı en nezih şekilde yaşayan şahsiyetlerin sergilediği bu hassÂsiyet, nice hidÂyetlere de vesile olmuştur.
Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruh- şu hÂdiseyi anlatırdı:
Gayr-i muslim bir komşumuz vardı. Sonradan musluman olmuştu. Bir gun kendisine hidÂyete eriş sebebini sorduğumda şunları soyledi:
–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki guzel ahlÂkı vesilesiyle musluman oldum. Molla Rebî sut satarak gecimini temin eden bir zÂttı. Bir akşam vakti bize geldi ve;
“–Buyurun, bu sut sizin!” dedi. Şaşırdım;
“–Nasıl olur? Ben sizden sut istemedim ki!” dedim. O hassas ve zarif insan;
“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahceye girip otladığını gordum. Onun icin bu sut sizindir. Sadece bugun değil o hayvanın tahavvulÂt devresi (yediği otların vucudunda tamamen izÂlesi) bitinceye kadar sutunu size getireceğim…” dedi. Ben;
“–LÂfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? HelÂl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;
“–Yok yok, oyle olmaz! Onun sutu sizin hakkınız!..” deyip gunlerce bize sut bize getirdi. İşte o mubÂrek insanın bu davranışı beni ziyÂdesiyle etkiledi. Neticede gozumden gaflet perdeleri kalktı ve hidÂyet guneşi icime doğdu. Kendi kendime;
“–Boyle yuce ahlÂklı birinin dîni, muhakkak ki en yuce bir dindir. Boylesine zarif, hakşinas, mukemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şuphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahÂdet getirip musluman oldum.
Butun bunlar haram ve şupheli şeylerden kacma yani «ver» husûsiyetinin en canlı, en samimî misalleridir. Peygamberimiz’den in‘ikÂs eden bu ozellik, Hak dostlarının da ayrılmaz vasfıdır.
Bilhassa HÂcegÂn yolunun buyuklerinin, helÂl lokma husûsuna verdileri ehemmiyeti, BÂkî BillÂh Hazretleri’nin şu îkazları ne guzel ifade eder:
GAFLET BULAŞMASIN!..
“Yemeğin az olmasıyla yetinilmemeli, onu pişiren odun, su ve kaplarda da helÂle ehemmiyet verilmelidir. Ayrıca yemeği pişiren kişi gafil olmamalı, huzûr-i ilÂhîde bulunduğunun şuuru icinde pişirmelidir. Bu hususlara dikkat edilmeden hazırlanan yemekten oyle bir duman cıkar ki, feyz kanallarını tıkar.”
Gorulduğu uzere bir yemeğin helÂl olup-olmamasının yanında, hangi hÂlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hÂl, hareket ve ibÂdetlerinin rûhÂniyetine tesir etmesi; gıdÂlara karşı takınılması gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır. MevlÂn Hazretleri şoyle buyurmaktadır:
“Bu seher benden ilham kesildi. Her zaman lutfedilen tulûat ve sunûhat olmadı. Anladım ki vucuduma şupheli birkac lokma girdi.
Bilgi de hikmet de helÂl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helÂl lokmanın mahsûludur. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şupheli veya haramdır.”
Yûsuf HemedÂnî Hazretleri Allah TeÂlÂ’yı anmadan yemek yemez ve şoyle derdi:
“Lokma yemek, tohum ekmek demektir. Tohumu feyizli bir idrÂk icinde ve yanık olarak atmak gerekir ki gıd tÂate donuşsun!”
ŞÃ‚h-ı Nakşibend -rahmetullÂhi aleyh-, helÂle riÂyet husûsuna cok ihtimam gosterirdi. HÂce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helÂl olması husûsunda cok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek cok Âlim, teberruken onun helÂl yemeğinden yemek icin sohbetlerine iştirÂk ederdi.
Bir gun, Gadîvet bolgesine gitmişlerdi. Bir derviş onlerine yemek getirdi. HÂce Hazretleri;
“–Bizim bu yemeği yememiz munasip değildir. Cunku o, ofke ile pişirilmiştir. Unu elekten geciren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi ofkeliymiş!” buyurdu.
SÂmi Efendi Hazretleri de helÂl lokmanın ibÂdet hayatındaki yerini şoyle beyan ederdi:
“Kulun duÂsına icÂbet olunması icin ilk şart; helÂl lokma ile gonul Âlemini ıslah eylemek, son şart ise ihlÂs ve huzûr-i kalptir. Yani CenÂb-ı Hakk’a lÂyıkıyla yonelmektir. Eğer ağza konulan lokma helÂl değilse, o kimsenin ihlÂslı ve huzurlu olması, mÂsivÂyı terk edip Hakk’a yonelmesi cok zordur.”
“Kazancın helÂl yollardan olmasına dikkat etmek lÂzım geldiği gibi, şupheli lokmalardan da uzak durmalıdır. Karmakarışık ve rastgele her lokmayı yemekten sakınarak, alınan gıdÂnın tıyb olmasına (mÂnen temiz ve hoş kokulu, yani helÂl olmasına) ehemmiyetle riÂyet etmek şarttır.”
ŞARTTIR
Hadîs-i şerîfin beyanınca; haram lokma ile ibÂdet, abdestsiz namaza benzer. Abdest yani hadesten tahÂret olmadıktan sonra ne kadar; kıyÂm, rukû, secde olsa boştur. Bunun gibi; haram lokma ile dolu bir bunyenin ibÂdetleri de, Hakk’a kulluğu da Hak katında kabul gormez.
Bu şuurun guzel bir misÂli şudur:
Suleymaniye Camii ve Kulliyesi tamamlanınca, Kanunî Sultan Suleyman, mimarından işcisine kadar herkesi topladı. Uzerinde hakkı olan varsa talep etmesini istedi. Herkesle helÂlleşti.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allah TeÂl temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah TeÂl peygamberlerine neyi emrettiyse mu’minlere de onu emretmiştir.
CenÂb-ı Hak peygamberlere;
«Ey peygamberler! Temiz ve helÂl olan şeylerden yiyin, guzel ve sÂlih ameller işleyin!» (el-Mu’minûn, 51) buyurmuştur.
Mu’minlere de;
«Ey îmÂn edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.» (el-Bakara, 172) buyurmuştur.”
Rasûl-i Ekrem Efendimiz daha sonra şunları soyledi:
“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Sacı-başı dağınık, toza-toprağa bulanmış vaziyette ellerini gokyuzune acarak; «Y Rabbî! Y Rabbî!» diye du eder.
HÂlbuki onun yediği haram, ictiği haram, gıdÂsı haramdır.
Boyle birinin duÂsı nasıl kabul edilir!” (Muslim, ZekÂt, 65; ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’Ân, 3)
GıdÂsı helÂl olmayanın duÂsı da ibÂdetleri de kabul olmaz. Hadîs-i şerifte; haram para ile gelinen hacda, hacı; «Lebbeyk!» dedikce, kendisine semÂdan bir munÂdînin şoyle sesleneceği haber verilmiştir:
«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk!
(Sen huzûra kabul edilmiyorsun)
Cunku senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır.
Hicbir sevap almadan gunahkÂr olarak don!
Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!» (Heysemî, III, 209-210)
Haram yoldan kazanılan paranın Allah indinde asla makbul olmadığını asr-ı saÂdette yaşanan şu hÂdise de ne guzel ifade eder:
Bir gun Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;
“Guclu ve yuce olan Allah putlara tapmayı, icki icmeyi, (insanları) soy sop sebebiyle kınamayı size haram kılmıştır. Dikkat edin, şuphesiz icki icen de, imÂl eden de, sÂkîliğini yapıp icenlere dağıtan da, satan da, parasını yiyen de lÂnetlenmiştir.” buyurmuşlardı.
Bunun uzerine bir bedevî ayağa kalkıp Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelerek;
“–Ey AllÂh’ın Rasûlu, ben daha once icki ticareti yapan bir kişiydim ve icki satışından bir miktar mal da biriktirdim. Şimdi ben bu malı, AllÂh’a itaat yolunda harcasam bana bir faydası olur mu?” diye sordu.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Sen o malı hac, cihad veya sadaka uğrunda harcasan dahî Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olmaz. Zira Allah ancak temiz olanı kabul buyurur.” cevabını verdi.
Bu hÂdise uzerine Allah TeÂlÂ, Peygamber Efendimiz’in sozunu tasdik etmek icin şu Âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:
“De ki: Pis ve kotu ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kotunun cokluğu hoşuna gitse de (bu boyledir). O hÂlde ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz!” (el-MÂide, 100) (VÂhidî, EsbÂbu Nuzûl, s. 212-213; KıvÂmu’s-sunne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 96/1235)
Bu hikmetten hareketle denilmiştir ki:
“Kazancının; helÂl mi haram mı, nereden geldiğini gormek isteyen, onun nereye gittiğine baksın.”
Zira para, dÂim cıktığı deliğe giren yılana benzetilmiştir. NetÂmeli yollardan kazanılan paralar, infak dahî edilse, yine kendi kirli mahallerine varırlar. Şu ibretli kıssa bunun en guzel ifadesidir:
Hak dostlarından Ebû Abbas NihÂvendî’ye, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek;
“–Efendim zekÂtımı kime vermem daha uygundur?” diye sordu. Hazret;
“–Gonlun kimde karar kılıyorsa ona ver!” diye cevap verdi.
Talebe, evine giderken dilenmekte olan bir Âm gordu. Gonlu ona ısındı. ZekÂtı olan bir kese altını ona verdi. Âm sevincle oradan ayrıldı.
Talebe; ertesi gun aynı yerden gecerken, kendisine zekÂt verdiği ÂmÂyı, pek neşeli bir sûrette başka bir Âm ile konuşurken gordu. Âm yuksek perdeden anlatmaktaydı:
“–Biliyor musun, dun bana bir beyzÂde tam bir kese altın verdi. Ben de o parayla meyhÂneye gidip bir guzel demlendim!..”
Talebenin canı cok sıkıldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna koştu. Olan biteni tam arz edecekti ki, ustÂdı onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı kulÂhının karşılığı olan bir akceyi infÂk etmesi icin kendisine uzattı ve;
“–Onune cıkan ilk kişiye bu akceyi veriver.” dedi.
Talebe; dergÂhtan cıktı, rastladığı ilk kişiye o akceyi verdi. UstÂdının sadakasının nasıl bir kişiye gideceğini cok merak ettiği icin, o şahsı takip etmeye başladı. Adamcağız, biraz ilerideki bir vîrÂneye girdi. Sonra elbisesinin altından bir şeyi cıkarıp yere bıraktı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe onune gecip sordu:
“–Ey yiğit! Allah icin doğruyu soyle, bu ne hÂldir! Şu attığın şey nedir?”
Adamcağız, kendisine akceyi veren şahsı tanımıştı, boynunu bukup anlatmaya başladı:
“–Yedi gundur, bir şey bulup da coluk-cocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama cocuklarım artık perişan vaziyetteydi. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ızdırap icinde kıvranırken, şu curumeye yuz tutmuş olu kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri icin cocuklarıma goturecektim. İcimden de AllÂh’a yalvarıyor; «Y Rab, hÂlime inÂyet eyle!» diye du ediyordum ki, sen karşıma cıkıp o bir akceyi verdin. Ben de Rabbime şukrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu harabeye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akceyle yiyecek bir şeyler alacağım…”
Dinlediklerinden dolayı hayret icinde kalan talebe, derhÂl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına dondu. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey soylemesine mahal vermeden şoyle buyurdu:
“–EvlÂdım! Demek ki sen, kazancına şupheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yuzden de verdiğin muhtaca dikkat ettiğin hÂlde, zekÂtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden cıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akcemin sÂlih bir insanın eline gecmesi de, onun helÂlliğinden kaynaklanmaktadır…”
Abdullah İbn-i Omer -radıyallahu anhuma- da helÂliyetin ehemmiyetine şoyle dikkatimizi ceker:
“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruc tutmaktan eriyip civi gibi olsanız da, haram ve şuphelilerden kacınmadığınız takdirde, Allah o ibÂdetleri kabul etmez.”
Emîr KulÂl Hazretleri de aynı hakikati şoyle ifade eder:
“Geceleri ibÂdetle gecirseniz ve aclıktan beliniz keman teli gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helÂl olmadığı muddetce maksada ulaşamazsınız!”
“Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helÂl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. HelÂl lokma yiyen insanın midesi, icinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile cicekler yetişir, ağaclar meyve verir, ondan istifÂde edilir.”
ŞUPHELİLERDEN DE KACINMAK ZARÛRÎ
Dînimizde haramlar ve helÂller acıklanmıştır. ZÂhiri helÂl gorunen fakat bÂtını itibarıyla ice sinmeyen bircok durum vardır. Bunlara şupheliler denir. Kişi; şuphelilerden de sakınmadıkca, haramlardan yeterince uzak duramaz.
Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“HelÂl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın bircoğunun helÂl mi, haram mı olduğunu bilmediği şupheli konular vardır.
Şupheli konulardan sakınanlar, dînini ve ırzını korumuş olur. Şupheli hususlardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı surusunu başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan coban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, AllÂh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vucudunda kucucuk bir et parcası vardır. Eğer bu et parcası iyi olursa, butun vucut iyi olur. Eğer o bozulursa, butun vucut bozulur. İşte bu et parcası kalptir.” (BuhÂrî, ÎmÂn, 39, Buyû’, 2; Muslim, MusÂkat, 107, 108)
Hadîs-i şerîfin haram ve şupheli şeylerin tesiri altında kalan kalbe dikkat cekerek sona ermesi muhimdir. Cunku haram ve şuphelilerle zedelenmemiş, îmanlı, selîm bir kalp; haram, şupheli ve netÂmeli şeylerden rahatsızlık ve huzursuzluk hisseder. Bu sebeple hadîs-i şerifte;
“Muftîler (fetv verici kişiler) fetv verse de sen kalbine bak! (Vicdanının sesini dinle!)” (Ahmed İbn-i Hanbel, Musned, IV, 194) buyurulmuştur.
Kişi; vicdanının sesini susturur, kalbini koreltir, şupheli şeylere duşerse, onun haramlara duşmesi de uzak değildir. Âhirzamanın; kalplerin katılaşacağı, helÂl-haram hassÂsiyetinde cokca gaflete duşuleceği bir zaman olacağı hadîs-i şerifte îkazen bildirilmiştir:
“Oyle bir zaman gelir ki; kişi malını helÂlden mi, haramdan mı kazandığına hic aldırış etmez.” (BuhÂrî, Buyû, 7, 23)
O Âhirzaman maalesef gelmiştir.
MeselÂ;
Zamanımızda bilhassa mîras hukukunda CenÂb-ı Hakk’ın taksimine rÂzı olmayanlar zuhûr etmiştir. Bu hususta haksız, haram bir pay almaktan ve haksızlığa sebep olmaktan son derece endişe edilmelidir. Zira mîras hukukunu teşrî eden Âyetlerin hitÂmında şu ağır ilÂhî îkaz nÂzil olmuştur:
“Kim AllÂh’a ve Peygamber’ine karşı isyan eder ve (AllÂh’ın) sınırlarını ciğnerse; Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun icin alcaltıcı bir azap vardır.” (en-NisÂ, 14)
ÂHİRZAMAN
Kazanclara ve gıdÂya haramın karışması, Âhireti berbat ettiği gibi dunyayı da perişan etmektedir. Fertler, aile ve toplum; haram ve şupheli lokmaların getirdiği gafletle insÂniyet husûsiyetlerini kaybetmekte, nefsÂniyetin karanlıklarına dûcÂr olmaktadır. Toplumda nesil nesil artan gaflet, şaşkınlık, kabalık ve alıklık; evlÂtlara yedirilen lokmalara dikkat edilmemesinin neticesidir. Cinayetler, şiddet, iffetsizlik, nÂdanlık, acımasızlık, cimrilik, katılık vb. butun bunlar mÂnevî hastalıklardır ve sebepleri de mikroplar gibi, virusler gibi vucutlara girip kalpleri iğfÂl eden haram ve şupheli gıdÂlardır.
HÂlbuki herkesi hayran bırakan, şanlı mÂzîmizde; lokmaların helÂliyeti yanında, ona en ufak bir goz hakkı ilişmemesi icin dahî tedbirler alındığını goruruz.
Daha elli sene evvelinde bile; evlerde fırın olmadığı icin, carşı fırınına gonderilen borek, corek gibi bir gıd maddesi mutlaka bezlerle sarmalanır; «Kokusunu aldı, hak gecti.» diye mutlaka fırıncıya da ondan bir parca ikrÂm edilirdi.
Lokantalarda yemekler teşhir edilmez; bir perde ile ortulerek, dışarıdan gecen, mahrum, imkÂnı el vermeyen insanların o yemeklerin nefÂsetini hissetmemeleri icin tedbir alınırdı.
Daha evvelinde; esnafın mÂnevî istinadgÂhı olan ahîler, her mesleğin erbÂbını dervişler misÂli, yetiştirir, takip eder, her işe besmele ve salevat rûhÂniyeti katılırdı. Boylece carşı-pazardaki tezgÂhlar bile birer dergÂh olurdu. Gaflete duşebilecek bir kişi, usûlunce îkaz veya terbiye edilir; kotuluk kendine meydan bulamazdı.
HelÂl kazancla alınmış, besmeleyle tartılmış, salevatla yetiştirilmiş, abdestli-duÂlı hazırlanmış malzemelerin girdiği evlerde, gıdÂlar yine duÂlarla, huzur hÂliyle, ibÂdet hissiyÂtıyla pişirilir, yiyen herkese mÂnevî enerji, feyiz ve rûhÂniyet olurdu.
Gunumuzdeki manzara ise acı bir; «HeyhÂt!» dedirmektedir.
HEYHÂT!..
Nerede o ecdat, nerede bu evlÂt?
Goz hakkı hassÂsiyeti unutulmuş, gıd satılan yerler reklÂm ve teşhir ile sattıkları her şeyin uzerine mahrumların nazarlarını celbetmeyi mÂrifet bilmekte. Vitrinler dolusu yiyecekler; aclara, yoksullara, yetimlere, gariplere nisbet yaparcasına gorgusuzce seyrettirilmekte. O mahrum ve bîcÂre nazarların takılı kaldığı gıdÂlar da yiyenlerde mÂnevî sancılara sebep olmakta.
O etleri kesenler ehl-i îman mı? O yemekleri pişirenler ehl-i salÂt mı, abdestli mi, ağzı duÂlı mı? Soran yok, umursayan yok!..
Huzurlu mÂzîmizde azın azı olan psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıklar; gunden gune artmakta, varlık icinde yokluk ceken, bolluk icinde sıkıntı, depresyon, bunalım hisseden insanlar; mÂneviyatsızlığın sancılarıyla kıvranmakta…
Bir tarafta oburluk, bir tarafta aclık artmakta…
Bir yanda israf, bir yanda cimrilik artmakta…
Besmelesiz, sun‘î, ithal, boyalı, ne iduğu belirsiz kimyevî maddelerle dolu gıdÂlar; nesillerin kalbini, dimÂğını, şahsiyetini belirsiz, bulanık, alık ve ruhsuz hÂle sokmakta…
Gunumuzde ucuz olması sebebiyle hınzır etinin maalesef bircok sucuk, salam vesÂir gıdÂlara katıldığı yolunda haberler mÂlûmdur. Memleketimizde de ne yazık ki her gun tonlarca hınzır kesildiği bildirilmektedir. Fakat et satılan yerlerin ekserîsinde bunlar domuz eti olduğu soylenmeden satılmakta, normal helÂl et imiş gibi piyasaya surulmektedir. Muslumanlar bu mevzuda cok dikkatli olmalı, helÂl sertifikası olan firmaları bulmalı ve nereden et alacağını hakkıyla araştırmalı ve ancak dînen temiz ve guvenilir olanı almalıdır.
Lokmalar kadar, kazanclar da harama, şuphelere bulanmış. FÂiz, kartlarla cuzdanlara sızmış. Kumar, oyun sayılır olmuş. Nazarlar sorumsuz… İhtilÂt her yeri karmakarış etmiş… Her hÂliyle cÂhiliyye…
Bundan kurtulmanın yolu, yine Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’de…
Care; O’nun sunnetine sarılmakta…
O’nun kanaatkÂrlığını, istiğnÂsını, helÂl hassÂsiyetini, infÂkını, îsÂrını yaşamakta…
O’nun muhteşem ahlÂkını tÂlim edip, hayatımızın her safhasına tatbik etmekte…
Ve O’nun gibi du etmekte:
اَللّٰهُمَّ اكْفِن۪ى بِحَلاَلِكَ عَنْ حَرَامِكَ، وَأَغْنِن۪ى بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ
“AllÂh’ım!
HelÂl kıldıklarını bana kÂfî eyle, bu sûretle haram kıldıklarından beni muhafaza eyle!.. Beni fazlınla Sen’den başkalarından mustağnî kıl!” (Tirmizî, DuÂ, 110)
Âmîn!..
* Ehl-i beyte sadaka ve zekÂt yemek, haramdır. Eğer boyle olmasaydı; butun sadaka ve zekÂtlar, Efendimiz’in ve kıyÂmete kadar, ehl-i beytin onune yığılır, muhtaclar mahrum kalırdı. Bunu engellemek hikmetine binÂen ehl-i beyte sadaka haram kılınmıştır.
Yuzakı Dergisi
__________________
O'nun Muhteşem AhlÂk'ı -3- (HelÂl Lokma)
Dini Bilgiler0 Mesaj
●31 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- O'nun Muhteşem AhlÂk'ı -3- (HelÂl Lokma)